Resul-i Ekrem Efendimizin Pak Nesebleri
Cenab-ı Hak, insanlığın babası Hz. Âdem’i yaratmıştı.
Başını kaldırıp bakan Âdem (a.s.), Arş-ı Âlâ’da muazzam bir nurla bir isim yazılı gördü: “Ahmed”
Merak edip sordu: “Yâ Rabbi! Bu nur nedir?”
Allah Teâlâ buyurdu: “Bu, senin zürriyetinden bir peygamberin nurudur ki onun ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed’dir. Eğer o olmasaydı, seni yaratmazdım!”[1]
İmanımızla kabul ettiğimiz bu muazzam gerçeği, milyarlarca sene sonra gelen o nurun sahibi de, bütün açıklığıyla ifade buyurmuşlardır.
Bir gün ashaptan Abdullah b. Câbir (r.a.), “Yâ Resûlallah!” dedi. “Bana, Allah’ın her şeyden evvel yarattığı şey nedir, söyler misin?”
Şu cevabı verdiler:
“Her şeyden evvel senin Peygamberinin nurunu, Kendi nurundan yarattı. Nur, Allah’ın kudretiyle dilediği gibi gezerdi. O zaman ne Levh, ne kalem, ne cennet, ne cehennem, ne melek, ne semâ, ne arz, ne güneş, ne ay, ne insan ve ne de cin vardı.”[2]
Semâyı bütün haşmetiyle aydınlatan nur, sonra ilk olarak Hz. Âdem’in alnında parladı. Sonra peygamberden peygambere geçerek Hz. İbrahim’e (a.s.) kadar geldi. Ondan da oğlu Hz. İsmail’e intikal etti.
“Peygamberlerin Babası” olarak anılan Hz. İbrahim’in iki oğlu vardı: İshak ve İsmail (a.s.). O, oğlu İshak’ın neslinden birçok peygamberin geleceğini Cenab-ı Hakk’ın ilhamıyla bilmişti. Ancak çok sevdiği Hacer’den dünyaya gelen oğlu İsmail’in (a.s.) neslinden peygamber gelip gelmeyeceği meçhul idi.
Bununla birlikte, ahir zamanda büyük bir peygamberin gönderileceğini de biliyordu. Bu sebeple de, Son Peygamberin, çok sevdiği oğlu İsmail’in neslinden gelmesini şiddetle arzu ediyordu.
İlk bânisi Hz. Âdem olan yeryüzünün ilk mâbedi Kâbe, uzun zamanın geçmesiyle yıkılmış, adeta yerle bir olmuştu. Hz. İbrahim, bu mukaddes binanın tekrar inşası için Cenab-ı Hak’tan emir aldı ve oğlu İsmail’le birlikte derhal çalışmaya koyuldu.
Kâbe’nin inşası tamamlanınca, baba oğul ellerini dergâh-ı İlâhî’ye açarak şöyle yalvardılar:
“Ey Rabbimiz! Neslimizden gelen Müslüman ümmet içinden bir peygamber gönder; ki o, onlara ayetlerini okusun, kitabı ve hükümlerini öğretsin, onları günahlardan temizlesin!”[3]
İşte, Cenab-ı Hak, yapılan bu samimi duayı cevapsız bırakmadı ve Hz. İsmail’in neslinden, Peygamberlerin Reisi Hz. Muhammed’i (a.s.m.) göndererek kabul etti. Bu gerçeği bizzat Kâinatın Efendisi, “Ben, babam İbrahim’in duasıyım”[4]diyerek ifade buyurmuşlardır.
Hz. İsmail’in evlat ve torunları gittikçe çoğaldı ve Arap Yarımadası’nın her tarafına dağıldı. İçlerinden Adnanoğulları, onlar içinden Mudaroğulları ve onlar içinden de Kureyş kabilesi diğerlerinden üstün ve farklı oldu. Kureyş kabilesi içinde ise, Hâşimîler kolu, hepsinden daha çok fazilet ve şeref buldu.
Bu gerçeği de bizzat kendileri şu şekilde ifade buyurmuşlardır:
“Allah, İbrahimoğullarından İsmail’i, İsmailoğullarından Kinâneoğullarını, Kinâneoğullarından da Kureyş’i, Kureyş’ten de Benî Hâşim’i, Benî Hâşim’den de beni seçmiştir.”[5]
Bütün kaynakların ittifakla belirttikleri, Kâinatın Efendisinin yirmi dedesine kadar uzanan neseb silsilesi şöyledir:
“Muhammed (a.s.m.), Abdullah, Abdülmuttalib (asıl ismi Şeybe), Hâşim, Abdi Menaf [Muğîre], Kusayy, Kilab, Mürre, Kâb, Lüeyy, Galib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Müdrike [Amir], İlyas, Mudar, Nizar, Maad, Adnan.”[6]
İşte, Fahr-i Kâinat Efendimizin büyük dedeleri, bu zâtlardı. Her birinin zürriyeti çoğalmış ve her biri pek çok cemaatin reisi, birçok kabile ve aşiretin dedesi ve babası olmuşlardır.
Ancak ne vakit birinin iki oğlu olsa veya bir kabile iki kola ayrılsa, Sevgili Peygamberimizin soyu en şerefli ve en hayırlı olan tarafta bulunur ve her asırda onun büyük dedesi kim ise yüzünde parlayan müstesna nurdan bilinirdi.
Yirminci Dededen Sonraki Neseb Çizgisi
Neseb âlimlerince, Peygamber Efendimizin yirminci dedesi olan Adnan’ın, Hz. İbrahim’in neslinden olduğu ittifakla kabul edilmektedir. Adnan ile İbrahim (a.s.) arasında uzun bir zaman mesafesi vardır. Bir kısım neseb âlimleri arada kırk batın [göbek] bulunduğunu belirtirler.[7]
Buna binaen, aradaki zaman biriminin ne kadar uzun olduğunu az çok tasavvur etmek mümkündür.
Bu sebeple, Resûl-i Ekrem Efendimizin yirminci dedesi Adnan’dan Hz. İbrahim’e kadar olan ikinci kademe neseb silsilesi, basamak basamak tespit edilememiştir. Bazı neseb âlimleri yedi, bazısı da dokuz göbekte Hz. İsmail’e Peygamber Efendimizin nesebini vardırmışlardır. Haliyle bu, arada birçok basamağın atlandığını ortaya koyar.
Adnan’dan Hz. İbrahim’e kadar
Bazı âlimler, Peygamber Efendimizin, Adnan’dan Hz. İbrahim’e vardırdıkları ikinci kademe neseb silsilesini şöyle sıralarlar:
Adnan
Udd (veya Udad)
Mukavvim
Nahur (veya Sârih)
Teyrah
Ya’ruh
Yeşcub
Nabit
İsmail (a.s.)
İbrahim (a.s.)[8]
Ayrıca İbni İshak, bundan sonra da Resûl-i Ekrem Efendimizin neseb silsilesini ta Âdem’e (a.s.) kadar götürür.[9]Ancak belirtelim ki diğer kaynaklar bu silsile üzerinde ittifak etmiş değillerdir.
_________________________________________
[1] Kastalani, Mevahibü’l-Ledünniye, c. 1, s. 6.
[2] Kastalani, a.g.e., c. 1, s. 7.
[3] Bakara, 129.
[4] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 175; Taberî, Tarih, c. 2, s. 128.
[5] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 20; Müslim, Sahih, c. 7, s. 58.
[6] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 1-3; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 55-56; Belâzurî, Ensabü’l-Eşraf, c. 1, s. 12 v.d.; Taberî, Tarih, c. 2, s. 172-180.
[7] Mevlânâ Şiblî, Asr-ı Saadet, c. 1, s. 119.
[8] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 2; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 56.
[9] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 2-4.
Peygamber Efendimizin Meşhur Dedeleri
Şüphesiz, Kâinâtın Efendisinin nurunu alnında İlâhî bir emanet olarak taşıyan atalarının tamamı hakkında fazla bir bilgimiz yoktur. Atalarından en çok bilgi sahibi olduklarımız ise, ona zaman bakımından en yakın olanlarıdır. Burada onların hayat ve şahsiyetlerine kısa bir göz atmak yerinde olacaktır.
Kusayy
Peygamber Efendimizin, asıl ismi Zeyd olan dördüncü kuşaktaki dedesi Kusayy, mühim bir şahsiyetti. Kendisinin sadece Zühre adında erkek kardeşi vardı.
Hz. Âdem’den beri devam edip gelen Nur-u Ahmedî’yi alnında taşıma şerefi, bu iki kardeşten Kusayy’a ihsan edilmişti. Büyük oğul olduğu için, ailenin reisliği vazifesi de kendisine verilmişti. Küçüklüğünden beri kabiliyetiyle dikkatleri üzerinde toplayan Kusayy, büyüyünce Mekke’nin ileri gelen şahsiyetlerinden biri oldu. Teşkilâtçılığı, idareciliği, adaletli kararları ile kısa zamanda Mekke halkı arasında büyük bir itimat kazandı. Bu sebeple Mekke’nin idaresi ona verildi. Mekke’yi ilk defa mahallelere o böldü; her kabileyi, kendilerine ayırdığı mahallelere o yerleştirdi. Mekke’nin en mühim işleri onun evinde görüşülüp karara bağlanırdı. Kâbe’nin perdedarlığı, hacıların su ihtiyacının karşılanması, onların ağırlanması, savaşa giderken bayrak dikme ve Mekke meclisini idare etmek gibi mühim işler, ona emanet edilmişti. Kâbe’nin karşısında ve kapısı Kâbe’ye bakan ilk ev, onun için inşa edilmişti. Bu ev, Mekke’nin bir nevi hükûmet binası veya içinde Mekke şehir devletinin her türlü iş ve meselelerinin görüşüldüğü bir parlamento idi. Kusayy’ın bu konağı, tarihte “Dâru’n-Nedve” ismiyle şöhret bulmuş ve Hicret’ten yarım asır sonrasına kadar da muhafaza edilmiştir.
Kusayy, Mekke’de istisnasız herkes tarafından sevilir, sayılırdı. Alnında taşıdığı Fahr-i Kâinat Efendimize âit nuru, onu bütün Mekke halkının sevgilisi ve can dostu haline getirmişti.
Yaşlanınca, âdetleri üzere aile reisliği vazifesini en büyük oğlu Abdu’d-Dâr’a, “Sevgili oğlum! Seni bu kavme reis tayin ediyorum” diyerek teslim etti.
Ne var ki Abdu’d-Dâr, bu büyük vazifeyi yürütecek kabiliyete sahip değildi. Hayatı boyunca da babasının yerini dolduramadı. Çünkü Fahr-i Kâinat Efendimizin kutsî nuru onun değil, küçük kardeşi Abdi Menaf’ın alnında parlıyordu. Onun da dört oğlu vardı: Hâşim, Abdü’ş-Şems, Muttalib ve Nevfel.[1]
Hâşim
Hâşim, Resûl-i Ekrem Efendimizin ikinci kuşaktan dedesidir.
Mekke’nin ileri gelen eşrafından olan Hâşim, ticaretle uğraşırdı. Hedefine oldukça yaklaştığı için Nur-u Muhammedî onun alnında daha haşmetli bir surette parlıyordu. Bu parlaklığı nisbetinde birçok üstün fazileti de üzerinde taşırdı.
Son derece cömertti. Bir kıtlık yılında Mekke’de ekmek bulunmaz olmuştu. O, Şam’dan getirdiği has buğday unundan bembeyaz ekmekler yaptırmış, birçok deve ve koyun kestirmiş, ekmek, et ve et suyu [tirit] ile bütün Mekke halkına büyük bir ziyafet çekmişti.
Hâşim, üstün seciyeli, kabiliyetli, dirayetli, cömert, faziletli ve herkes tarafından sevilen, sayılan yüksek bir şahsiyetin sahibi olduğu için, ismi, ailesine ve soyuna ad olmuştur. Bu sebeple, Fahr-i Kâinat Efendimizin de arasında bulundukları bu yüce soya, kendilerinden sonra “Hâşimîler” denilmiştir.
Hâşim’in dört erkek çocuğu olmuştu: Şeybe [Abdülmuttalib], Esed, Ebû Sayfî ve Nadle.[2]
Hâşim’in sadece erkek çocuklarından Şeybe ile Esed zürriyet vermiş, diğerleri çoğalmamışlardır. Şeybe, Resûl-i Ekrem Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Esed ise, Hz. Ali ve annesi Fâtıma’nın dayısıdır.
Ne var ki Esed sulbünden dünyaya gelen Hüneyn de zürriyet bırakmayınca, bütün Hâşimîler sadece Abdülmuttaliboğulları kolundan gelerek çoğalmış ve yeryüzüne dağılmışlardır.[3]
Şeybe [Abdülmuttalib]
Peygamber Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Doğuştan ak saçlı olduğundan kendisine “Şeybe” ismini vermişlerdi. Abdülmuttalib, onun lakabıdır; ancak daha çok bu lakapla şöhret bulmuş ve anılmıştır.
Bu lakabı alışının hikâyesi şöyle anlatılır:
Şeybe, küçüklüğünde Medine’de dayılarının yanında kalıyordu. Bir gün mahalle arkadaşları, diğer çocuklarla, Medine’de bir meydanda ok atışı yapıyorlardı. Bütün çocuklar arasında, alnında parlayan Kâinatın Efendisine âit nur sebebiyle rahatlıkla fark ediliyordu. Çocukların bu yarışmasını seyretmek için büyüklerden bir kalabalık da orada toplanmış bulunuyordu.
Ok atma sırası Şeybe’ye gelmişti. Okunu yayına yerleştirdi. Kendinden emin bir tavırla yayını gerdi. Bir an nefesini kesip yayını salıverdi. Yaydan fırlayan ok, hedefe tam isabet etmişti! Herkes hayranlık dolu bakışlarla kendisine bakarken, o ise bu başarıdan duyduğu sevinç ve heyecanı şu sözlerle dile getiriyordu:
“Ben, Hâşim’in oğluyum! Ben, (Betha) Beyinin oğluyum! Okum elbette hedefini bulur!”
Seyre gelen büyükler, Şeybe’nin bu övücü sözlerini duydular. Hâris bin Abdi Menafoğullarından biri yanına yaklaştı ve sorup sual ederek onun Hâşim’in oğlu olduğunu öğrendi. Mekke’ye dönüşünde bu adam, durumu amcası Muttalib’e anlattı ve böylesine kabiliyetli ve zeki bir çocuğun yabancı ilde bırakılmasının doğru olmayacağını belirtti.
Muttalib, bu haber üzerine derhal Medine’ye vardı. Şeybe’yi alarak Mekke’ye getirdi. Muttalib, terkisinde yeğeni Şeybe’yle Mekke sokaklarına girerken sordular: “Bu çocuk kim?”
Göz değmesinden korkan Muttalib’in ağzından, “Kölemdir” sözü çıktı.
Evine gelince, karısı Hatice de kendisine aynı soruyu yöneltti. Yine cevabı, “Kölemdir” oldu.
Ertesi gün amcasının kendisine aldığı güzel elbiselerle Mekke sokaklarında dolaşmaya başlayınca, herkes onun kim olduğunu merak etmeye ve sormaya başladı. Bilenler, “Abdülmuttalib [Muttalib’in Kölesi]” diye cevap veriyorlardı.
İşte, böylece o günden sonra, her ne kadar kim olduğu bilâhare ortaya çıktıysa da, Şeybe’nin adı “Abdü’l-Muttalib [Muttalib’in Kölesi]” olarak kaldı.[4]
Abdülmuttalib’in Rüyâsı
Aradan yıllar geçti.
Alnında parlayan Kâinatın Efendisine âit nur, onu Kureyş’in reisliği makamına getirip oturttu.
Sıcak bir yaz günü idi.
Kâbe’nin yanındaki Hicr mevkiinde serin bir gölgede uyuyordu. Bir rüya gördü. Rüyasında bir zât, kendisine şöyle seslendi:
“Kalk, Tayyibe’yi kaz!”
Sordu: “Tayyibe nedir?”
Fakat o zât, sorusuna hiçbir cevap vermeden uzaklaşıp gitti:
Uyanan Abdülmuttalib, heyecanlı idi. “Tayyibe” ne demekti? Tayyibe’yi kazmak nasıl olurdu? Rüyaya bir mana veremeden merak içinde o gün ve geceyi geçirdi.
Ertesi gün, aynı yerde yine uykuya dalmıştı. Aynı adam tekrar göründü ve seslendi: “Kalk, Berre’yi kaz!”
Rüyasında şaşkına dönen Abdülmuttalib, yine sordu: “Berre nedir?”
Adam yine hiçbir cevap vermeden oradan uzaklaşıp gitti.
Abdülmuttalib, derin uykudan daha büyük bir merak ve heyecan içinde uyandı. Ne var ki gördüklerine bir türlü mana veremiyordu. O gün ve geceyi yine gördüğü rüyanın tesirinde geçirdi.
Ertesi gün idi. Yine aynı yerde yatıyordu. Aynı adam gelerek kendisine, “Kalk” dedi. “Mednune’yi kaz!”
Derin uykuda Abdülmuttalib, adama, “Mednûne nedir?” diye sordu, ama adam yine cevap vermeden uzaklaşıp gitti.
Abdülmuttalib’in merak ve heyecanı son haddine ulaşmıştı. Üç gün üst üste gördüğü rüyanın boş olmadığını elbette biliyordu; ama manasını anlayacak en ufak bir ipucuna da sahip değildi.
Dördüncü gün yine aynı yerde uykuya yatan Abdülmuttalib, aynı adamın geldiğini gördü. Adam bu sefer şöyle seslendi:
“Zemzemi kaz!”
Abdülmuttalib, “Zemzem nedir, nerededir?” diye sorunca da adamın cevabı şu oldu:
“Zemzem bir sudur ki hiç kesilmez, dibine erilmez. Hacıların su ihtiyacını onunla karşılarsın. O, Kâbe’de kesilen kurbanların kanlarının döküldüğü yer ile terslerinin gömüldüğü yer arasındadır. Alaca kanatlı bir karga gelip orayı gagalar. Orada karınca yuvası da vardır!”[1]
Uyanan Abdülmuttalib’in heyecanına bu sefer sevinç de katılmıştı. Çünkü rüyayı manalandırmak için ipucunu elde etmişti. Zemzem kuyusundan defalarca bahsedildiğini duymuştu. Fakat onun yerini kimse bilmiyordu. Çünkü Cürhümlüler, Mekke’den düşman istilâsı önünden kaçarken Kâbe’nin bütün kıymetli mallarını zemzem kuyusuna atmış, kuyunun üstünü de toprakla bir edip belirsiz bir hale getirmişlerdi. O zamandan beri zemzemin ismi var, kendisi yoktu.[2]
Abdülmuttalib, artık zemzemin yerini bulup kazmakla vazifelendirildiğini anlamıştı. Derhal araştırmaya koyuldu. Rüyasında kendisine öğretilen yere gitti. Bu sırada alaca kanatlı bir karganın süzüldüğünü ve yere konarak gagasıyla bir yeri karıştırdıktan sonra havalanarak göğe doğru yükseldiğini gördü.
Abdülmuttalib’in sevincine diyecek yoktu. Senelerden beri gizli kalmış, hayat bahşeden bir kuyuyu bulma ve ortaya çıkarma şerefine erecekti. Zemzemin yerini tespit etmişti ve sıra, kazmaya gelmişti. Bu şerefi başkasına kaptırmak ve bu sırrı başkalarına açmak istemiyordu. Bunun için ertesi gün yanına bir tek oğlu olan Hâris’i alarak tespit edilen yere gitti ve kazmaya başladılar. Bir müddet devam eden kazı sonucu zemzem kuyusunun örülmüş duvar taşlarıyla bir daire şeklindeki ağzı meydana çıktı. Abdülmuttalib sevinçliydi, heyecanlıydı. Adeta gözlerine inanamıyordu. Ama gözlerine inansa da inanmasa da görünen, bir kuyu ağzı idi. Tekbir getirmeye başladı: “Allahü Ekber! Allahü Ekber!”
Abdülmuttalib ve Kureyş İleri Gelenleri
Abdülmuttalib’in bu faaliyetini başından beri gözleyen Kureyşliler, işin artık ortaya çıkmak üzere olduğunu fark edince, büyüklerine haber verdiler. Bir müddet sonra Kureyş büyükleri, kazılan yere geldiler ve Abdülmuttalib’e, “Ey Abdülmuttalib! Bu, babamız İsmail’in kuyusudur. Onda bizim de hakkımız var. Bizi de bu işe ortak et” dediler.
Abdülmuttalib, “Hayır, yapamam” dedi. “Bu iş sadece bana tahsis edilmiş ve aramızdan ancak bana verilmiştir!”
Abdülmuttalib’in bu kesin cevabı, Kureyş ileri gelenlerinin hoşuna gitmedi. İçlerinden Adiyy b. Nevfel şöyle konuştu:
“Sen, yalnız bir adamsın. Tek oğlundan başka dayanacağın bir kimsen de yok. Nasıl olur da bize karşı gelir, bize boyun eğmezsin?”
Bu söz, Abdülmuttalib’in adeta içini yaktı. Çünkü Kureyşliler, onu kimsesizlikle küçümsüyorlardı. Bu anlayıştan fazlasıyla rahatsız olduğunu haliyle de belli etti. Bir müddet üzüntü içinde sustu. Sonra içini şöyle döktü:
“Ya, demek sen beni yalnızlık ve kimsesizlikle ayıplıyorsun, öyle mi?”
Muhatabından hiçbir cevap gelmeyince, bir müddet düşündükten sonra, ellerini açarak yüzünü semâya doğru çevirdi ve “Yemin ederim ki” dedi. “Allah bana on erkek çocuk verirse, bunlardan birisini Kâbe’nin yanında kurban edeceğim!”[3]
Abdülmuttalib’in bu sözleri, hem bir dua, hem bir yemin, hem de bir adak idi.
Şam’a Gidiş
Hadisenin burada sona ermeyeceği belli idi. Durum da bir hayli nâzikti. Böyle hadiseler yüzünden aralarında çok defa çarpışmalar patlak vermişti. Bunu bilen Abdülmuttalib, kazı işinden o anlık vazgeçti ve işin bir hakem tarafından halledilmesini teklif etti. Teklifi kabul gördü.
Hakemi tespit ettiler: Şam’da oturan Sa’d b. Hüzeym…
Amcalarından birkaçını yanına alan Abdülmuttalib, Kureyş kabilelerinin ileri gelenlerinden bir grupla Şam’a doğru yolu çıktı.
Ne var ki henüz Şam’a varmadan İlâhî kader onları durdurdu. Abdülmuttalib ve yanındakilerin suları, alev saçan çölün ortasında bitti. Bu, kendileri için en büyük, en şiddetli düşmandan daha da tehlikeliydi. Abdülmuttalib’in müracaatına, Kureyş ileri gelenleri, “Suyumuz ancak bize yeter!” diyerek red cevabı verdiler.
Abdülmuttalib ile yakınlarının hayatı büyük bir tehlikeyle karşı karşıya bulunuyordu. Ellerinde yapacakları hiçbir şey de yoktu. Çöl ortasında su aramak, serabın peşinde koşmaktan farksızdı.
Abdülmuttalib’in Su Aramaya Çıkması
Fakat her şeye rağmen Abdülmuttalib, devesine atladı ve etrafta su aramaya koyuldu. Diğerleri ise, kendi ve yakın akrabalarının susuzluktan ölüp gidecekleri ânı bekliyorlardı.
Ama, ümitleri kursaklarında kaldı. Kâinatın Efendisinin mukaddes nurunu alnında taşıyan Abdülmuttalib, bir vadiden geçerken devesinin ayağı bir ara kuru otlar arasına gömülmüş irice bir taşa takıldı. Deve tökezledi, taş ise yerinden yuvarlandı. Yere düşmemek için devesine sımsıkı yapışan Abdülmuttalib, dönüp arkasına bakınca gözlerine inanamadı: Alev saçan çölde, yuvarlanan taşın çukurunda pırıl pırıl parlayan bir avuç su gördü!
Devesinden indi. Kılıcıyla taş kovuğunu genişletince su daha da gür akmaya başladı. Az zamanda önündeki çukurda fazlasıyla su birikmişti. Geri dönen Abdülmuttalib, sevinç çığlığı bastı: “Gelin! Hem size, hem hayvanlarınıza yetecek kadar su buldum!”
Hepsi, yeniden hayata kavuşmuş gibi sevindiler. Su başına giderek hem kana kana içtiler, hem de hayvanlarına içirdiler.
Bir ara Abdülmuttalib, kendisine su vermeyen Kureyşlilere döndü ve seslendi: “Suya gelin, suya! Allah bize su verdi. Hem kendiniz için, hem de hayvanlarınızı sulayın! Haydi, durmayın gelin!”
Kureyşliler, mahcup mahcup kaynağa yanaştılar. Kana kana sudan içtiler. Hayvanlarını suladılar. Kırbalarındaki bayat suyu dökerek temiz suyla doldurdular.
Kureyşliler, zemzem kuyusunu kazan ellerin kendilerine sunduğu bu serin ve temiz suyu içer içmez, âlemleri birden değişti. Mahcup ve suçlu bir eda içinde Abdülmuttalib’e dönerek, “Ey Abdülmuttalib!” dediler. “Artık sana diyecek bir sözümüz yok! Anladık ki zemzemi kazmak senin hakkın. Bu işe ancak sen lâyıksın. Vallahi, zemzem hususunda seninle bir daha münakaşa etmeyeceğiz! Artık hakeme gitmeye de gerek görmüyoruz!”
Ve hakeme gitmeden, yarı yoldan tekrar Mekke’ye hep beraber döndüler.[4]
Mekke’ye dönen Abdülmuttalib, oğlu Hâris’le birlikte kazı işine devam etti ve kısa zamanda zemzemi ortaya çıkardı.
Kıymetli Mallar İçin Kur’a Çektiler
Zemzem kuyusundan bazı kıymetli mallar da çıktı. Bunlar arasında altından iki geyik heykeli ile kılıçlar ve zırhlar da vardı.
Zemzemi ortaya çıkarma hakkını daha önce Abdülmuttalib’e bırakan Kureyş ileri gelenlerinin, bu kıymetli malları görünce, hırs damarları tekrar kabardı. Yine Abdülmuttalib’in başına dikildiler. “Ey Abdülmuttalib!” dediler. “Bu mallara seninle beraber ortağız. Bunlarda bizim de hakkımız var!”
Cömert ve sabırlı Abdülmuttalib, önce, “Hayır. Sizin bu mallar üzerinde hiçbir hakkınız yok” diyerek isteklerini reddetti. Sonra yine cömertlik ve mertliğini ortaya koydu: “Ben yine de size yumuşak davranayım! Aramızda kur’a çekelim!”
Bundan memnun olan Kureyş ileri gelenleri, “Peki, bu kur’ayı nasıl ve ne şekilde yapacaksın?” diye sordular.
Abdülmuttalib, kur’ada takip edilecek usûlü anlattı: “İlk kur’a Kâbe için, iki kur’a benim için, iki kur’a da sizin için çekeriz. Kur’ada kime ne çıkarsa onu alır, çıkmayan da mahrum kalır!”
Bu usûl, tarafsız bir hal çaresi idi. Bu sebeple Kureyşliler sevindiler ve Abdülmuttalib’in bu davranışını takdir ettiler. “Doğrusu” dediler. “Pek insaflı davrandın!”
Kâbe’nin içindeki Hübel putunun yanına vardılar ve kur’a çektiler. Kur’a sonucu, Kureyş ileri gelenlerinin bu mallarda hakları olmadığını bir kere daha ortaya koydu: Altından geyik heykeller Kâbe’ye, kılıç ve zırhlar Abdülmuttalib’e düştü.[5]Onların payı ise mahrumiyet oldu. Ama artık itiraz edecek durumları kalmadı ve mesele böylece kapandı.
Abdülmuttalib, kılıç ve zırhları dövdürüp sac haline getirdikten sonra bununla Kâbe’nin kapısını kapattı. Böylece, Kâbe’yi altınla süsleyenlerden oldu.
Zemzem kuyusunu ortaya çıkardığı zaman Abdülmuttalib’in yaşı kemâl yaş olan kırka ayak basmıştı.
Otuz yıl sonra, Cenab-ı Hakk’ın ihsanıyla erkek çocuklarının sayısı onu buldu. Bu sırada seneler önce yaptığı vaadini hatırladı: Erkek çocuklarından birini Kâbe’de kurban etme vaadi. Ama hangisini? Hepsi de birbirinden güzel ve sevimli idi; fakat Abdullah çok daha başka idi.
_______________________________________
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 150-151.
[2] Geniş bilgi için bkz. M. Dikmen-B. Ateş, Peygamberler Tarihi, c. 1, s. 229-232.
[3] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 160; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 88; Taberî, Tarih, c. 1, s. 128.
[4] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 152-153; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 84.
[5] İbn Hişam, Sîre, c. 1. s. 145-146; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 85.
Peygamberimizin Babası Hazreti Abdullah
Abdullah, Abdülmuttalib’in erkek çocuklarından sekizincisi idi.[1]Sîret ve surette diğer kardeşlerinden çok farklıydı.
Dünyaya gelir gelmez babasının alnında parlayan Nur-u Muhammedî, onun alnına geçmişti. Bu nur, yüzüne harika bir güzellik ve müstesna bir tatlılık bahşetmişti. Ama hiç kimse, bu güzellik ve tatlılığın nereden ve niçin geldiğinin farkında değildi.
Abdülmuttalib’in, Oğullarıyla Konuşması
Artık oğullarının onu da büyümüştü.
Vaadini unutmayan Abdülmuttalib, onları bir gün bir araya topladı ve işin hikâyesini anlatarak, içlerinden birini kurban etmesi gerektiğini bildirdi. Hepsi de tereddütsüz râzı oldular. Sonra da babalarına sordular: “Peki nasıl yapalım bunu? Kimin kurban edileceğini nasıl tespit edelim?”
Abdülmuttalib, böyle bir durumda ne yapılması gerektiğini biliyordu. Şöyle dedi:
“Her biriniz birer ok alın, üzerine kendi isminizi yazın ve okları bana verin!”
İtaatkâr çocuklar, babalarının emrini derhal yerine getirdiler. Her biri okdanlığından bir ok çekti; üzerine kendi ismini yazdıktan sonra, babasına uzattı.
Okları toplayan Abdülmuttalib, doğruca Kâbe’ye vardı. Meselenin nasıl halledileceği anlaşılmıştı artık: Hübel putunun yanında ok çekilecek, kimin oku çıkarsa o kurban edilecekti.
Böyle durumlarda, Kureyş, bu usûle başvururdu.
Kur’a Çekilişi
Kâbe’nin yanına varan Abdülmuttalib’in etrafını şehir halkı sarmıştı. Elindeki on oku, Allah’a verdiği sözünden caymış sayılmaması için, tereddütsüz, ok çekme memuruna uzattı. On okun üzerinde on ciğerpâresinin ismi vardı. Hangi ok çıkarsa çıksın, ciğerinden bir parça kopacaktı.
Memur, oklardan birini çekti. Üzerindeki ismi titrek bir sesle okudu: “Abdullah!”
Şefkatli baba, duyduğuna inanmak istemedi; oku memurun elinden çekip aldı, dikkatlice baktı ve okudu: “Abdullah…”
Göz pınarları bir anda yaşlarla doldu. Boğazında hıçkırıklar düğümlendi. Şefkati ve hisleri öylesine kabardı ve coştu ki bir an “Olamaz!” diyerek haykıracak gibi oldu. Son anda Allah’a verdiği sözü hatırlayarak, çelik gibi iradesiyle şefkat ve hislerine gem vurdu. Yıkılmış bir halde, yüzünü Kâbe’den evine doğru çevirdi ve ümitsiz ümitsiz yürüdü.
Evinde herkes onu bekliyordu. Hiçbirinin kur’a sonucundan haberi yoktu. Eve giren Abdülmuttalib’in gözleri bir anda, pırıl pırıl parlayan oğlu Abdullah’ın yüzüne dikildi. Şefkat ve merhametinin tekrar kabarıp his dünyasının içine girdiğini görünce, yüzünü başka tarafa çevirdi. Teslimiyet içinde bakan oğullarını daha fazla merakta bırakmak istemedi ve şöyle konuştu:
“Abdullah! Allah, kendisine kurban edilmek üzere seni seçti. Bu şerefi kardeşlerin arasında sana ihsan etti!”
Abdülmuttalib ailesini ve evini alev alev yakan bu haber, bir anda Mekke sokaklarını da hüzün ve kedere boğdu. Herkes birbirine soruyordu: “Abdullah mı, o güzel, o tatlı çocuk mu kurban edilecek?”
Abdülmuttalib, yanan yüreğine, kasırgalaşan hislerine, okyanus dalgalarını andıran şefkat ve merhamet duygularına aldırmadan, biricik oğlu Abdullah’ın bileğini kavradı ve onu doğruca İsaf ve Nâile putlarının yanına götürdü. Nur yüzlü Abdullah’ta sanki Hz. İsmail’in teslimiyeti vardı. Yüzünde en ufak bir memnuniyetsizlik belirtisi görünmüyordu.
Abdülmuttalib’in bir elinde bıçak, diğer elinde oğlu Abdullah’ın eli vardı. Kurban edilmesi için her şey tamamdı. Bu sırada birtakım gürültüler duyuldu. Kureyş eşrafı geliyordu. İçlerinden biri seslendi: “Ey Abdülmuttalib! Ne yapmak istiyorsun?”
Abdülmuttalib, nur yüzlü oğluna bakarak cevap verdi: “Onu kurban edeceğim!”
Bu cevap, kalabalık arasında hayret ve heyecan meydana getirerek dalgalandı. Müdahale ettiler. “Ey Abdülmuttalib!” dediler. “Bu nasıl olur? Sen ki Mekke’nin büyüğüsün. Böyle yaparsan, sonra herkes senin yaptığını yapmaz mı? Herkes oğlunu kurban ederse bizim de soyumuz kesilmez mi?”
Bütün kalabalık, Abdülmuttalib’in aleyhindeydi. Hatta hisleri, duyguları da… Lehinde olan tek şey, çelikten iradesiydi. Allah’ına söz vermişti ve bu sözünü mutlaka yerine getirmeliydi. Çünkü Allah, onun istediğini vermişti: On erkek çocuk ihsan etmişti. Kurban etmemek, O’na karşı nankörlük olurdu.
Bu sırada Abdullah’ın dayısı Abdullah b. Muğîre ortaya atıldı ve “Ey Abdülmuttalib!” dedi. “Vallahi, meşru bir mâzeret olmadıkça sen onu kurban edemezsin! Onu kurtarmak için, gerekirse bütün malımızı vermeye hazırız!”
Abdülmuttalib’in duyguları, şefkati, merhameti de sanki dillenmiş ve kendisine aynı şeyleri haykırıyorlardı. Fakat çelikten iradesi bir türlü gevşemiyordu.
Kureyşliler ve oğulları, yalvarmalarının netice vermediğini görünce, bu sefer şöyle bir teklifte bulundular:
“Ey Abdülmuttalib! Abdullah’ı al, Şam’a git! Orada bir kadın var: Kâhin ve bilgin bir kadın. Doğudan batıdan zorlukta kalan herkes, ülkeler aşıp ona gider. Herkesin derdine bir çare bulur. Elbette senin için de bir çare bulur. ‘Abdullah boğazlanacak’ derse, gel, onu boğazla; yok, eğer seni de, Abdullah’ı da, bizi de üzüntüden kurtaracak bir çare bulursa, ona göre hareket edersin!”[2]
Bu fikir, Abdülmuttalib’in aklına yattı. Derhal Abdullah’ı yanına alarak Şam’a doğru yola çıktı. Medine’ye geldiklerinde, kâhin kadının Hayber’de olduğunu öğrendiler. Oradan Hayber’e geldiler. Arrafe adındaki kâhineyi buldular.
Abdülmuttalib, durumu olduğu gibi anlattı.
Kadın sordu: “Sizde bir insanın diyeti nedir?”
Abdülmuttalib, “On deve” dedi.
Bunun üzerine kâhin kadın, “Gidin, on deve hazırlayın. Çocukla on deveyi alıp, ok çektiğiniz yere götürün. Bir tarafta çocuğunuz, diğer tarafta ise on deve olmak üzere ikisi arasında ok çekin. Eğer ok develere çıkarsa, develeri kurban edip çocuğu kurtarın; yok, eğer ok çocuğa çıkarsa, her defasında develerin sayısına bir diyet miktarı daha ekleyerek Rabbiniz sizden râzı oluncaya kadar ok çekmeye devam edin! Ne zaman ok develere çıkarsa, onları boğazlayıp kurban edin. Bu şekilde hem Rabbinizi râzı etmiş, hem de çocuğunuzu kurban olmaktan kurtarmış olursunuz” dedi.[3]
Ortaya konan çareyi uygun bulan Abdülmuttalib, sevinçten uçacak gibi oldu. Vakit kaybetmeden Mekke’ye döndü. Abdülmuttalib ailesi ve Mekke halkı da bu habere son derece sevindi.
Kur’a Neticesi
Mekke’ye dönüşünün ertesi günü idi.
Abdülmuttalib, biricik oğlu Abdullah’ı ve on deveyi alarak Kâbe’ye gitti. Kâhin kadının tavsiyesi üzerine, Abdullah ile on deve arasında kur’a çekilecekti.
Abdülmuttalib, sevinç içinde memura “Çek!” dedi.
Çekilen ok Abdullah’a çıktı!
Develerin sayısını yirmiye çıkardılar.
Memur tekrar oku çekti. Ok yine Abdullah’ı gösterdi!
Develer otuza çıkarıldı. Ok tekrar Abdullah’a isabet etti.
Develer kırk oldu. Ok yine Abdullah’a çıktı.
Elli oldu. Ok Abdullah’a çıkmakta ısrar ediyordu!
Altmış, yetmiş, seksen, doksan oldu. Ok, ısrarla Abdullah’ı gösteriyordu! Sanki başka bir âlemden emir alır gibiydi.
Abdülmuttalib, hayret ve heyecan içindeydi. Her çekim esnasında ellerini semâya doğru kaldırarak dua etmekten de geri durmuyordu.
Nihayet, develerin sayısı yüzü buldu.
Tekrar ok çekilince, merakla bakanlar derin bir nefes aldılar. Çünkü ok, develere çıkmıştı!
Herkes gibi Abdülmuttalib’in de gözleri sevinçle parladı. Fakat onun bu sevinci fazla sürmedi. Derhal ciddileşti. Kendisini fazla tebrike imkân tanımadı ve şöyle konuştu:
“Vallahi, üst üste üç defa daha çok çekeceğim; ta ki kalbim mutmain olsun!”
Çekiliş üç defa daha tekrarlandı. Her defasında sevinç çığlıkları atılıyordu. Çünkü üç seferinde de ok, develere çıkmıştı.
Bu sevincini Abdülmuttalib, “Allahü Ekber, Allahü Ekber!” diyerek izhar etti ve diz çökerek duada bulundu.
Böylece Abdullah, kurban edilmekten kurtuldu.
Sevgili oğlunun kurban edilmekten kurtulmasına son derece sevinen Abdülmuttalib, yüz devenin Safâ ile Merve arasına götürülüp, yan yana kurban edilmesini emretti. Emri derhal yerine getirildi. Kurban edilen develerin etlerinden Mekke halkı bol bol istifade etti. Alamadıklarını da kurtlar, kuşlar, köpekler, vahşî ve ehil bütün hayvanlar paylaştılar.
O günden itibaren, Kureyşliler ve Araplar arasında, bir insan diyetinin yüz deve olarak kabul edilme âdeti benimsendi.[4]
Resûl-i Ekrem Efendimiz de, bu âdeti olduğu gibi bırakmıştır.[5]
Hz. Abdullah’ın İffeti
Aynı gündü.
Herkes neticeden memnun, kur’a yerinden dağılıyordu. Abdülmuttalib de sevgili oğluyla birlikte şehre geliyordu. Kâbe’nin yanından geçerlerken, babasından bir hayli geride kalmış Abdullah’ın karşısına bir kadın dikildi. Bu kadın, Abdullah’ın dillere destan güzelliğine hayranlardan biri olan, Varaka b. Nevfel’in kız kardeşi Rukiyye idi. O da, kardeşi Varaka gibi eski mukaddes kitapları okumuş, o kitaplarda ahir zamanda gelecek peygamberin sıfatlarını görmüş ve öğrenmişti. İç âleminde, Abdullah’ın yüzünde, o âna kadar hiç kimsede görmediği müstesna parlaklıkla karşı karşıya kalınca, bu sıfatlarla münâsebet kurdu. Bu şerefi başkasına kaptırmamak için de, adeta güzelliğini ve iffetini unutarak Abdullah’ın yanına yaklaştı ve fısıldadı:
“Delikanlı, biraz dursana!”
Abdullah durdu.
Kadın, “Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
Yüzünde parlayan nurun masumiyeti içinde Abdullah, “Babamla gidiyoruz” diye cevap verdi.
Kadın, bu masum cevap üzerinde pek durmadı ve asıl maksadını açıkladı. “Abdullah “ dedi. “Benimle şimdi evlenir misin?”
Abdullah’ın yüzü bir anda kıpkırmızı kesildi. Masumiyetini yırtmak isteyen bu teklife pek aldırmadı ve yoluna devam etmek istedi.
Fakat Rukiyye, ona sahip olmak istiyordu. Arzusunu bir başka teklifle câzib hale getirdi. “Eğer” dedi. “Benimle evlenmeyi kabul edersen, senin için kurban edilen develer kadar develerim var, onların hepsini sana vereyim!”
Abdullah, bu câzib teklife de iltifat etmedi ve iffetini sergileyen şu cevabı verdi:
“Haram öyle acıdır ki ölüm acısı onun yanında çok hafif kalır; helâl ise çok tatlıdır. Ey kadın, sen git, açıkça helâlinden ara! Şeref ve iffet sahibi olanlar, namuslarını ve dinlerini titizlikle korurlar. Onlar, namussuzluk demek olan bir işe nasıl teşebbüs ve cesaret edebilirler?”[6]
Bu asil cevabından sonra da, güzel Rukiyye’nin hüzün ve hayranlığı birleştiren bakışları önünde yoluna devam etti.
Günler sonra, evlenmiş bulunan Hz. Abdullah, aynı kadınla Mekke sokaklarında bir kere daha karşılaştı. Aynı Rukiyye, ona karşı en ufak bir arzu ve hasret belirtisi göstermedi; bilâkis, hissiz ve bakışları, hayranlık şöyle dursun, çok donuktu.
Abdullah sebebini sordu: “Ne oldu sana? Halin değişmiş!”
Rukiyye, “O gün, alnında esrarlı bir nur parlıyordu. O nur karşısında kendimden geçtim. Ama şimdi onu göremiyorum!” diye cevap verdi.
Evet, Hz. Abdullah’ın alnında parlayan nur artık yoktu.
Çünkü o nur Kâinatın Efendisine hamile olan, annelerin en büyüğü Hz. Âmine’ye intikal etmişti.
Aslında, Hz. Abdullah’a hayran ve meftun olan sadece bu kadın değildi. Kötü ahlâktan uzak, tertemiz ve en güzel haslet ve faziletlerle bezenmiş bu delikanlıya bütün Kureyş kızlarının gözleri çevrilmişti! Ama yüzündeki parlaklığın sırrına akıl erdiremeden; Hak Teâlâ’nın ona Ahir zaman Peygamberinin babası olmak gibi şereflerin en büyüğünü mukadder kıldığının hikmetini idrak edemeden!
Hz. Abdullah’ın, Hz. Âmine’yle Evlenmesi
Hz. Abdullah, gün geçtikçe büyüyor, büyümesiyle de gönülleri etrafında pervane gibi döndürüyordu. Fakat o, dönen pervanelerin hiçbirine iltifat etmiyor, iffet ve namusunu tertemiz koruyordu.
Çok sevdiği oğlunun evlenme çağına geldiğini gören Abdülmuttalib, bir an evvel onu mesut bir yuvaya kavuşturmak istiyordu. Ancak ona, her yönüyle denk birini bulmak gerekiyordu. Abdülmuttalib, bunu bulmada gecikmedi. Benî Zühre kabilesinin büyüğü Vehb b. Abdi Menaf’ın yanına vararak, kızı Âmine’yi oğlu Abdullah’a istediğini söyledi. Vehb, teklifi memnuniyet ve sevinçle karşıladı, sonra da şöyle konuştu:
“Ey amcamoğlu! Biz bu teklifi sizden önce aldık! Âmine’nin annesi, geçenlerde bir rüya görmüştü. Anlattığına göre, evimize bir nur girmiş, aydınlığı yerleri ve gökleri tutmuş. Ben de bu gece rüyamda, dedemiz İbrahim’i (a.s.) gördüm. Bana, ‘Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah ile kızın Âmine’nin nikâhlarını ben kıydım! Sen de onu kabul et’ dedi. Bugün sabahtan beri bu rüyanın tesiri altındayım. ‘Acaba ne zaman gelecekler?’ diye kendi kendime sorup duruyordum!”
Bunları duyan Abdülmuttalib sevincinden, “Allahü Ekber! Allahü Ekber!” diyerek tekbir getirdi.
Vehb’in kızı Âmine, hem güzellik, hem ahlâk, hem de neseb itibarıyla Kureyş kızları arasında en yüksek mevkiye sahipti. Her hususta Abdullah’a denkti ve henüz 14 yaşlarında bulunuyordu. Abdullah ise, bu sırada yirmi dört yaşlarında idi. Kısa zamanda düğün yapıldı ve Kâinatın Efendisini dünyaya getirecek mesut aile yuvası kuruldu.[7]
Hz. Abdullah’ın Vefatı
Evliliklerinin üzerinden henüz birkaç hafta geçmişti ki birçok kimsenin fark ettiği garip bir durum oldu: Hz. Abdullah’ın yüzündeki nur, Hz. Âmine’nin alnında parlamaya başladı. Demek ki artık Hz. Âmine, Kâinatın Efendisine hamile idi.
Evliliklerinin ilk ayları dolmuştu.
Hz. Abdullah, bir ticaret kervanına katılarak Suriye’ye gitti.
Gidiş, o gidiş oldu; Hz. Abdullah, bir daha Mekke’ye dönmedi. Aylar sonra Mekke’ye dönen ticaret kervanı arasında Hz. Abdullah yoktu. Sadece acı haberi vardı.
Hz. Abdullah, ticaret yolculuğundan dönüşte Medine’de hastalanmıştı. Ve onu orada dayılarının yanına bırakmışlardı.
Bu haberi alan Abdülmuttalib, derhal oğlu Hâris’i Medine’ye gönderdi. Haris, Medine’ye varıncaya kadar her şey olup bitmişti. Hz. Abdullah, Kâinatın Efendisi oğlunun bir kerecik olsun yüzünü görmeden ebedî âleme göç etmişti ve orada Adiyy b. Neccaroğullarından Nâbiğa’nın evinin avlusuna defnedilmişti.
Hâris, bu acı haberi alıp Mekke’ye getirdi. Mekke bir anda mâtem havasına büründü. Genç ihtiyar, küçük büyük arasında fark gözetmeyen ölümün, Abdullah’ı bu genç yaşında beklenmedik bir zamanda sînesine alışı, Abdülmuttalib ailesini derin bir üzüntüye boğdu. Mekke halkı da gözyaşlarıyla onların teessürüne iştirak etti.
Hele, henüz genç bir gelin olan Hz. Âmine’nin teessürünü tarif etmek imkânsızdı. Haberi duyduğu andan itibaren bir mum gibi erimeye yüz tuttu. Günlerce gözyaşlarını tutamadı. Ağladı, ağladı. O ağlarken, bütün insanlığın gözyaşını beraberinde getireceği nurla silecek ve acılarını dindirecek zâtın dünyaya gelişine ise iki ay gibi kısa bir zaman kalmıştı.
Hz. Âmine, hadiseden duyduğu derin üzüntüyü gözyaşları arasında şiirinde şöyle dile getirdi:
Artık Mekke’nin Betha kolu Hâşimoğullarından boş kaldı. Mekke, Hâşimoğullarının şânından mahrum kalacak artık!
Ölümün davetine uyarak, evinden örtüler ve kefenler içinde çıkıp kabre gitti.
Ölüm (yeryüzünde yıllarca dolaşıp dursa) insanlar arasında, Hâşimoğlu gibi bir yiğit bulup boşluğunu dolduramaz.
Dostları onun tabutunu taşımak için koşuştular, onu elden ele alıp götürdüler.
Ne yazık ki ecel, hiç beklenmedik bir zamanda onu çekip kendine aldı. Hâlbuki o, ne kadar güzel, ne kadar cömert ve ne kadar da merhametli biri idi![8]
Hz. Abdullah’ın Bıraktığı Miras
Hz. Abdullah, yeni evliydi. İstikbâlini temine yeni yeni hazırlanırken dünyaya gözlerini yummuştu. Bu sebeple maddî plânda geride son derece mütevazı bir miras bıraktı: Ümüm Eymen Bereke adında, Kâinatın Efendisini çok seven bir cariye, beş deve, birkaç koyun, bir kılıç ve bir miktar da gümüş para.[9]
Fakat geriye, Allah’ın lûtfuyla İki Cihanın Güneşi olacak hayırlı bir evlat bıraktı. Nuruyla âlemi aydınlatacak bir zât: Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (a.s.m.)…
_______________________________________
[1] Abdülmuttalib’in diğer (erkek) çocuklarının adları şöyledir: Abbas, Hamza, Ebû Tâlib (Abdi Menaf), Zübeyr, Hâris, Hacl, Mukavvim, Dırar, Ebû Leheb (Abdü’l-Uzzâ) [İbn Hişam, c. 1, s. 113; İbn Sa’d, c. 1, s. 88].
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 162; Taberî, Tarih, c. 2, s. 174.
[3] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 163; Taberî, Tarih, c. 2, s. 174.
[4] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 164; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1. s. 89; Taberî, Tarih, c. 2, s. 174.
[5] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 89.
[6] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 164; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 95-96.
[7] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 167; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1. s. 94.
[8] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 100.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 167; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 100.
Fil Hadisesi
Hidayet Güneşinin doğmasına az bir zaman kalmıştı. Kâbe’ye her taraftan insanlar akın akın gelip hac mevsiminde ziyaret ediyorlardı.
Kâbe’nin bu kadar çok ziyaretçi toplamasını birtakım kimseler hazmedemiyor ve rahatsızlık duyuyorlardı. Bunlardan biri de, Habeş Melikinin Yemen Vâlisi Ebrehe Eşrem idi.
Ebrehe, Kâbe’ye olan insan akınını önlemek için, Bizans İmparatorunun da yardımıyla önce San’a şehrinde Kulleys adında bir kilise yaptırdı. İçini büyük masraflar sonucu altın ve gümüşle süsledi, dışını çeşitli yerlerden getirttiği son derece kıymetli taşlarla donattı. Öyle ki o anda yaptırdığı kilisenin bir benzeri başka bir yerde yoktu!
Bu süs ve tezyinat ile Ebrehe, güya halkı buraya celbedecekti. Dolayısıyla Kâbe’ye karşı gösterilen muazzam teveccühü aklınca kırmış olacaktı!
Ebrehe, kilisenin inşası bittikten sonra, Habeş Hükümdarına, takdirini kazanmak niyetiyle de şu mektubu yazdı:
“Hükümdarım! Senin için öyle bir mâbed yaptırdım ki şimdiye kadar ne bir Arap, ne de bir Acem, onun gibisini yapmış değildir! Arapların haccını buraya çevirmedikçe de asla durmayacağım!”[1]
Fakat Ebrehe’nin bütün bu masraf ve gayretleri boşa çıktı. Yaptırdığı kilisenin müstesna tezyinatını ve muhteşem yapısını görmek için birçok kimse etraftan geldi. Ama sadece süsünü püsünü görmek için… Kâbe’ye olan akın, yine eskisi gibi, eksilmek şöyle dursun, artarak devam ediyordu!
Kulleys’in Kirletilmesi ve Ebrehe’nin Kararı
Ebrehe’nin, Kâbe’ye olan teveccühü kırmak niyetiyle muhteşem bir kilise yaptırdığı, Araplarca da duyulmuştu. Bu arada, Kinâne kabilesinden Nevfel adında biri, bu kiliseyi kirletmeyi aklına koydu. Bir gece yarısı giderek Kulleys’in içini dışını pisliğiyle kirletti; sonra da kaçıp memleketine döndü.
Bu hadise, insanların Kâbe’ye teveccühünün devam etmesinden fazlasıyla öfkelenmiş bulunan Ebrehe’yi bütün bütün çileden çıkardı. Hadiseyi Araplardan birini yaptığını da öğrenince, “Araplar, bunu, Kâbe’lerinden yüz çevirttiğim için yapıyorlar. Ben de onların Kâbe’sinde taş üstünde taş bırakmayacağım!” diye yemin etti;[2]sonra da, Kâbe’yi yıkmak gayesiyle Mekke üzerine yürümeye hazırlandı. Habeş Necâşîsinden “Mahmud” adındaki meşhur fili istedi. Necâşî, o sırada dünyada büyüklük ve kuvvetçe eşsiz olan Mahmud isimli fili, Ebrehe’ye göndererek onun arzusunu yerine getirdi.[3]
Ebrehe, ordusunu hazırladı, Mekke’ye doğru yola çıktı.
Mahmud adlı fille, ordunun önünde, Mekke’ye doğru ilerliyordu.
Bu arada, bazı Arap kabileleri, bu büyük orduya karşı çıktılar; fakat muvaffakiyet gösteremediler ve Ebrehe tarafından mağlup edildiler.
Ebrehe, ordusuyla Mekke’ye yakın Muğammis denilen mevkiye gelince, bir süvari birliğini öncü olarak gönderdi.
Süvari birliği, Mekke civarına kadar sokularak Resûl-i Ekrem Efendimizin dedesi Abdülmuttalib’in iki yüz devesi de dâhil Kureyş ve Tihamelilerin sürülerini gasp etti.[4]
Bu sırada, Abdülmuttalib, Kureyş kabilesinin reisi idi.
Ebrehe ve Abdülmuttalib
Ebrehe, bir elçiyle, Kureyşlilere şu haberi gönderdi:
“Ben sizinle harp etmek için değil, şu mâbedi yıkmak için geldim! Eğer bana karşı koymazsanız, kanınızı akıtmaktan vazgeçerim. Şayet Kureyş kabilesinin reisi benimle harp etmek istemiyorsa, yanıma kadar gelsin!”[5]
Kureyş Reisi Abdülmuttalib’in, elçiye cevabı şu oldu:
“Allah adına yemin ederiz ki biz kendisiyle harp etmek istemiyoruz. Zaten, buna gücümüz de yetmez. Yalnız, bu mâbed, Allah’ın evidir. Onu yıkılmaktan ancak Allah koruyabilir. O kendi mukaddes beytini muhafaza etmezse, bizde Ebrehe’yi bu hareketinden vazgeçirecek güç ve kuvvet yoktur.”[6]
Karşılıklı bu konuşmadan sonra Abdülmuttalib, elçiyle birlikte Ebrehe’nin yanına vardı.
Abdülmuttalib, heybetli bir görünüşe sahipti. Onu bu haliyle gören Ebrehe, içinden kendisine karşı gayriihtiyarî bir hürmet hissi duydu. Ona, şerefli bir misafir muamelesinde bulunduktan sonra, arzusunun ne olduğunu sordu.
Abdülmuttalib, isteğini belirtti: “Askerlerin, iki yüz devemi almıştır. Arzum, develerimin iadesidir.”
Ebrehe, bundan pek hoşlanmadı ve alaylı bir tavırla, “Seni görünce büyük bir adam zannetmiştim; konuşmaya başlayınca, pek de öyle büyük olmadığını anladım! Ben, senin ve atalarının tapınağı olan Kâbe’yi yıkmaya gelmişken, sen ondan söz etmiyorsun da aldığım iki yüz deveden bahsediyorsun!” diye konuştu.
Abdülmuttalib, Ebrehe’nin alaylı tavrına aldırmadan, “Ben, develerimin sahibiyim. Kâbe’nin de bir sahibi ve koruyucusu vardır; elbette onu koruyacaktır!” diye karşılık verdi.
Bu sözler, Ebrehe’yi hiddete getirdi ve şöyle konuştu:
“Onu bana karşı kimse koruyamaz!”
Abdülmuttalib, yine sözün altında kalmadı ve “Orası beni ilgilendirmez. İşte sen ve işte o!”[7]dedi.
Karşılıklı bu konuşmalardan sonra Ebrehe, Abdülmuttalib’in gasp edilen develerini geri verdi. Abdülmuttalib, ordugâhı terk ederek Mekke’ye geldi ve olup bitenleri Kureyşlilere anlattı. Ayrıca iki yüz deveyi de Allah için kurban etmek üzere işaretleyerek serbest bıraktı.
Mekke Boşaltılıyor!
Abdülmuttalib, ayrıca Ebrehe ordusunun şerrinden ve zulmünden korunmak için Mekke’yi boşaltmalarını, halka tavsiye etti. Kendisi de birkaç kişiyle birlikte Kâbe’nin yanına vardı ve kapısının halkasına yapışarak, “Allahım! Bir kul dahi evini barkını korur. Sen de Kendi evini koru! Ta ki yarın onların salîbleri ve kuvvetleri, Senin kuvvetine galebe çalmasın”[8]diye dua etti.
Mekke boşaltıldı. Halk, dağ başlarına ve kuytu yerlere sığınarak, Ebrehe ordusunun yapacaklarını beklemeye koyuldu.
Mekke mahzun, Kâbe mahzun, Kureyş mahzundu.
Ordu Harekete Hazır; Fakat!
Ertesi günün sabahı idi.
Mekke üzerine yürüyüp Kâbe’yi yerle bir etmek için, Ebrehe ordusunda hazırlık tamamdı. Ordu tek bir işaret beklemekte idi.
Tarih: Milâdî 571, 17 Muharrem Pazar günü.
Ordu, hareket edeceği sırada Ebrehe’ye kılavuzluk görevini üzerine almış bulunan Nüfeyl b. Habib adındaki adam, büyük fil Mahmud’un kulağına eğilerek şunları fısıldadı:
“Çök Mahmud! Sağ sâlim geldiğin yere dön. Sen, Allah’ın mukaddes saydığı beldedesin!”[9]
Bu sözleri söyledikten sonra da koşarak bir dağa sığındı.
Nüfeyl’in bu sözleri üzerine, o heybetli fil birdenbire çöküverdi.
Kaldırmak için her tedbire başvurdular, fakat bir türlü muvaffak olamadılar. Yönünü Yemen’e doğru çevirdiklerinde koşuyor, Şam’a doğru çevirdiklerinde yine koşuyor, doğu tarafına yönelttiklerinde aynı şekilde durmadan koşuyordu. Ancak yüzünü Mekke’ye doğru çevirdiklerinde, adeta bacaklarındaki kuvvet birdenbire çekiliveriyor ve Mahmud çöküveriyordu.[10]
Bu heyecanlı anda, kimsenin Fil-i Mahmud’un bu hareketine akıl erdiremeyip düşündüğü sırada, Cenab-ı Hak, “Celâl” ismiyle tecelli etti ve Kur’an’da “Ebâbil” diye adlandırılan kuşları, deniz tarafından, Ebrehe ordusunun üzerine salıverdi.
Kırlangıçlara benzeyen bu kuşların her biri, biri ağzında, ikisi de ayaklarında olmak üzere nohut veya mercimek tanesi büyüklüğünde üçer taş taşıyordu. Bu taşların isabet ettiği her asker, ânında yerde debelenip ölüveriyordu.[11]
Taş yağmuruyla karşı karşıya kalan askerler, şaşırıp kaldılar. Bir anda karargâh, yıkılan, yere serilen insan ve hayvanlarla doldu. Kendilerine taş isabet etmeyenler ise, kaçışmaya başladılar. Ebrehe de o anda canlarını zor kurtaranlar arasında idi. Fakat aldığı bir taş yarasıyla sonradan o da, arzusuna muvaffak olamadan ölüp gitti.[12]
Bu arada, Kâbe üzerine yürümemenin bir mükâfatı olarak Mahmud adındaki fil de sağ kurtuldu.
Cenab-ı Hak, Ebrehe ordusuna Ebâbil kuşlarını musallat ettikten sonra, ayrıca arkasından sel halinde yağmur yağdırdı. Yağmur seli, Ebrehe ordusunun ölülerini de silip süpürerek denize döktü.[13]
Yüce Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’inde bu hadiseyi bize şöyle haber verir:
“(Ey Resûlüm! Kâbe’yi tahrip etmek isteyen) Ashab-ı Fil’e (fillerle teçhiz edilmiş Ebrehe ordusuna) Rabbinin ettiğini görmedin mi? Onların kötü niyet ve teşebbüslerini boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürü sürü kuşlar salıverdi, onlara ‘siccil’den [pişmiş çamurdan] taşlar atıyorlardı. Derken Rabbin, onları (kurtlar tarafından kemirilip doğranan) yenik ekin yaprakları haline getirdi!”[14]
Bu hadise, Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberliğinin bir deliliydi.[15]Zira, dünyaya gözlerini açmaya pek az bir zaman kala meydana gelmiş ve doğum yeri, sevgili vatanı ve kıblesi olan Mekke ve Kâbe-i Muazzama, harika ve gaybî bir surette Ebrehe ordusunun tahribinden masun kalmıştır.
Evet, Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve hikmeti, elbette Habibinin yüzü suyu hürmetine bu muazzam mâbedi Ebrehe ordusuna çiğnetmeye müsaade etmezdi ve etmedi de!
___________________________________________
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 45; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 91; Taberî, Tarih, c. 2, s. 109.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 47; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 91; Taberî, Tarih, c. 2, s. 110.
[3] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 91.
[4] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 50; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 91; Taberî, Tarih, c. 2, s. 111.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 50.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 50.
[7] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 51; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 92.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 53; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 92.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 54.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 54; Taberî, Tarih, c. 2, s. 113.
[11] İbn Hişam, a.g.e., s. 54-55; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 92.
[12] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 56.
[13] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 92.
[14] Fil Suresi.
[15] Resûl-i Ekrem Efendimize risâlet vazifesi verilmeden önce, peygamberliğiyle alâkalı olarak meydana gelen hârikulâde hadiselere “irhasat” denir. Bu hadiseler, Efendimizin peygamberliğine delil teşkil ederler. Âlimler, Fil Vak’asını da irhasattan kabul etmişlerdir.
Resûl-i Ekrem Efendimizin Dünyaya Teşrifleri
Yeryüzünü mânevî bir karanlık kaplamıştı.
Mevcudat, beşerin zulüm ve vahşetinden adeta mâteme bürünmüştü. Gözyaşı döken gözler değil, ruh ve kalpler idi. Kalp ve ruhların keder, elem ve gözyaşına âlem de iştirak etmiş, sanki umumî yas ilan edilmişti!
Yeryüzü saadetin, sevincin ve huzurun kaynağı olan “tevhid” inancından mahrumdu. Küfür ve şirk fırtınası, ruhları ve kalpleri kasıp kavurmuştu. Gönüllerde tek mâbud yerine, birçok bâtıl ilâh yer almıştı! Hakikî sahibini arayan ruhların feryadı ortalığı çınlatıyordu.
İnsanlar, birbirini yiyen canavarlar misâli vahşîleşmiş, küfür, şirk, cehalet ve zulüm bataklığında boğulmaya yüz tutmuşlardı. Zâlimin zulüm kamçısı altında mazlum inim inim inler hale gelmişti.
Âlem mahzun, varlıklar mahzun, gönüller mahzun ve simalar mahzundu.
Akıl, ruh ve kalpleri mânevî kıskacı altına alıp olanca kuvvetiyle sıkan bu küfür ve şirke, bu dalâlet ve cehalete, bu hüzün ve sıkıntıya beşerin daha fazla katlanmasına Allah’ın sonsuz merhameti elbette müsaade edemezdi! Bütün bunlara son verecek bir zâtı, şefkat ve merhametinin bir eseri olarak elbette gönderecekti!
İşte, o zât geliyordu!
Dünyanın mânevî şeklini beraberinde getirdiği nurla değiştirecek eşsiz insan, Allah’ın Son Peygamberi geliyordu!
Cin ve inse ebedî saadetin yolunu gösterecek Hz. Muhammed (a.s.m.) geliyordu!
O An…
Kâinat, hürmet ve haşyet içinde Efendisini beklemekte idi. Her varlık, kendisine mahsus diliyle, hal ve hareketiyle bu emsâlsiz insana “hoş-âmedî”de bulunmak üzere sevinç içinde hazır durumda idi.
Tarih: Milâdî 571, Nisan ayının yirmisi.
Fil Vak’asından elli veya elli beş gece sonra.
Kamerî aylardan Rebiülevvel ayının on ikinci gecesi.
Mekke’de mütevazı bir ev. Günlerden Pazartesi. Vakit, vakitlerin sultanı seher vakti.
Bu mütevazı evde ve bu eşsiz vakitte muazzam ve eşsiz bir hadise vuku buldu: Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (a.s.m.), dünyaya gözlerini açtı!
Bu göz açışla birlikte âlem, sanki birden elem ve mâtemini unutarak sürura garkoldu. Karanlıklar, ânında nurla yırtılıverdi. Kâinat, sevinç ve heyecan içinde adeta, “Doğdu ol saatte Sultan-ı Din / Nura garkoldu semâvât-ü zemin” diye haykırdı.
Annesinin Dilinden…
Yeryüzünde hiçbir anneye nasip olmayan eşsiz şerefe mazhar kılınan aziz anne Hz. Âmine, o mesut ânı şöyle anlatır:
“Hamileliğimin altıncı ayında bir gece rüyada karşıma bir zât çıkıp dedi ki:
“‘Ya Âmine! Bil ki sen, âlemlerin hayrına hamilesin. Doğurunca ismini Muhammed koy ve halini hiç kimseye açma!’
“Derken, doğum zamanı gelmişti. Kayınbabam Abdülmuttalib, Kâbe’yi tavafa gitmişti. Evdeydim. Birden kulağıma müthiş bir ses geldi. Korkudan eriyecek gibi oldum. Bir de ne göreyim: Bir beyaz kuş peydahlanıp yanıma geldi ve kanadıyla arkamı sıvadı. O andan itibaren bende korku kaygı adına hiçbir şey kalmadı. Yanıma bir göz attım: Bana bir ak kâse içinde şerbet sunuyorlar. Kâseyi dikip içer içmez beni bir nur (denizi) sardı. Ve Muhammed dünyaya geldi.”[1]
Aziz anne, doğum sonrasını ise şöyle anlatır:
“Gördüm ki doğuda bir bayrak, batıda bir bayrak ve Kâbe’nin üstünde bir bayrak. Doğum tamamlanmıştı. Yavruya baktım: Secdede. Parmağını da göğe kaldırmış. Hemen bir ak bulut inip yavruyu kundakladı ve kapladı. Bir ses işittim: ‘Doğuları ve batıları dolaştırın, deryaları gezdirin; ta ki mahlûklar, Muhammed’i ismiyle, sıfatıyla, suretiyle tanısınlar!’ Biraz sonra bulut gözden kaybolup gitti.”[2]
Aynı gece Hz. Âmine, bir nur görmüş ve bu nurun aydınlığında Şam’ın saray ve köşklerini seyretmiştir.[3]
Şifa ve Fâtıma Hâtun’un Müşâhedeleri
Kâinatın Efendisi dünyaya teşrif buyurdukları sırada, aziz annesinin yanında Abdurrahman b. Avf’ın annesi Şifa Hâtun ile Osman b. Ebi’l-Âs’ın annesi Fâtıma Hâtun da vardı.
Ebelik vazifesinde bulunan Şifa Hâtun, o andaki müşâhedesini şöyle anlatır:
“Allah’ın Resûlü doğdukları zaman ben oradaydım. Hemen yetiştim. Kulağıma bir ses geldi: ‘Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun.’ Maşrık ile mağrıb arası nurla doldu. Hatta Rum diyarının bazı saraylarını gördüm! Sonra, Allah Resûlünü kucağıma alıp emzirmeye başladım. Üzerime öyle bir hal geldi ki vücudum titremeye başladı ve gözlerim karardı. Yavrucağı gözden kaybettim. Bir ses, ‘Nereye gitti?’ diye sordu. ‘Doğuya götürdüler’ diye cevap verildi.
“Bu sözler hiç zihnimden çıkmadı. O zamana kadar ki Allah Resûlü peygamberliğini ilan eder etmez, hemen koştum ve ilk Müslümanlarla beraber iman dairesine girdim.”[4]
Fâtıma Hâtun ise, hatırasında, o mesut gecede doğuma sahne olan evin nurla dolduğunu ve gökteki yıldızların adeta üzerlerine salkım salkım dökülecekmiş gibi sarktıklarını anlatmıştır.[5]
Peygamber Efendimizin bir başka hususîyeti, sünnetli ve dünyaya göbeği kesilmiş olarak gelmiş olmasaydı.[6]Sırtında, iki kürek kemiği arasında, tam kalbinin hizasında nebilik mührü “Hâtem-i Nübüvvet” bulunuyordu. Üzerleri tüylü, kabarık, kırmızımtırak inci gibi benlerin bir araya gelmesinden meydana gelmiş ve keklik yumurtası büyüklüğündeydi. Bu mühür, Resûl-i Ekrem Efendimizin beklenen son peygamber olduğunun bir alâmeti idi.
Ashaptan Sâib b. Yezid, Resûl-i Ekrem Efendimizin “Nübüvvet Mührü”yle ilgili olarak şöyle der:
“Çocukluğumda, teyzem beni Nebiyy-i Ekrem’in (a.s.m.) yanına götürüp, ‘Yâ Resûlallah! Şu yeğenimin ayağında ızdırabı var’ dedi. Resûlullah, eliyle başımı sığayıp, bana bereket dua etti. Sonra abdest aldı. Abdest suyundan içtim. Sonra arkasında durdum ve iki omuzu arasında, gerdek çadırının koca düğmeleri (yahut keklik yumurtası) gibi olan Hâtem-i Nübüvvet’i gördüm!”[7]
Hz. Ali de (r.a.), Resûl-i Ekrem’i tarif ve tavsif ederken, “İki küreği arası enli, kendisinin peygamberlerin sonuncusu olduğu, kürekleri arasındaki peygamberlik hâteminden belliydi” der.
Abdülmuttalib’e Verilen Müjde…
Kâinatın Efendisi Peygamberimiz dünyaya geldiği sırada, dedesi Abdülmuttalib, Kâbe civarında Kureyş’in ileri gelenlerinden birkaçıyla oturmuş, sohbet ediyordu.
Kendisine haber verildi. Son derece sevinen Abdülmuttalib, bir anda kendisini nur topu torununun yanında buldu: Kucakladı, öptü, kokladı. Sonra da, oğlu Ebû Tâlib’e teslim ederek, “Bu çocuk, sana emanettir. Bu oğlumun şânı şerefi yüce olacaktır” diye konuştu.
Abdülmuttalib, bu mesut hadisenin hatırı için Kâinatın Efendisinin doğumunun yedinci günü, develer, davarlar kestirerek Mekke halkına üç öğün ziyafet çekti; ayrıca şehrin her mahallesinde develer kurban ederek, insan ve hayvanların istifadesine bıraktı.
Nur Çocuğa İsim Verildi: Muhammed (a.s.m.)
Umumî ziyafetten sonra nur topu Efendimize ne ad koyduğunu, dedesinden sordular. Şu cevabı verdi:
“Muhammed…”
“Neden atalarından birinin ismini takmadın da bu ismi verdin?” dediler.
Cevabı şu oldu:
“Allah’ın ve insanların onu övmelerini istediğim için!”
Gerçekten, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz, Allah’ın, insanların ve meleklerin senâsına eşsiz bir surette mazhar olmuş, dünya üzerinde tek şahsiyettir. Çünkü o, bu övgüye, bu alâkaya, sevgiye ve bu hürmete lâyıktı. Bu medhi, bu muhabbeti; eşsiz imanı, irfanı, ibadeti, sadâkati, takvâsı, emaneti, cehd ve gayreti, ihlâs ve samimiyeti ve en güzel, en üstün ahlâkıyla haketmişti. Bunun içindir ki onun medih makamına erişecek hiçbir fani olmamış ve olamaz.
_____________________________________
[1] Kastalani, Mevahibü’l-Ledünniye, c. 1, s. 21.
[2] Kastalani, a.g.e., c. 1, s. 21.
[3] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 166; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 102; Taberî, Tarih, c. 2, s. 125.
[4] Kastalani, a.g.e., c. 1, s. 22.
[5] Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 267.
[6] Rivâyet edildiğine göre, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem de (a.s.) sünnetli olarak dünyaya gelmişti. Yine kaynaklar, peygamberlerden Şit, İdris, Nuh, Musa, Yusuf, Süleyman, Şuayb, Yahya ve Hud (aleyhimüsselam) hazeratının da dünyaya sünnetli olarak geldiklerini kaydederler.
[7] Buharî, Sahih, c. 1, s. 48; Müslim, Sahih. c. 7, s. 86.
Efendimizin Dünyaya Teşrifleri Sırasında Meydana Gelen Hârikâ Hâdiseler
Kâinatta en büyük hadise, hiç şüphe yok ki Kâinatın Efendisi Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) dünyaya teşrifleri hadisesidir.
Çünkü hilkat ağacının çekirdeği odur. Kadîr-i Zülcelâl, onun gelişini takdir etmemiş olsaydı, kâinat da, insan da olmayacaktı; dolayısıyla, imtihan dünyasının kapısı da açılmayacaktı. “Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nur-u Muhammedî, o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî, hem çekirdeği, hem semeresi [meyvesi] olur. Eğer dünya, mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur.”[1]
İşte, “Sen olmasaydın ey Habîbim, felekleri [kâinatı] yaratmazdım!” kutsî hadisi, bu sırra işaret etmektedir.
Ayrıca Efendimizin risâleti, diğer peygamberler gibi hususî değil, umumî ve cihanşümûldür. Buna binaen, elbette, dünyaya teşrifleri esnasında birtakım harika hadiseler vücuda gelecekti ve bu hadiseler, akıl ve basîret sahiplerini düşünceye sevkedecekti!
Nebiyy-i Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri esnasında belli başlı şu harika hadiseler meydana geldi:
Teşrif Ettikleri Gece Bir Yıldız Doğdu
Yahudiler arasında birçok âlim vardı. Bunlar, kitaplarında Allah Resûlünün geleceğini görüp öğrenmişlerdi. Yıldızlardan hüküm çıkarmada da usta sayılırlardı. Efendimizin doğumu gecesinde bir yıldız parlamış ve Yahudi âlimler bu yıldızdan Ahir zaman Peygamberinin dünyaya teşrif ettiklerini anlamışlardı.
Resûl-i Zîşan’ın meşhur şâiri Hassan b. Sâbit (r.a.), bu hususu şöyle anlatmıştır:
“Ben, sekiz yaşlarında var, yoktum. Biliyorum. Bir sabah vakti, Yahudinin biri ‘Hey Yahudiler!’ diye çığlık atarak koşuyordu. Yahudiler, ‘Ne var, ne yırtınıyorsun?’ diyerek adamın başına üşüştüler. Yahudi şöyle haykırıyordu:
“‘Haberiniz olsun: Ahmed’in yıldızı bu gece doğdu! Ahmed bu gece dünyaya geldi.’”[2]
İbni Sa’d’ın naklettiği konuyla ilgili bir rivayette ise, şöyle denilmektedir:
“Mekke’de oturan bir Yahudi vardı. Allah Resûlünün doğdukları gecenin sabahı Kureyşlilerin karşısına çıktı ve sordu: ‘Bu gece kabilenizden bir oğlan çocuk doğdu mu?’ Kureyşliler, ‘Bilmiyoruz’ cevabını verince, adam sözlerine devam etti: ‘Varın, gidin, soruşturun, arayın. Bu ümmetin peygamberi bu gece doğdu. Sırtında alâmeti var.’
“Kureyşliler, varıp soruşturdular ve gelip Yahudiye haber verdiler: ‘Bu gece Abdullah’ın bir oğlu dünyaya geldi; sırtında bir nişan var.’
“Yahudi, gidip peygamberlik alâmetini gördü ve aklını kaybetmişçesine şöyle haykırdı:
“‘Peygamberlik artık İsrailoğullarından gitti! Kureyşlilere öyle bir devlet gelecek ki haberi doğudan batıya kadar ulaşacaktır.’”[3]
Demek, gökkubbe, pırıl pırıl yıldız kandilleriyle, Resûl-i Kibriya Efendimizin gelişini alkışlıyordu.
Medâyin’deki Kisrâ Sarayından 14 Burç Çatırdayarak Yıkıldı
Kâinatın Efendisinin doğduğu geceydi. Saatler, doğum anlarını gösteriyordu.
Derin uykuya dalan Medâyin şehri, korkunç bir çatırtı ve gürültü sesiyle uyandı. Hükümdarla birlikte halk da heyecan içinde yataklarından fırladı. Manzara korkunçtu ve telâş verici idi: Hükümdar Sarayının o sapasağlam burçlarından 14’ü, çatırdayarak yıkılıvermişti!
Geceyi korkular içinde geçiren Kisrâ, sabaha çıkar çıkmaz memleketinin dinî reislerini derhal bir toplantıya çağırdı. Toplantıda, cereyan eden hadisenin neyin nesi olduğunu görüşeceklerdi.
Kisrâ, tacını giymiş, tahtına oturmuştu. Henüz müzâkereye başlamamışlardı ki doludizgin yaklaşan bir atlı, elinde bir mektup getirdi. Mektupta, İstahrabad’da binlerce seneden beri ışıl ışıl yanan ateşlerinin söndüğü haber veriliyordu.
Bu haber, Kisrânın korku ve heyecanını daha da artırdı.
Bu sırada toplantıda bulunan İran Başkadısı Mûbezan, söz alarak, gördüğü bir rüyayı anlattı: “Gördüm ki yüzlerce kükremiş deve, önlerinde şaha kalkmış Arap atları olduğu halde Dicle suyunu geçti ve İran topraklarına yayıldılar.”
Kisrâ, doğru sözlü, bilgili ve adaletli Mûbezan’ın bu rüyasını da manalı buldu. Sinirleri fazlasıyla gerilmişti. Bu muammayı çözmek istiyordu. Bilgisine ve irfanına güvendiği Mûbezan’a sordu: “Peki, bu neye işaret olabilir?”
Başkadının cevabı kısa ve öz oldu: “Araplar tarafından çok önemli bir şeyler olacağına işaret olabilir!”
Kisrâ, bunun üzerine derhal Hire Vâlisi Numan b. Münzir’e bir mektup yazdı. Mektupta, “Bana orada bulunan âlimlerden, suallerime cevap verebilecek kudrette biri varsa gönder!” diyordu.
Mektubu alan Numan, işin ciddiyetini anladı ve derhal Abdü’l-Mesih b. Amr adında bir bilgini Medâyin’e gönderdi.
Gelen âlimi, hükümdar, derhal huzura kabul etti. Cereyan eden hadiseleri anlattıktan sonra, kendisinden bu hususta bilgi istedi.
Abdü’l-Mesih, Kisrâya, hadiseler hakkında bir bilgi veremeyeceğini söyledi ve ilave etti: “Şam yakınında Cabiye’de oturan dayım Satîh’te, bunlara cevap verecek bilgi vardır.”
Bunun üzerine Kisrâ, Abdü’l-Mesih’i, gidip, Satîh’ten hadiseler hakkında bilgi almak üzere vazifelendirdi.
Meşhur Şam kâhini Satîh, kemiksiz, adeta âzâsız bir vücut, yüzü göğsü içinde bir acube-i hilkat ve çok yaşlı bir kâhindi. Daima sırtüstü yatardı. Bir yere götürülmek istendiği zaman bohça gibi katlanırdı. Gaibten verdiği doğru haberler, o zamanın insanları arasında meşhurdu.
Abdü’l-Mesih, dağ taş demeden yol alarak, dayısı Satîh’in yanına vardı. O sırada Satîh, hayatının son anlarını yaşıyor, şiddetli hastalık içinde kıvranıyordu. Hastalığın şiddeti dudaklarından konuşma kudretini de alıp götürmüştü ki gelen adamın ne selamını alabildi ve ne de konuşabildi.
Fakat Abdü’l-Mesih olup bitenleri anlatınca, iş birden değişiverdi. Ölüm döşeğinde ecelle pençeleşen Satîh, gözlerini birden açtı ve sanki kabir kapısına değil, dünya evinin kapısına yeni ayak basacakmış gibi canlanarak heyecan içinde haykırdı: “Ey Abdü’l-Mesih! İlâhî vahyin okunması çoğalacak! Asâ’nın sahibi, peygamber olarak gönderildi. Semâve vadisini su bastı, Farsların ateşi söndü. Artık Şam da Şam değil Satîh için… Şunu bil ki zaman üzerinde hükmü geçerli olan Mutlak Hâkim, böyle istedi ve gelen peygamberle nebilik ipinin iki ucunu düğümledi.” Derin bir nefes çektikten sonra da ilave etti: “Sasanîlerden, yıkılan burç sayısınca hükümdar gelecek ve sonra hüküm yerini bulacaktır.”[4]
Bu cümleler, Satîh’in dudaklarından dökülen son sözler oldu. Sanki bu gerçeği dile getirmek için bekleyip durmuştu. Sözlerini bitirir bitirmez gözlerini kapadı ve ruhunu Yüce Allah’a teslim etti.
Meşhur Kâhin Satîh, bu sözleriyle açıkça ahir zaman Peygamberinin dünyaya gelmiş olduğunu haber veriyordu.
O âna kadar bir benzeri görülmemiş bu hadise, dünyaya o gece şeref veren zâtın, beraberinde getirdiği sönmez nurla, Mazdeizmin[5]karanlık inancı içinde kıvranan İran saltanatını ortadan kaldıracağına işaretti. Nitekim tarih buna da şahit oldu ve hadiseler Satîh’in haber verdiği gibi cereyan etti: İran devleti, altmış yedi yıl süren on dört hükümdarın idaresinden sonra, Kadisiyye’de Hâtemü’l-Enbiya’nın ordusu tarafından İslam topraklarına katıldı.
Kâbe’nin İçini Karanlık ve Kirlere Boğan Putların Pek Çoğu Başaşağı Yıkıldı
Kureyş müşrikleri, Allah’ın tek mâbud oluşunun ilk olarak âbideleştiği yer olan Kâbe’yi, putlarla, karanlıklara boğmuşlardı. Ne var ki henüz tevhid temsilcisi Resûl-i Kibriya’nın dünyaya gözlerini açması karşısında bile çoğu, yerlerine kurşunla perçinlenmiş bu putlar, hadisenin azametine dayanamayarak yerlere yıkılıverdiler.
Bu hadisenin ifade ettiği mana büyüktü: Dünyaya teşrif eden bu zât, kendisine verilecek vazife gereği, kapkaranlık şirk inancını ortadan kaldıracak, gönüllerde pâk, nezih ve saadet dolu tevhid inancını bayraklaştıracaktır.
Dünya buna da şahit oldu: O Resûl-i Zîşan, kısa zamanda Kâbe’yi cansız putlardan temizlediği gibi, gönüllerdeki putları da İslam imanıyla yok ediverdi.
İstahrabad’da Bin Seneden Beri Yanmakta Olan, Mecûsîlerin Kocaman Ateş Yığınları Bir Anda Sönüverdi
Mecûsîler, bu ateş yığınını kendilerine ilâh kabul etmişlerdi. Efendimizin dünyaya teşrifleriyle birlikte bu kocaman ateş, sanki okyanusların istilâsına uğramış basit bir ateşmiş gibi sönüverdi.
Demek ki gelen zât, putperestlik gibi, ateşperestliği de bir çırpıda ortadan kaldıracak ve yeryüzünü tevhid meş’alesiyle aydınlatacaktı.
Takdis Edilen Meşhur Sava (Taberiyye) Gölü Bir Anda Kuruyuverdi
Bu da, gelen zâtın, Allah’ın izniyle olmayan şeylerin takdis edilmesini yasaklayacağının ifadesiydi.
Dünyaya Teşrifleri Ânında, Şark ve Garbı Küçük Bir Oda Gibi Aydınlatan Bir Nur Görüldü
Demek ki dünyaya gelen zâtın tebliğ edeceği din, şark ve garbı bütün ihtişamıyla kucaklayacak, insanlığın beşte birini şefkatle sînesinde terbiye edip okşayacaktı.
Semave Vadisi, Taşan Seller Altında Kalıp Suya Garkoldu
Resûl-i Kibriya Efendimizin dünyaya gözlerini açtıkları geceydi.
Taşan seller Semave vadisi ve Semave şehrini sular altında bıraktı. Şehir halkı, dehşet içinde kalarak, çareyi dağlara ve tepelere sığınmakta buldu. Sonra da, bir mektup yazarak, durumu Kisrâya bildirdiler ve kendisinden yiyecek ve içecek yardımı istediler.
Gökkubbeden Salkım Salkım Yıldızlar Döküldü
Nebiyy-i Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri gecesinde, hazan yaprağı gibi, gökkubbeden yıldızlar döküldü.[6]Bu hadise de şuna işaret ediyordu:
Bundan böyle şeytan ve cinlerin gökten haber almaları son bulmuştur! “Madem Resûl-i Ekrem (a.s.m.), vahiyle dünyaya çıktı; elbette yarım yamalak ve yalanlarla karışık, kâhinlerin ve gaibten haber verenlerin ve cinlerin ihbaratına [haberlerine] set çekmek lâzımdır ki vahye bir şüphe iras etmesinler ve vahye benzemesin. Evet, bi’setten evvel kâhinlik çoktu. Kur’an, nâzil olduktan sonra onlara hâtime çekti; hatta çok kâhinler imana geldiler. Çünkü daha cinler taifesinden olan muhbirlerini bulamadılar.”[7]
O âna kadar görülmemiş bu hadiselerin, Resûl-i Ekrem’in doğumu sırasında meydana gelmeleri, elbette tesadüfî değildi. Ezelî Kudret’in kader kaleminin tayin ve tespitiyle vücuda geliyorlardı ve dünyaya, Ahir zaman Peygamberi Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zuhurunu haber veriyorlardı!
[1] Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, s. 106.
[2] Kastalani, Mevahibü’l-Ledünniyye, c. 1, s. 22.
[3] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 162-163.
[4] Taberî, c. 12, s. 131-132.
[5] Mezdek (Mazdek) adında birinin kurduğu, eski İran’da dinî bir mezheptir. Zerdüşt tarafından va’z edilen Maniheizmin ıslah edilmiş bir şekli olarak gören ve kabul edenler de vardır. Bu mezhebin bilinen belli başlı hususîyeti, mülkte ve kadınlarda iştiraki kabul etmesidir. Bunun yanında, zühdle ilgili olarak hayvanları öldürmek ve etini yemek de, bu mezhebin yasakladığı şeyler arasındadır (İslam Ansiklopedisi, c. 8, s. 201-205).
[6] Taberî, Tarih, c. 2, s. 131; Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 726-733; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 161-163.
[7] Bediüzzaman Said Nursî, a.g.e., s. 163.
Peygamberimizin Sütanneye Verilmesi
Efendisine kavuşan kâinat artık şen idi. Beşeriyetin kalbine nur ve huzur sunacak zâtı sînesinde barındıran Arabistan’ın kalbi, sevincinden adeta duracak gibiydi.
Kâinatın eşsiz hadisesine sahne olan Mekke, adeta ulvî âlemlere uçmak istiyormuşçasına heyecanlı ve mesrur idi.
Hz. Âmine, huzurlu ve sürurlu idi. Nur topu yavrusu, tatlı tebessümleriyle, kocasının vefat acısını bir nebze unutturduğu gibi, istikbâle ümitle bakmasını da sağlayan tek tesellisi idi.
Bahtiyar Âmine, şerefli yavrusunu ancak bir hafta kadar emzirebildi. Bundan sonra Ebû Leheb’in cariyesi Süveybe Hâtun, Kâinatın Efendisine sütanne oldu ve onu günlerce emzirdi.[1]
Süveybe Hâtun, daha önce de Hz. Hamza’yı emzirmişti. Böylece, Resûl-i Kibriya Efendimizle muhterem amcası arasında bir de süt kardeşliği bağının kurulmasına vasıta olmak gibi bir bahtiyarlık ve şerefe erişmiş oluyordu.
Kendisine yapılan iyiliklerin en küçüğünü dahi unutmayacak ve onu karşılıksız bırakmayacak kadar büyük bir fazilet ve yüksek bir vefa duygusunun sahibi olan Fahr-i Âlem Efendimiz, zâtına bir müddet sütannelik yaptığı için Süveybe Hâtun’u hayatı boyunca unutmadı. Onu sık sık ziyaret eder, her gördüğünde kendisine bol ihsan, iltifat ve ikramda bulunurdu.
Evet, vefa Fahr-i Âlem Efendimizin dünya yüzüne getirdiği güzel ahlâkın temeli idi. Onun tertemiz, nezih hayatında vefasızlığı ihsas eden en ufak bir davranışa rastlanamaz.
Onun fazilet ve vefa duygusundan ders alan muhterem zevceleri Hatice-i Kübra da, evine sık sık gelip giden Süveybe Hâtun’u hürriyetine kavuşturmak için bir ara satın almak istediyse de, Ebû Leheb buna yanaşmadı. Ancak Resûl-i Kibriya Efendimiz, Medine’ye hicretinden sonra, Ebû Leheb, Süveybe’yi kendiliğinden azat etti.[2]
Ebû Leheb, Peygamberimizin öz amcası idi. Sonraları Resûl-i Ekrem’in risâletini tasdik ve ikrar etmediği gibi, hayatı boyunca da putperestlikten vazgeçmeyerek karşısına en büyük bir düşman olarak dikilmekten geri durmadı. Bu sebeple Allah’ın lânetine maruz kaldı ve cariyesi Süveybe Hâtun’un bir tırnağı kadar değer kazanamadı. Hatta Süveybe Hâtun sebebiyle ahirette bir nebze lûtfa mazhar olduğu da anlatılmıştır.
Onu, ölümünden sonra rüyada görmüşlerdi. Cehennemin şiddetli azabı içinde feryat edip duruyordu. Kendisine sordular: “Neden feryat ediyorsun? Neyin var?”
Ebû Leheb, “Neyim olacak? Susuzluk beni ateşten kavuruyor! Hayatımda hiçbir hayır görmedim. Sadece bir tek hayır buldum: Muhammed’i emziren Süveybe’yi azat ettiğim için, bana da şuradan emip sulanmak imkânı bağışlandı” diyerek şehâdet parmağını gösterdi.[3]
Hadise, gerçekten ibret vericidir. Kâinatın Efendisine hayatı boyunca kötülük, eziyet ve hakaret etmekten geri durmayan Ebû Leheb gibi azılı bir İslam düşmanı, sadece onu emziren Süveybe Hâtun’u azat ettiği için böylesine İlâhî bir kerem ve lûtfa mazhar oluyor ve cehennemde azabı bir nebze hafifletiliyordu. Demek ki sadece Sevgili Peygamberinin zâtına değil, zâtına hizmet etmiş olanlara yapılan iyilikleri de Cenab-ı Hak, lûtfu ve keremi ile karşılıksız bırakmıyordu!
Bunun yanında, dünyada Kâinatın Efendisini kendilerine her hususta mutlak imam ve rehber kabul edip, sünnet-i seniyyesine ittiba etmekten şeref duyan gerçek mü’minlere, ebedî âlemde ne büyük ikram ve İlâhî ihsanların hazırlanmış olduğu düşünülsün!
Çocukları Sütanneye Verme Âdeti
Mekke’nin havası sıcak ve sıkıntılı idi. Çocukların körpe vücutlarına yaramazdı ve onların sıhhatli büyümelerine elverişli değildi. Çölde ise, hava güzel, su tatlı ve temiz, hayat serbest, iklim ise mûtedil idi. Ayrıca çölde yaşayan bazı kabilelerin dilleri de çok daha düzgün ve pürüzsüzdü; asliyet ve tazeliğini koruyordu. Ahlâkları da temizdi.
İşte, buna binaen o sırada Kureyş eşrafı ve ileri gelenleri, daha sıhhatli ve gürbüz yetişmeleri ve ayrıca düzgün, aslına uygun Arapça öğrenip konuşabilmeleri için, Mekke’nin dışında çölde yaşayan kabile kadınlarına ücretle emzirmek üzere çocuklarını teslim etmeyi bir âdet haline getirmişlerdi. Çocuk iki üç sene, bazen daha fazla sütannenin yanında kalırdı.
Bu sebeple de, yaylalarda yaşayan birçok kabile, bilhassa Sa’d b. Bekr kabilesi kadınları, senede birkaç defa kafile halinde Mekke’ye inerler ve yeni doğan çocukları emzirmek üzere yanlarına alıp tekrar yurtlarına dönerlerdi.
Mekke civarındaki kabileler arasında Sa’d b. Bekr kabilesi, bilhassa şerefte, cömertlikte, mertlikte, tevâzuda ve Arapçayı düzgün konuşmakta temâyüz etmiş ve ün kazanmış bir kabileydi. Bu yüzden, Kureyş ileri gelenleri, daha çok bu kabile kadınlarına çocuklarını teslim etmek isterlerdi.
Benî Bekir Kabilesi Kadınlarının Mekke’ye Gelişi
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Süveybe Hâtun tarafından emziriliyordu.
O sırada, Sa’doğulları yurdunda o âna kadar pek az görülmüş şiddetli bir kuraklık hüküm sürüyordu. Kuraklığın netice verdiği kıtlık, kabile halkını yoksul ve perişan bırakmıştı. Öyle ki yiyecek bir şeyler bulmada bile zorluk çekiyorlardı. Develeri, koyunları zayıflamış ve sütleri kesilmişti.
Bu şiddetli kıtlık ve kuraklık yılında da Benî Bekir kadınları, emzirecek çocuk bulmak ve bu suretle bir nebze geçimlerini temin etmek maksadıyla Mekke’ye oldukça kalabalık bir kafile halinde geldiler.
Gelen kadınların biri müstesna hepsi, kendilerine münasip birer çocuk buldular. Gariptir ki hiçbiri yetim oluşundan dolayı Sevgili Peygamberimizi almaya yanaşmadı. Çünkü pek fazla bir ücret ve yardıma kavuşmayacaklarını düşünüyorlardı!
Mekke’ye geç giren, sadece bir kadın vardı. İffeti, temizliği, hilim ve hayâsı, yüksek ahlâk ve fazileti ile kabilesi arasında tanınmış bir kadın. Kocasıyla nöbetleşe yaşlı ve zayıf merkeplerine bindiklerinden, kafileden geride kalmıştı. Mekke’ye girdiğinde, yeni doğmuş Kureyş çocukları, biri müstesna, diğerleri önde giden Bekroğulları kadınları tarafından kapışılmıştı. Ve o, Mutlak Kudret Sahibinin kader ve hikmetiyle, emzirmek üzere kimseyi bulamadı.
Kocası Hâris de üzgündü. Arkadaşlarının hepsi varlıklı ailelerin çocuklarını aralarında paylaşmışlardı. Sadece işin zâhirî bir sebebi olan gecikmek yüzünden eli boş kalan, bir kendisi vardı.
Solgun ve üzgün bir çehre içine gömülü bu iffetli kadın, İlâhî Kader’in kendisi için çizmiş olduğu nezih programdan habersiz, Mekke sokaklarında münasip bir çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde çaresiz dolaşıyordu.
Bir ara, görünüşüyle etrafın hürmetini celbeden mûnis simalı yaşlı bir zâtla karşılaştı. Bu zât, Kâinatın Efendisinin dedesi Abdülmuttalib’ti. Sanki birbirlerinin derdine derman olmak için dolaşıp duruyormuşlar gibi bakıştılar. Sonra da konuşmaya başladılar:
Abdülmuttalib, “Sen neredensin?” diye sordu.
Kadın, “Benî Sa’d kabilesi kadınlarından…” cevabını verdi.
“Adın ne?”
“Halîme!”
Abdülmuttalib, “Ne güzel, ne güzel! Sa’d ve hilm, iki haslettir ki dünyanın hayrı da, ahiretin izzet ve şerefi de bunlardadır” dedikten sonra derin bir iç çekti; arkasından da Halîme’ye, “Ey Halîme! Yanımda yetim bir çocuk var. Onu Sa’doğulları kadınlarına teklif ettim, kabul etmediler. Bâri, gel sen ona sütanneliği yap. Belki, onun yüzünden bahtiyarlığa, bolluk ve berekete erersin!” dedi.
Halîme, beklenmedik bu teklif karşısında önce tereddüt geçirdi. Fakat yurduna eli boş dönmek istemiyordu. Bunun için tereddüdünü yendi ve teklifi içinden kabul etti. Ancak kocasına sormadan ve ondan izin almadan cevabını izhar etmek istemedi. Hemen kocasının yanına döndü. Olup bitenleri anlattıktan sonra, “Emzirecek çocuk bulamadım. Arkadaşlarım arasında eli boş dönmeyi de hoş görmüyorum. Vallahi, ben de gidip o yetimi (!) alacağım” dedi.
Kocası Hâris, fikrine iştirak etti: “Almanda bir beis yok. Belki de Allah, onun yüzünden bize bereket ve hayır ihsan eder.”[4]
Bunun üzerine, dönüp Abdülmuttalib’in yanına geldiler.
Abdülmuttalib, Halîme’yi alıp Sevgili Peygamberimizin nurlandırdığı Hz. Âmine’nin mütevazı evine götürdü.
Halîme, Efendimizin başucuna vardı.. Nur topu Efendimiz, yünden beyaz bir kumaşa sarılı, yeşil iplikten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyuyordu. Etraf misk gibi kokuyordu!
Halîme, hayret içinde kaldı. Nur yüzlü Efendimize, ânında içi ısınıverdi. Öylesine ki uyandırmaya bile gönlü râzı olmadı!
Artık hüzün ve ızdırap bulutu Halîme’yi terk etmişti. Sevincinden uçacak gibiydi. Çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde kıvranıp dururken, birden böylesine güzel bir yavruyla karşı karşıya gelmek; ne büyük bahtiyarlıktı!
Halîme, fazla dayanamadı. Kâinatın Efendisinin başucuna iyice yaklaştı. Yorganın ucunu hafiften kaldırdı. Pamuktan yumuşak, kar gibi beyaz, gül gibi kokan ellerinden, mübarek alınlarından sevgi ve bir anne şefkatiyle öptü.
O anda, Peygamber Efendimiz de gözlerini açtı ve Halîme’nin bûsesine tatlı bir tebessümle cevap verdi. Anlaşmışlardı!
Biri, çocuk bulamamanın ızdırabıyla bitkin ve mahzun; diğeri, kadınlar tarafından reddedilen nur yetim! Kader, ikisinin de âlemini sevinçle doldurdu!
İlk Bereket
Artık nur topu Efendimiz, gönlünü cezbettiği Halîme’nin kucağındaydı.
Fakat bu da ne? Günlerdir zorla süt bulan göğüsler, Efendimiz emmeye başlar başlamaz derhal sütle doldu. Sanki, her bir meme bir süt çeşmesi kesilmişti birden…
Halîme şaşırdı, kocası Hâris hayretler içinde kaldı.
Sağ meme Kâinatın Efendisinin ağzında, sol meme artık ona süt kardeşi olan Halîme’nin oğlu Abdullah’ın ağzında. Ve Kâinatın Efendisi, bundan böyle hep sağ memeyi emecektir!
Devenin Memeleri Sütle Doldu
Halîme, nur yetimi kucağından bir an bile indirmeye râzı değil. Hemen Abdülmuttalib ve Hz. Âmine ile vedalaşarak Mekke’den ayrıldılar.
Âmine’nin hüznüne gözyaşları da karıştı ve adeta bir bulut olup nur yavrusunun peşinden koştu.
Gece Hâris ailesi, Mekke dışında rahat bir uyku çekti. Sabahleyin, Haris develeri sağmaya koştu. Elini attığı her meme bir süt çeşmesi oluvermişti. Hayretler içinde Halîme’ye seslendi: “Ey Halîme! Bil ki sen, çok mübarek ve hayırlı bir çocuk aldın!”
Halîme, kocasını tasdik etti: “Vallahi, ben de öyle olmasını ümit ediyorum!”[5]
Mekke artık gerilerde kalmıştı.
Halîme dişi merkebinin üstünde, kucağında ise Kâinatın Efendisi vardı. Merkep, o zayıf, güçsüz ve arkadaşlarından geride kalan merkebe de ne oluyor? Bu ne sürat, bu ne hızlı yürüyüş! Sanki, gelişinde bindikleri merkep bu değildi.
Kafiledeki bütün hayvanları geçip geride bırakınca, Halîme’nin yol arkadaşları şaşırdılar ve hayretler içinde sordular: “Ey Ebû Zueyb’in kızı! Yazıklar olsun sana! Bizi neden beklemiyorsun? Yoksa, bindiğin merkep, gelirken beraberindeki merkep değil mi?
Merkep aynı merkepti; bir farkla, şimdi üzerinde biri vardı: Kâinatın Efendisi. Onu taşımanın şerefi, o zayıf, nahif hayvanı da coşturmuştu!
Halîme, arkadaşlarına cevap verdi: “Hayır, vallahi merkep aynı merkep. Hatta ben onu sürmüyorum bile; kendi kendine böyle süratli gidiyor. Bunda bir gariplik var!”[6]
Ne yazık ki henüz kafiledekilerin hiçbiri, bu farklılığın nereden ve niçin geldiğini bulabilme basîretine sahip değildi.
Evet, bütün bu olup bitenler, nur yüzlü yavrunun, istikbâli bütün haşmetiyle kucaklayacağına birer açık işaretlerdi!
PEYGAMBER EFENDİMİZ, SA’D OĞULLARI YURDUNDA
Bütün bu garipliklerden sonra, Halîme ve kocası, yurtlarına vardılar.
Artık nur yüzlü Kâinatın Efendisi, Sa’d oğulları yurdundaydı.
O sırada, Sa’d oğulları beldesinde müthiş bir kıtlık ve kuraklık hâkimdi: Bereketi kesilmiş topraklar, susuz kuyu ve çeşmeler, solgun yüzler ve zayıflikten ayakta duracak mecali kalmamış hayvanlar…
Fakat Peygamber Efendimizin ayak bastığı hânenin manzarası birden değişiverdi. Daha önce yiyecek ot bulamayan hayvanları, şimdi tıkabasa doyuveriyorlardı. Memeleri dolup taşıyor, bir rahmet çeşmesi gibi devamlı süt akıtıyorlardı. Solgun yüzler yoktu artık Halîme’nin evinde…
Beldenin sâir sâkinleri, yine kıtlık içinde, yine sıkıntı çemberinde kıvranıyorlardı! Hayvanları hâlâ zayıf, nahif ve istenilen sütü veremiyordu!
Sanki, Peygamberimizi “yetim” diyerek almayanlar, maruz kaldıkları mahrumiyet içinde bırakılmakla cezalandırılıyorlardı.
Yayla halkı, gözleriyle gördükleri bu durum karşısında meraklarından çatlayacak hale gelmişlerdi. Olup bitenlere bir mana veremiyorlardı. Kabahati çobanlarında buluyorlar ve onlara çıkışıyorlardı: “Gidin, görün bakalım! Halîme’nin çobanı, koyunlarını nasıl doyurmuş? Yürürken memelerinden şıpır şıpır süt damlıyor! Kim bilir, koyunlarını nerede otlatıyor! Siz de onun gittiği yere gidip koyunları orada otlatsanız ya!”
Çobanlar, efendilerinin bu çıkışlarında haksız olduklarını, adları gibi biliyorlardı. Halîme’nin çobanının koyunlarını otlattığı yerin, kendilerinin otlattığı yerden hiçbir farkı yoktu. Bunun için de itiraz ediyorlardı. Ama itirazları hiçbir fayda vermiyordu. Efendilerinin bu sefer şu sözlerine muhatab oluyorlardı:
“Peki, sizin sürülerin koyunları açlıktan kendilerini zar zor taşıyorlar da, onunkiler neden tıkabasa tok, hem de memeleri sütle dolu olarak dönüyor?”
Ne çobanlar ve ne de efendileri bu soruya cevap bulamıyorlardı; sadece birbirlerine hayret ve şaşkınlık dolu bakışlarla bakıp kalıyorlardı!
Elbette bunun bir sebebi vardı ve bu sebebi, henüz o zaman Hz. Halîme ile kocasından başkası bilmiyordu. Çobanların gelip sebebini sormaları üzerine, Halîme onlara şu cevabı verdi:
“Vallahi, bu iş ne ot, ne de otlak işidir! Bu iş, Rabbimin sırlarından bir sırdır. Her şey Mekke’den dönüşümüzle birlikte başladı!”
Tabii ki çobanlar, bu sözlerden pek bir şey anlamıyorlardı ve meraklarından da kurtulamıyorlardı.
Yayla halkının akıl erdiremediği sır şuydu:
Kâinatın yegâne sahibi olan Allah, en sevdiği insan olan Peygamberimizi evlerine misafir etme âlicenablığını gösterdiklerinden dolayı Halîmelerin evine rahmet hazinesinden bol bol ihsan ve ikramda bulunuyordu.
Halîme ve kocası, bunun gayet iyi farkında idiler. Bu sebeple nur yavruya bambaşka bir gözle bakıyorlardı. Adeta onu uçan kuştan, doğan güneşten koruyorlardı. Büyük bir sevgi ve dikkat ile üzerinde titriyorlardı.
Yayla Kuraklıktan Kurtuluyor!
Sa’d oğulları yaylasında aylardır hüküm süren kuraklık ve kıtlık hâlâ son bulmuş değildi. Yayla halkı, her hafta kendi inanç ve geleneklerine göre yağmur duasına çıkmaya devam ediyordu. Fakat her seferinde de elleri boş ve mahzun dönüyorlardı.
Bir Cuma günüydü.
Kadınlı erkekli bütün kabile halkı, yanlarına aç develerini, sütsüz koyunlarını da alarak, bir tepenin üzerine, yine yağmur duasında bulunmak için çıkmışlardı. Putlarına kurbanlar kestikten sonra, duaya başladılar. Yalvarmalar yakarmalar, Âlemlerin Rabbine, yağmur göndermesi için yapılıyordu. Saatlerce dua ettikleri halde yere tek bir yağmur damlası düşmedi.
Kalabalığın içinde Sevgili Peygaberimizin süt annesi Halîme ve kocası Hâris de vardı. Halîme, gözlerden sakındığı Kâinatın Efendisi yavruyu kalabalığa alıp getirmemiş, süt kardeşi Üneys’nin yanında evde bırakmıştı.
Duanın sonuna gelinmişti. Herkes ümitsiz ve bitkindi. Artık dönmeye hazırlanıyorlardı. Bu sırada Halîme’nin komşusu bir kadın, duasını bitirmek üzere olan rahibe yaklaştı ve rahip duasını bitirince de, “Rahip efendi, biz bu kadar dua ettik, fakat bir netice alamadık. İçimizde hayırlı uğurlu biri olsa, belki Âlemlerin Rabbi duamızı kabul ederdi” dedi.
Rahip, yaşlı kadının bu sözünden rahatsız gibi oldu ve “Biz, O’na dua ederiz; ama O’nun ne yapacağını bilmeyiz. Doğruyu ve hayırlıyı ancak O bilir” diye konuştu.
Yaşlı kadın, bu sefer asıl maksadını açıkça söyledi: “Biliyorum, dedikleriniz doğru. Ama benim söylemek istediğim şey başka. Bizim komşumuz Halîme’nin evinde, Mekkeli bir çocuk var. O geldiği günden beri Halîme’nin evi bereketle dolup taşıyor. Çok hayırlı, çok uğurlu bir çocuk olarak görünüyor. Bir de onu buraya getirsek… Belki ayağı uğurlu gelir! Onun yüzü suyu hürmetine Âlemlerin Rabbi duamızı kabul eder ve bizi yağmura kavuşturur!”
Rahip önce tereddüt geçirdi. Kadın ısrar edince, Efendimizin getirilmesine râzı oldu.
Yaşlı kadın, Halîme’yi arayıp buldu ve rahibe yaptığı teklifi kendisine anlattı.
Fikir, Halîme’nin de aklına yattı. Çünkü nur yavrunun bereketli ve hayırlı bir çocuk olduğuna en çok kendisi şahit olmuştu. Koşarak eve vardılar. Peygamberimizi, süt annesi kucakladı. Kundakladıktan sonra, yakıcı güneşin tesirinden korumak için de yüzünü bir bezle kapadılar ve dışarı çıktılar.
Güneş, kızgın oklarını yeryüzüne olanca şiddetiyle saplıyordu. Yerden sanki alev alev ateş yükseliyordu. Evden çıkıp biraz yürüdükten sonra, gözleri garip bir şeye ilişti: Bir bulut, kendileriyle beraber gidiyordu! Önce mühimsemediler; “Olabilir” diyerek yürüdüler. Fakat bu küçük bulut kendilerini terk etmiyordu. Adeta, onları güneşin kavurucu sıcaklığından korumak için bir şemsiye vazifesi görüyordu. İster istemez hayrete kapıldılar ve şaşırdılar. Bir taraftan da sevindiler. Artık nur yavrunun yüzünü bezle örtmeye de ihtiyaç kalmamıştı. Örtü kaldırılınca, şirin gözler süt annesine tatlı tatlı baktı. Sanki, tebessümüyle, “O bulut beni gölgeliyor” der gibiydi.
Buluttan şemsiye altında yollarına devam edip kalabalığa karıştılar. Önce yapılan tekliften rahatsız olan rahip, bu sefer onları güleryüzle karşıladı. Çünkü o da, Halîme ve arkadaşının, evden çıkar çıkmaz, bir bulut tarafından gölgelendiklerini uzaktan görmüştü!
Rahip, Peygamberimizi süt annesinin kucağından aldı ve kalabalığa seslendi: “Ey insanlar! Bu, bulunduğu eve bereket getiren Mekkeli çocuktur! Bu hayırlı yavruya olan sevgisi ve lûtfu ile yağmur vermesi için Âlemlerin Rabbine hep beraber dua edelim!”
Eller tekrar açıldı ve dudaklar yeni bir heyecanla duaya başladı.
Peygaberimiz bir nur yumağı halinde rahibin kucağında duruyordu. Rahip, bütün dikkatiyle nur saçan gözlere bakıyor ve adeta hal diliyle “Bu güzel çocuğun yüzü suyu hürmetine bize yağmur ihsan et” diye Cenab-ı Hakk’a yalvarıyordu!
Herkes Yüce Allah’a yalvarırken, Peygamberimizin nur saçan gözleri, ümitle gökyüzüne dikildi. Rahip ise, nur yavrunun iri ve bebekleri pek siyah, güzellikte eşsiz gözlerine kendini kaptırmış ve adeta her şeyi birden unutuvermişti.
Artık aylardır süren hasretli ve hüzünlü bekleyişin son anları yaklaşıyordu. Peygamberimizin başı üzerindeki küçücük bulutun birden büyümeye ve ufuklara doğru yayılmaya başladığı görüldü. Kısa zamanda o küçük bulut, yerini, bütün gökyüzünü kaplayan kocaman bir buluta terk etti. Dua seslerine birden sevinç çığlıkları karıştı. Yağmurun müjdecisi bulutlar geldiğine göre, rahmetin de gelmesi yakındı. Az sonra sevinç çığlıklarıyla ortalık çınladı: “Yağmur, yağmur, yağmur!..”
Evet, ikaz mahiyetindeki iki haftalık bir mahrumiyet içinde kalma, Sa’d oğullarının dikkatini çekmek için kâfi görülmüştü. Nur yavrunun yüzü suyu hürmetine, Sa’doğulları yurduna lâtif, berrak ve tatlı yağmur damlaları, Cenab-ı Hakk’ın rahmet hazinesinden ahenkli ahenkli inmeye başladı. Güya rahmet tecessüm ederek damlalar suretinde yeryüzüne akıyor, ümitsiz yüzlere ümit ve tatlılık bahşediyordu. İnsanlar gibi kuraklıktan çatlak çatlak olan yeryüzü de mis gibi kokusuyla sevincini izhar ediyordu.
Yağmura kavuşan halk, aylardır devam ettikleri dualarının kabul edilmeyip, o gün kabul edilişinin sırrını yine de bilemediler. Çünkü o, bir sırdı. Şimdilik bir sır olarak da kalacaktı. Rahmet vesilesi, henüz bir bebekti! Ama insanlar nazarında bir bebekti. Hakikatte o, Allah’ın ve meleklerin kendisini çok iyi tanıdıkları, Allah’ın sevgili kulu, Peygamberler Peygamberi, İki Cihanın Güneşi Hz. Muhammed’di (a.s.m.).
Sa’doğulları yurdunun yüzünü güldüren rahmet, aralıklarla tam bir hafta devam etti.
Toprak, yağan yağmuru iliklerine kadar içerek doydu. Otlar yeniden fışkırdı, ağaçlar yemyeşil körpe filizler verdi. Ekinler boy attı, koyunların memeleri sütle dolmaya başladı.
Yağmura kavuşanlar arasında ancak birkaçı, rahmete vesile teşkil eden sebebi bildiler. Kendi aralarında şöyle konuştular:
“Bu çocuk, çok uğurlu ve hayırlı bir çocuk!”
Saf ve geniş ufuklu çölde hava temiz ve güzeldi. Çocukların çabucak gelişmesine ve sıhhatli büyümelerine oldukça elverişliydi.
Sevgili Peygamberimizin büyümesi de diğer çocuklardan farklı oldu: Sekiz aylık iken konuşmaya başladı. Dokuz aylıkken konuşması oldukça düzgün ve pürüzsüzdü. Onuncu ayında ise, artık diğer çocuklarla ok atacak kadar kuvvetli ve gürbüz olmuştu.
Peygamber Efendimiz, iki yaşına basınca sütten kesildi. O âna kadar, Halîmelerin ve yayla halkı üzerinde bereket, rahmet ve ihsan yağmuru hiç eksik olmadı.
Bu yaşında bile Peygamber Efendimiz, akranlarından çok farklı bir güzelliğe, sevimliliğe ve üstün bir ahlâka sahipti. Büyük bir insan gibi ağır başlı ve vakur idi.
Peygamberimizin, Annesine Getirilişi
Süt çocuklarını geri verme mevsimi gelip çattı. Bununla birlikte, Efendimiz üzerinde kol kanat geren, onu öz evladından daha fazla seven Halîme’nin de gönlünü bir hüzün bulutu kapladı. Çünkü ondan ayrılacaktı. Çünkü Nur Muhammed’in cenneti hatırlatan gül kokusundan uzak kalacaktı.
Fakat Mekke’ye götürüp annesine teslim etmekten başka çaresi de yoktu. Öyle yaptılar. Nur Muhammed’i alarak Mekke’ye geldiler ve annesine gönül gözyaşları arasında teslim ettiler.
Sütannenin âlemi hüzünle, gerçek annenin dünyası ise sevinçle dolu idi! Biri öz yavrusuna kavuşmanın saadetini yaşıyor, diğeri ondan ayrılmanın ateşinde tutuşmuş, yanıyordu!
O anda sütanne Halîme’ye, sanki bir ilham geldi ve yalvarırcasına, bütün samimiyetiyle şu teklifi yaptı:
“Ne olur, oğlumu biraz daha yanımda bırakamaz mısınız? Hem ben, ona Mekke vebâsının bulaşmasından da korkuyorum!”[7]
Bu teklif ve arzu, samimi idi. Sanki cümleler, dudaklardan değil, gönülden kopup gelmişti.
Aziz anne Âmine, bu riyâsız ve candan yalvarışa karşı koyamadı ve bir müddet daha ciğerpâresinin Sa’doğulları yurdunda kalmasına râzı oldu.
Peygamberimiz, Yine Benî Sa’d Yurdunda
Halîme muradına ermişti! Arzusunun kabul edilişinin sonsuz hazzı içinde Efendimizle birlikte tekrar yurduna döndü.
Kâinatın Efendisi, artık süt kardeşi Abdullah’la birlikte kuzuları gütmeye de çıkıyordu. Kuzular, onun tatlı tebessümlerine melemeleriyle cevap veriyorlardı.
Peygamber Efendimizin gözleri hep göklerde idi. Sanki, orada bir şeyler keşfedecekmiş gibi dikkatli ve ibretli bakıyordu. Sanki, bir el uzanacak ve onu ulvî âlemlere alıp götürecekmiş gibi bekliyordu!
Bu arada, gözlerden kaçmayan garip bir hadise vardı: Peygamber Efendimizin başı üzerinde çoğu zaman bir bulut geziyor ve onu güneşten koruyordu.
Artık gözler ondaydı. Dillerde onun güzelliği, gönüllerde tatlı sevgisi vardı. Konuşulan, onun dürüstlüğü, terbiyesi ve ağırbaşlılığı idi.
Akranları da onun tatlı arkadaşlığına erişmek için adeta yarış ediyorlardı.
İşte, Sevgili Peygamberimiz, Sa’doğulları yaylasında günlerini böylesine huzurlu ve sevinçli geçiriyordu!
PEYGAMBER EFENDİMİZİN GÖĞSÜNÜN YARILMASI
Kuşluk güneşinin her tarafa pırıl pırıl hayat saçtığı güzel bir bahar günüydü.
Nur yüzlü Efendimiz, süt kardeşi Abdullah’la beraber evlerine yakın çayırlıkta kuzularını otlatıyordu. Bir ağacın altında, çimenden yemyeşil halının üzerine oturmuş, tatlı tatlı konuşuyorlardı. Bir müddet sonra da Abdullah, ağacın serin gölgesinde uykuya daldı.
Kâinatın Efendisi ise, oturduğu yerden, kâinatı kuşatan eşsiz güzelliklerin yaratıcısını düşünmeye koyuldu. Bu sırada kuzular yayıla yayıla epeyce uzaklaşmışlardı. Onları geri çevirmek için Peygamberimiz, Abdullah’ın yanından ayrıldı. Bir müddet gittikten sonra, karşısına beyaz elbiseli iki kişinin çıktığını gördü. İkisi de güleryüzlü ve sevimli idiler. Birinin elinde içi karla dolu altın bir tas vardı. Nur yüzlü Efendimizin yanına usûlca yaklaştılar. Onu tutup, İlâhî bir halı gibi duran yemyeşil çimenlerin üzerine uzattılar. Efendimizde ne ses, ne sedâ, ne de telâş vardı. Bu güleryüzlü, bu temiz simalı ve bu sevimli insanların kendisine kötülük yapmayacağını biliyordu.
Ağacın serin gölgesinde uyumakta olan Abdullah, bu sırada uyandı. Manzarayı görünce, olanca hızıyla telâşlı telâşlı eve vardı. Gördüğü manzarayı anne ve babasına anlattı. Heyecan ve telâşlarından evlerinden nasıl çıktıklarının farkında bile olamayan Halîme ile kocası, bir anda Peygamberimizin yanına vardılar. Fakat Abdullah’ın anlattıklarından eser yoktu. Ortalıkta kimseler görünmüyordu. Zira, gelenler, memur edildikleri vazifelerini bir anda bitirip gözden kaybolmuşlardı. Sadece, ayakta duran Kâinatın Efendisinin benzi uçuktu ve hafiften gülümsüyordu.
Fazlasıyla telâşa kapılan Halîme ve kocası, “Ne oldu sana yavrucuğum?” diye sordular.
Kâinatın Efendisi şunları anlattı:
“Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizledikten sonra ayrılıp gittiler.”[8]
Aradan yıllar geçecek, kendilerine peygamberlik vazifesi verilecekti.
Bir gün, sahabelerden bazıları, “Yâ Resûlallah! Bize kendinizden bahseder misiniz?” diyeceklerdir.
Resûlullah, “Ben, babam İbrahim’in duasıyım, kardeşim İsa’nın müjdesiyim, annemin ise rüyasıyım! O, bana hamile iken Şam saraylarını aydınlatan bir nurun kendisinden çıktığını görmüştü” dedikten sonra, bahsi geçen hadiseyi de şöyle anlatır:
“Ben, Sa’d b. Bekroğulları yanında emzirilip büyütüldüm. Bir gün süt kardeşimle birlikte evlerimizin arkasında kuzuları otlatıyorduk. O sırada yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu altın bir tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan parçası çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler.”[9]
Bu hadiseyle Peygamber Efendimizin mübarek kalbi, İlâhî bir nur ve Cenab-ı Hak tarafından bir sekînet ve bir ruh ile genişletilmiş oluyordu. Aynı zamanda, Resûlullah Efendimizin nefsi, o yaşından itibaren kutsî duygular ve İlâhî nurlarla teyit edilerek, her türlü vesvese ve şüpheden temiz hale getiriliyordu. Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki kalp sadece çam kozalağı gibi bir et parçası olarak düşünülmemelidir. O, bir Lâtife-i Rabbaniye’dir. Meseleye ışık tutması bakımından, Bediüzzaman Hazretlerinin kalple ilgili şu açıklamasını da nazarlara arz etmekte fayda vardır:
“Kalpten maksat, sanevberî [çam kozalağı] gibi bir et parçası değildir. Ancak bir Lâtife-i Rabbaniye’dir ki mazhar-ı hissiyatı vicdan, ma’kes-i efkârı dimağdır. Binaenaleyh, o Lâtife-i Rabbaniye’yi tazammun eden o et parçasına kalp tâbirinde şöyle bir letafet çıkıyor ki; o Lâtife-i Rabbaniye’nin insanın mânevîyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki bütün aktar-ı bedene maü’l-hayatı neşreden o cism-i sanevberî, bir makine-i hayattır ve maddî hayat onun işlemesiyle kâimdir; sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar; kezalik o Lâtife-i Rabbaniye a’mâl ve ahvâl ve mânevîyatın heyet-i mecmuasını hakikî bir nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u imanın sönmesiyle, mahiyeti, meyyit-i gayrimüteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır.”[10]
Anlaşılan odur ki maddî kalbin iman, ilim, hikmet, şefkat gibi mânevîyatla yakın alâkası vardır; aynı şekilde, maddî temizliğin de mânevî temizlikle münâsebeti mevcuttur. Bu itibarla, Resûl-i Ekrem Efendimizin maddî kalbinin yıkanıp temizlendikten sonra ilim, hikmet, İlâhî nur ve feyizlerle doldurulmasını, akıldan uzak görmemek lâzımdır.[11]
____________________________________________________________________
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 108; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 42.
[2] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 108.
[3] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 108.
[4] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 171-172; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 110-111.
[5] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 172; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 111; Taberî, Tarih, c. 2, s. 127.
[6] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 173; Taberî, Tarih, c. 2, s. 127.
[7] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 173; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 112; Taberî, Tarih, c. 2, s. 127.
[8] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 174; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 112; Taberî, Tarih, c. 2, s. 128.
[9] İbn Hişam, Sîre, a.g.e., c. 1, s. 175; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 128.
[10] Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü’l-İ’caz, s. 79.
[11] bkz. M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 8, 5911-5915.
Peygamber Efendimizin Annesine Getirilmesi
Saadet Güneşi, ömrünün dört yılını geride bırakmış, oldukça gürbüzleşmiş ve gelişmişti.
Zâtında görülen gariplikler, hele göğsünün yarılması hadisesi, Hz. Halîme’yi bütün bütün düşündürmeye ve telâşlandırmaya başladı. Hatta artık endişe duyuyordu. Canı gibi sevdiği Efendimizin başına hoş olmayan herhangi bir hadisenin gelmesinden korkuyordu.
İşte, bu düşünce, endişe ve korku, Halîme ve kocası Hâris’i şu kararı almaya mecbur etti:
“Başına bir iş gelmeden, bu yavruyu annesine teslim etmeliyiz!”
Halîme’nin içi cayır cayır yanıyordu, ama ne yapabilirdi ki?
Nihayet, Nur Çocuk kendisine muvakkaten emanet edilmişti! Emanete el koyacak hali yoktu ya!
Sa’doğulları yurduna dört sene ışık saçan Saadet Güneşi, şimdi süt annesi tarafından Mekke’ye getiriliyordu. Burada bir başka haşmetle, bambaşka bir azametle dünyaya ışık saçsın diye!
Halîme ve kocası Mekke’ye gece girdiler. Bir ara Sevgili Efendimiz, gözlerden kayboldu. Halîme ve kocasında bir telâş başladı. Bütün aramalara rağmen onu bulamadılar. Gidip, dedesi Abdülmuttalib’e haber verdiler.
Nur torununun kaybolduğunu haber alan şefkatli dede, birden şaşkına döndü. Üzgün ve telâşlı, aramaya koyuldu. Fakat ortalıkta Efendimiz görünmüyordu. Abdülmuttalib, çaresiz, ellerini açarak yalvardı: “Allahım! Ne olur Muhammed’imi bana geri ver!”
Bu arada iki kişi, yanlarında bir çocukla görünüverdiler. Bunlar, Varaka b. Nevfel ve bir arkadaşı ile Peygamber Efendimiz idiler. Abdülmuttalib, hasretini çektiği Saadet Güneşini bağrına bastı, doyasıya kokladıktan sonra boynuna bindirdi. Doğruca Kâbe’ye giderek onunla birlikte tavafta bulundu. Sonra da Sevgili Peygamberimizi götürüp annesine teslim etti.[1]
Bilâhare, Abdülmuttalib, sevgili torununa kavuşmanın sevinç ve saadet bayramını kutlamak üzere, kurbanlar kestirerek Mekkelilere güzel bir ziyafet çekti.
Artık Peygamber Efendimiz, aziz annesinin sıcak kucağında, şefkatli kolları arasında, mesut ve mütevazı evinde idi.
Sütanne Halîme, Saadet Güneşini Mekke’de bırakıp yurduna döndü. Fakat ne o Efendimizi, ne de Efendimiz onu hayatı boyunca unutmadı. Kendisini dört sene gibi uzun bir zaman kucaklayan ve saran kollara karşı hürmetini, saygısını hiçbir zaman yitirmedi. Onu, her gördüğünde, “Anneciğim!” diye, saygı ve hürmetle çağırır, kendisine ihsan ve ikramda bulunurdu. İhtiyacının olup olmadığını sorar, varsa hemen gidermeye çalışırdı.
Aradan uzun zaman geçecek, yine Sa’doğulları yurdunu, bir yıl, kıtlık ve kuraklık saracak. Bu kıtlık ve kuraklığın dehşetine dayanamayan Halîme, çıkıp Mekke’ye gelecek ve Resûl-i Ekrem Efendimizle görüşmek isteyecektir.
Kâinatın Efendisiyle görüşen Halîme, kendisine yurdundaki kıtlık ve kuraklıktan şikayet eder. Zengin ve zengin olduğu kadar da kadîrşinas ve hayırsever olan pâk zevcesi Hz. Hatice, derhal Halîme’ye kırk koyun, binmek ve yüklerini taşımak için bir de deve verir.
Yine bir hayır ve vefa örneği: Efendimizin süt kardeşlerinden biri de Şeyma idi. Sa’doğulları yurdunda, Şeyma ile çok tatlı günler geçmişti.
Bu tatlı hatıralardan seneler sonra, Huneyn Savaşı’nda, Şeyma da, Müslümanlar tarafından alınan esirler arasındaydı. Şeyma, kendisini tanıtınca, bir kız kardeşe gösterilmesi gereken alâkanın en üstününe Peygamber Efendimiz tarafından mazhar oldu.
Peygamber Efendimiz, Sa’doğulları yurdunda sütanne Halîme’nin yanında geçen günlerinin hatıralarını ashabına zaman zaman anlatır ve şöyle derdi:
“Ben, aranızda en halis Arabım. Çünkü Kureyşliyim. Aynı zamanda, Benî Sa’d b. Bekir yanında süt emdim ve lisanım da onların lisanıdır.”[2]
Peygamber Efendimiz Annesinin Yanında
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, süt annesi Halîme tarafından annesi Hz. Âmine’ye teslim edildiğinde dört yaşını bitirmiş, beş yaşına ayak basmıştı.
Takvim yaprakları, Milâdî 575 yılını gösteriyordu.
Aziz annenin kalbine, henüz evliliklerinin ilk aylarında ebedî âleme göç eden kocası Abdullah’ın ayrılık acısı, ızdıraptan bir yumak gibi oturmuştu. Bu ızdırabı az da olsa hafifleten tek teselli kaynağı vardı: Biricik oğlu Muhammed (a.s.m.).
Hz. Âmine, olanca şefkat ve muhabbetiyle nur yavrusunu sarmaya çalışıyor, ona babadan yetim kalışın da acısını bu şekilde hatırlatmamaya gayret ediyordu!
Peygamber Efendimiz, Mekke’deki mütevazı evin ışığıydı, bereketiydi, gülüydü, huzur ve sevinci idi. Bu küçük yaşta bile annesine yardım etmekten asla geri durmuyordu. Hele, temizliğe dikkat edişine aziz annesi hayrandı!
O, sadece annesine karşı değil, tanıdıklarının hepsine karşı yardımsever ve hürmetkâr idi. Arkadaşlarının yardımına koşmaktan zevk alırdı. Bu sebeple, arkadaşları da onu sever, sayar ve kendisiyle gezip dolaşmaya adeta can atarlardı.
Evet, Cenab-ı Hak, peygamberlik yüksek ve kutsî vazifesiyle memur edeceği resûlünü, böylece en güzel şekilde büyütüyor ve en mükemmel surette terbiye ediyordu!
Baba Kabrini Ziyaret
Kâinatın Efendisi, altı yaşında.
Bu sırada Hz. Âmine’nin içine Medine’yi ziyaret arzusu doğdu. Maksadı; Abdülmuttalib’in annesi tarafından kendilerine dayı gelen Adiyy b. Neccaroğullarını görmek, hem de orada medfun bulunan bahtiyar kocasının kabrini ziyaret etmekti.
Bu maksatla hazırlıklar yapıldı. Günü gelince Mekke’den biricik oğlu ve dadısı Ümmü Eymen’le birlikte hareket etti. Âmine’nin âlemi şen ve neşeli olması lâzım gelirken, bilâkis hüzünle kaplı idi. Sanki bir daha bu mukaddes beldeye ve bu Saadet Güneşinin doğuşuna sahne olan mübarek eve kavuşmayacakmış gibi, tekrar tekrar dönüp Mekke’ye bakıyordu!
Mevsimin en sıcak günlerinde yaptıkları yorucu bir yolculuktan sonra Medine’ye vardılar. Efendimizin dayısı oğullarından Nabiga’nın evine indiler.
Hz. Âmine, bu evin avlusunda bulunan aziz kocasının kabrinin başına gözyaşları içinde yıkılıverdi. Gözyaşları, Abdullah’ın kabrinin toprağını bol bol suladı.
Peygamber Efendimiz de, ilk defa ruhunda yetimliğin acısını bu manzara karşısında duydu. O da, muhterem pederinin kabrine damla damla gözyaşı serpti.
Sanki bu damlalar, Hz. Abdullah’a bir gül demeti yerine takdim ediliyordu!
PEYGAMBERİMİZİN, YAHUDİ ÂLİMLERİNİN DİKKATİNİ ÇEKMESİ
Medine’de geçirdikleri tatlı günlerinin birinde, Peygamberimiz, dadısı Ümmü Eymen’le kaldıkları evin kapısı önünde oturuyordu. Oradan geçen ruhanî kıyafetinde iki Yahudi, birden dikkatlerini onun üzerine diktiler. Peygamberimiz, bu bakışlardan rahatsız olmuş gibi içeri girdi.
Yahudiler, geçip gitmediler ve Ümmü Eymen’e yaklaşarak sordular: “Bu çocuğun adı nedir?”
Ümmü Eymen, onları tanımıyordu. Art niyetli olabilirler ihtimâlini göz önünde bulundurarak, “Niçin soruyorsunuz?” dedi.
Adamlar itimat telkin eder konuştular: “Bizim tanıdığımız bir çocuğa benziyor da onun için sorduk. Lûtfen söyler misiniz, onun adı nedir?”
Ümmü Eymen, davranışlarından ve konuşmalarından pek korkulacak kimseler olmadığı kanaatine varınca, “Onun adı Ahmed’dir” dedi.
İki Yahudi, bu cevap üzerine, aradıklarını bulmuş gibi birbirlerine tebessümle bakıştılar. Sonra içlerinden biri, Ümmü Eymen’e yalvardı: “Ne olur, onu buraya biraz çağırır mısın?”
Ümmü Eymen, tekrar tereddüde kapıldı. Neden, niçin istiyorlardı? Fakat adam bu tereddüdü şu sözleriyle izale etti:
“Bizler” dedi. “İyilikten başka bir şey düşünmeyen insanlarız. Kimseye zarar vermeyiz. Allah için onu seviyoruz ve senden, çağırmanı istiyoruz.”
Ümmü Eymen, arzularını reddetmedi. İçeri girdi. Biraz sonra Peygamberimizle birlikte çıkıp geldi.
Peygamberimizi görür görmez iki Yahudi de yerlere kadar eğildiler. Sonra da sevgi ve hürmet karışığı bir eda içinde Efendimize yaklaştılar. Onu tepeden tırnağa süzdüler. Sonra sırtını açtılar, baktılar.
Her ikisinin heyecan ve hayretleri gözlerinden okunuyordu. Birinin diğerine şöyle dediğini, Ümmü Eymen duydu:
“İşte, bu çocuk, bu ümmetin peygamberidir! Bu şehir de onun hicret edeceği yerdir. Bu memlekette çok şiddetli savaşlar, hicretler ve büyük işler olacaktır.”[3]
Bu sözlerinden sonra ikisi de uzaklaşıp gittiler.
Yine rivayete göre Resûl-i Ekrem Efendimiz yüzmeyi, bu ziyareti esnasında Benî Neccâr Kuyusu denilen suda öğrenmiştir.[4]
Hz. Âmine’nin Ebedî Aleme Göçü
HZ. ÂMİNE’NİN EBEDÎ ÂLEME GÖÇÜ
Hz. Âmine, Kâinatın Efendisi oğluyla Medine’de bir ay kaldıktan sonra, Mekke’ye dönmeye karar verdi. Akrabalarıyla vedalaşarak şehirden ayrıldılar.
Çöl seccadesinde üç yolcu: Hz. Âmine, şanlı evladı ve Ümmü Eymen… Hepsinin de mana âleminde bir başkalık vardı. Aziz anne ve şerefli evladının ruhlarını, ayrılık ve hasret rüzgârı dalga dalga dövüyordu.
Henüz genç yaşta ve evliliklerinin ilk aylarında ebedî âleme yolcu ettiği kocasını hatırlayan Hz. Âmine’nin gözleri oluk oluk su akıtan bir pınarı andırıyordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz de, aziz annesinin bu gözyaşlarına dayanamıyor, o da ışıl ışıl ağlıyordu. Damla damla akan gözyaşları, rahmet yağmuru gibi elbisesini ıslatıyordu.
Henüz yolu yarılamışlardı ki Hz. Âmine aniden rahatsızlandı. Peygamberimiz ve Ümmü Eymen’i bir telâş kapladı. Gittikçe şiddetini artıran hastalık karşısında ne yapabilirlerdi?
Ebva köyü yakınlarında bir ağacın gölgesinde konaklamaktan başka ellerinde çare yoktu. Hz. Âmine’nin dizlerinden güç kuvvet çekilmişti ve kendisini tutamayarak aniden yere yıkılıverdi. Üstünü örttüler. Hz. Âmine, hastalığın şiddeti içinde ter döküyor, Sevgili Peygamberimiz ise, onu kaybedeceği ve annesiz kalacağı endişesi içinde gözyaşı akıtıyordu. Sanki her şey kendileriyle birlikte lâl kesilmişti. Yerde ses yok, gökte sükût hâkimdi.
Hz. Âmine, yerde halsiz bir şekilde yatıyordu.
Bir ara Peygamberimiz kendini toparlayarak, “Nasılsın anneciğim?” diye sordu.
Gönlü şefkat hazinesi anne, biricik yavrusunun üzülmesini istemiyordu. Şiddetiyle kıvranıp durduğu hastalığının ağır olduğu hissini uyandırmamak için, “İyiyim canım oğlum, bir şeyim yok” diye cevap verdi.
Bu birkaç kelimelik konuşmadan sonra da kendinden geçti. Artık hastalık, konuşacak takati dudaklarından çekip almıştı. Bir ara “Su” dediği işitildi. Yaydan fırlayan ok hızıyla Peygamber Efendimiz, aziz annesine suyu yetiştirdi.
Hz. Âmine suyu içti. Su kabıyla birlikte ciğerpâresinin yumuşacık ellerini de tuttu. Gözlerini açtı. Efendimizin nur saçan simasına doya doya baktı ve ellerini bir anne şefkatiyle okşadı!
Kâinatın Efendisi bir ara, annesini biraz doğrultup, başını kucağına aldı. Gözlerinden akan mübarek yaşlar, annesinin omuzlarına Nisan yağmuru gibi düşüyordu.
Hz. Âmine’nin ruh ve kalbinde feryatlar kopuyor, fırtınalar esiyordu. Kocasını kaybediş ızdırabına, şimdi de oğluyla vedalaşma hasretini mi ekleyecekti? Bu dayanılmaz bir ızdırap, çekilmez bir dert idi. Kendisini yakalayan hastalıktan daha çok, bu ayrılık onu yakıp kavuruyordu! Ama ne yapabilirdi? Bu, İlâhî Kader’in değişmez hükmüydü!
Hz. Âmine, kendisini yakalayan hastalıktan kurtulamayacağını artık anlamıştı. Son olarak, güneş gibi parlayan nur yavrusunun yüzüne, ayrılık ve hasretin verdiği duygu içinde baktı; ellerini doya doya kokladı ve dilinden şu cümleler döküldü:
“Ey, dehşetli ölüm okundan, Allah’ın yardım ve ihsanıyla yüz deve karşılığında kurtulan zâtın oğlu! Allah, seni aziz ve devamlı kılsın. Eğer rüyada gördüklerim doğru ise, sen Celâl ve bol ikram sahibi olan Allah tarafından Âdemoğullarına helâl ve haramı bildirmek üzere peygamber gönderileceksin. Sen, ceddin İbrahim’in teslimiyet ve dinini tamamlamak için gönderileceksin. Allah, seni milletlerle birlikte devam edip gelen putlardan, putperestlikten koruyacak ve alıkoyacaktır. Her yaşayan ölür, her yeni eskir; yaşlanan herkes zevâl bulur. Her şey fanidir, gider. Evet, ben de öleceğim. Fakat ismim ebedî yad edilecektir. Çünkü tertemiz bir evlat doğurmuş, arkamda hayırlı bir yad edici bırakmış bulunuyorum.”[1]
Acıklı ve adeta istikbâlden haber veren bu sözlerinden sonra, Hz. Âmine’nin gözleri kaydı ve ruhunu orada Yüce Allah’a teslim etti.
Yer, Mekke ile Medine arasında bulunan Ebva köyü.
Tarih, Milâdî 576…
Hz. Âmine’nin Defni
Sevgili Peygamberimiz ile Ümmü Eymen donakalmışlardı. Adeta dilleri tutulmuştu. Konuşan, sadece Kâinatın Efendisinin gözyaşlarıydı.
Ümmü Eymen, bir ara kendisini toparladı ve aziz yavrunun gözyaşlarını sildi. Sonra da bağrına basarak teselliye çalıştı. “Üzülme, ağlama, canım Muhammedim!” dedi. “İlâhî Kader’e karşı boynumuz kıldan incedir. Can da O’nun, mal da; hepsi bize emanet. Emaneti nasıl vermişse öyle de alır.”
Sevgili Peygamberimiz, derin bir iç çektikten sonra, “Ben de biliyorum. Onun hükmüne her zaman boyun eğerim. Fakat anne yüzü, unutulmayacak bir yüzdür. O yüzü tekrar göremem diye üzülüyorum” dedi; sonra da derhal kendini toparladı ve gözyaşlarını silerek Ümmü Eymen’e, “Haydi, o, emaneti Sahibine teslim etti. Biz de onun na’şını toprağa teslim edelim, rahat etsin” dedi.
Dünyanın en bahtiyar annesi Hz. Âmine’nin cesedini orada toprağın bağrına tevdi ettiler. Ruhu ise, Kâinatın Efendisini bağrından çıkardığı için kim bilir ne kadar yükseklerde meleklerle bayram ediyordu!
Definden Sonra
Annesiz kalan Dürr-i Yetim’i Mekke’ye götürmek vazifesi, dadısı Ümmü Eymen’e düştü.
Ümmü Eymen, yol boyunca ona annesiz kaldığını hissettirmemek için elinden gelen gayreti esirgemedi. Onu öz evladıymış gibi bağrına bastı ve teselliye çalıştı. Efendimiz de, adeta onu bir anne kabul ederek, “Anne, anne!” diye çağırırdı. Daha sonraları da her gördüğünde ise, “Annemden sonra annem!” diyerek iltifatta bulunuyordu.[2]
Hem Anneden, Hem Babadan Yetim!
Nur yüzlü Kâinatın Efendisi, artık hem babadan yetim, hem de anneden öksüz idi. Fakat onun hakikî muhâfızı ve hâmîsi vardı. O Hafîz, onu ömrü boyunca kusursuz muhafazası ve eksiksiz murakabesi altında bulunduracak, her türlü tehlike ve sıkıntıdan kurtaracaktır!
“Rabbin, seni yetim bulup da barındırmadı mı?”[3]meâlindeki ayet-i kerime, Peygamber Efendimizin bu halini hatırlatır!
Kâinatın Efendisi, yıllar sonra, Hudeybiye Umresi sırasında, yine Ebva’dan geçecektir. Allah’ın izniyle annesinin kabrini ziyaret edip elleriyle düzeltecektir. Sonra da teessüründen ağlayacaktır.
Onun mübarek gözlerinden tahassür gözyaşları akıttığını gören sahabeler de ağlayacaklar ve “Yâ Resûlallah! Niçin ağladınız?” diye soracaklardır.
Resûl-i Ekrem, “Annemin benim hakkımdaki şefkat ve merhametini düşündüm de ağladım” diye cevap verecektir.[4]
Erken Vefatlarının Hikmeti
Burada hatıra şu sual gelebilir:
“Muhterem peder ve valideleri, Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberliğine neden yetişemediler ve neden ona iman, kendilerine nasip olmadı?”
Bu suale, Mektûbat isimli eserinde, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri şu cevabı verir:
“Cenab-ı Hak, Habib-i Ekreminin peder ve validesini, Kendi keremiyle, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) ferzendane hissini memnun etmek için, valideynini minnet altında bulundurmuyor. Valideynlik mertebesinden mânevî evlat mertebesine getirmemek için, halis kendi minnet-i Rububiyeti altına alıp, onları mesut etmek ve Habib-i Ekremini de memnun etmekliği rahmeti iktiza etmiş ki valideynini ve ceddini, ona zâhirî ümmet etmemiş. Fakat ümmetin meziyetini, faziletini, saadetini onlara ihsan etmiştir. Evet, âlî bir müşirin [mareşalin], yüzbaşı rütbesinde olan pederi, huzuruna girmesi; birbirine zıd iki hissin taht-ı tesirinde bulunur. Padişah, o müşir olan yâver-i ekremine merhameten, pederini onun maiyetine vermiyor!”[5]
PEYGAMBER EFENDİMİZİN ANNE VE BABASININ İMANLARI MESELESİ
İslam âlimleri, ittifakla şu hususu belirtmişlerdir:
“Hz. İbrahim’den (a.s.) gelen ve Resûl-i Ekrem’i (a.s.m.) netice veren nurani silsilenin fertlerinin hiçbiri, hak dinin nuruna lakayd kalmamışlar ve küfrün karanlıklarına mağlup olmamışlardır. Hiçbirinin temiz gönlü, şirk ve küfürle kirlenmemiştir.”[6]
Bu hususu kaydettikten sonra, Sevgili Peygamberimizin baba ve annesinin imanları meselesi üzerinde duralım: Birbirine yakın izahlarla birçok İslam âlimi, Peygamber Efendimizin muhterem peder ve validelerinin ahirette necat ehli olacaklarını açık ve kesin bir şekilde delilleriyle ortaya koymuşlardır. Bu izah tarzlarını şöylece sıralayabiliriz:
1) Hz. Abdullah ile Hz. Âmine, Efendimize peygamberlik vazifesi verilmeden çok evvel vefat etmişlerdir. Dolayısıyla fetret devrinde vefat edenlere ise azap yoktur.[7]
Bir gün, birisi, büyük âlimlerden Şerefüddin Münâvî’ye, “Peygamberimizin baba ve annesi cehennemde midir?” diye sorar.
Münâvi Hazretleri, hiddetle, “Resûl-i Ekrem’in peder ve validesi fetret zamanında vefat etmişlerdir. Peygamber gönderilmeden evvel ise azap yoktur” cevabını verir.[8]
Kendisine bir peygamberin daveti ulaşmayan kimsenin ahirette azap görmeyeceği, ayet ve hadislerle sâbittir.[9]Peygamber Efendimizin peder ve validelerine de, geçmiş peygamberlerden hiçbirinin davetinin ulaşmadığı tarihen sâbittir. Şu halde, tereddütsüz söyleyebiliriz ki onlar da necat ehlidirler ve ahirette azap görmeyeceklerdir.
2) Resûl-i Ekrem’in muhterem peder ve validelerinin şirk ehli oldukları sâbit değildir. Belki, onlar, Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Varaka b. Nevfel ve benzerleri gibi, büyük babaları İbrahim’den (a.s.) gelen inanç ve âdetlerle amel eden “Hanif”lerdendirler.
3) Sevgili Peygamberimizin baba ve annelerinin şirk ehli olmadıklarının bir delili de, “Ben, mütemadiyen temiz babaların sulbünden, temiz anaların rahminden nakloluna geldim”[10]hadis-i şerifidir.
Kur’an-ı Kerim’de müşrikler “necis kimseler” olarak vasıflandırılmışlardır.[11]Temizlik ile pislik, iman ile şirk, mü’min ile müşrik arasında tezat bulunduğuna göre, yukarıda kaydettiğimiz hadis ölçüsü ışığında, Resûl-i Ekrem’in ecdadından hiçbirinin küfür ve şirk gibi mânevî kirlere bulaşmadığını kabul etmek vacip olur.[12]
Bütün bunlardan sonra meseleyi şöylece özetleyebiliriz:
“Resûl-i Ekrem’e (a.s.m.) Allah tarafından rahmet olduğu hitap edilirken parlak nübüvvet ve risâlet güneşi henüz doğmadan o apaçık nuru sîne-i ihtiramında taşıyan bir ana babayı, evladının feyz ve nurundan mahrum farz etmek, hem edebe, hem mantığa muvafık değildir. Hususîyle, Resûl-i Ekrem’in muhterem anne ve babasının hayatları Câhiliyye devrinde geçmiştir; Risâlet-i Ahmediyye zamanını idrak etmemişlerdir.”[13]
Öyle ise, bu hususta mü’minin bilmesi ve kabul etmesi gereken husus şudur:
“Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) peder ve valideleri ehl-i necattır ve ehl-i cennettir ve ehl-i imandır. Cenab-ı Hak, Habib-i Ekreminin mübarek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendane şefkatini elbette rencide etmez.”[14]
Şu dörtlük de bu hakikati pek güzel dile getirmektedir:
İki cihan güneşi, bürc-i saadette iken
Vâlideynine Mevlâ nice vermeye şerefi,
Çeşm-i insaf ile ey dil, nazar et gavvasa
Alıcak dürrini yabana atar mı sadefi?
Manası:
İki Dünyanın Güneşi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) saadet burcunda iken, Cenab-ı Hak, anne babasına nasıl şeref vermez ki?
Ey gönül! İnsaf gözüyle dalgıca dikkatle bak. İnciyi alır da sadefini hiç yabana atar mı?
_______________________________________
[1] İsfahanî, Delâilü’n-Nübüvve, s. 119.
[2] Resûl-i Ekrem Efendimiz, hakkında “Cennetlik bir kadınla evlenmek isteyen, Ümmü Eymen’le evlensin!” buyurduğu Ümmü Eymen’i, daha sonra azat ederek hürriyetine kavuşturmuştur. Birinci kocasının ölümünden sonra da onu Zeyd b. Hârise’yle evlendirdi. Üsame Hazretleri, işte bu evlilikten dünyaya geldi.
[3] Duhâ, 6.
[4] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 116-117.
[5] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 398.
[6] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 397; Tecrid Tercemesi, c. 4, s. 537.
[7] bkz. M. Dikmen – B. Ateş, Peygamberler Tarihi, c. 1, s. 41-43.
[8] Tecrid Terc., c. 4, s. 539.
[9] İsrâ, 15.
[10] Kadı İyaz, c. 1, s. 183.
[11] Tevbe, 28.
[12] Tecrid Tercemesi, c. 4, s. 546.
[13] a.g.e., c. 4, s. 551.
[14] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 398
Peygamberimiz Dedesi Abdülmuttalib’in Himâyesinde
Altı yaşında iken annesini kaybeden Peygamber Efendimizi, yaşlı dedesi Abdülmuttalib himâyesine aldı.
Kureyş’in reisi Abdülmuttalib de nur-u Ahmedî’den nasibini almıştı. O nur kendisine çok üstün meziyet ve sıfatlar kazandırmıştı: Uzun boyu, büyükçe başı ve heybetli görünüşüne, parlak yüzü, tatlı sözü, utangaçlığı, nezaket ve üstün ahlâkı bir başka güzellik katmıştı. Sabırlı, akıllı, anlayışlı, mert ve cömert idi. Yoksul insanların karınlarını doyurmaktan büyük zevk alırdı. Hatta bu cömertliğini, bu yardımseverliğini hayvanlardan bile esirgemezdi. Dağ başlarında aç susuz kalan kurdu kuşu da düşünürdü.
Câhiliyye karanlıkları arasında aydınlık yoldan ayrılmayan bahtiyarlardan biri idi. Allah’a bağlıydı ve ahirete inanırdı. Verdiği sözü ne pahasına olursa olsun mutlaka yerine getirirdi. Nitekim Cenab-ı Hakk’a verdiği sözü yerine getirmek için, en çok sevdiği oğlu Abdullah’ı bıçağın altına yatırmaktan bile çekinmemişti. Kureyşliler müdahale etmeselerdi, onu kurban edecekti.
Câhiliyye devrinin çirkin âdetlerinden uzak durduğu gibi, başkalarını da bunları yapmaktan menederdi. O zamanın zâlim bir âdeti olan kız çocuklarını diri diri gömmekten halkı sakındırırdı. Şaraptan, zinadan her zaman kaçınırdı. Mekke’de zulme, haksızlığa bütün gücüyle meydan vermemeye çalışırdı.
Misafir ağırlamaktan da büyük haz duyardı. Akrabalarıyla yakından ilgilenir, onlara şefkat ve merhamet gösterirdi. Bu büyük vasfı sebebiyle Kureyşliler ona “İkinci İbrahim” derlerdi.
Ramazan ayı girince Hira mağarasında inzivaya çekilip ibadetle meşgul olurdu. Bunu ilk defa âdet eden de kendisi idi.
Yaşlı dede, aynı zamanda çocuk sevgisi, torun sevgisi nedir, biliyordu. Hele, torunu, Kâinatın Efendisi gibi pırıl pırıl bir çocuk olunca, artık sevgisinin sözü mü olurdu?
Gerçekten, Abdülmuttalib, etrafa nur saçan torununu canı gibi seviyor, şefkatli kanatları arasında onu nazlı bir yavru gibi barındırıyordu. Onsuz hiçbir yere gitmek istemiyordu. Bu yaşında bile Peygamber Efendimizin davranışları, kâmil bir insanın hareket ve davranışlarından farksızdı. Gittiği her yerde bu fevkalâde durumu herkes tarafından derhal fark ediliyordu. Hatta zaman zaman toplantılarda ve sohbetlerde sorulan sorulara Abdülmuttalib, onunla istişare ettikten sonra cevap veriyordu.
Artık Peygamberimiz, o yaşında yaşlı dedesinin adeta samimi bir arkadaşı, içten dert ortağı ve emin bir müsteşarı idi. Bütün bunlara rağmen o, dedesine karşı hürmetinde asla kusur etmiyordu.
Dedesinin Minderine Sadece O Otururdu!
Kâbe duvarının gölgesinde hemen hemen her zaman Kureyş’in reisi Abdülmuttalib için bir minder serili bulunurdu. Çocuklarının hiçbiri bu minderin üstüne çıkmaz, babaları gelinceye kadar etrafında oturup beklerlerdi.
Abdülmuttalib, çocuklarından hiçbirini almazken, Peygamber Efendimizi kucaklayarak yan tarafına minderin üstüne oturturdu. Amcaları tutup onu minderin üstünden indirmek isterlerdi; fakat babaları buna mani olur ve şöyle derdi:
“Oğlumu serbest bırakın! Vallahi, ileride onun nâmı ve şânı büyük olacaktır!”
Sonra da, muhterem torununu minderin üstüne yan tarafına oturtur, eliyle sırtını okşayarak ona olan sonsuz sevgisini belirtildi.[1]
Yine Abdülmuttalib uyurken Sevgili Peygamberimizden başkası onu uyandırma cesaretini gösteremezdi. Hususî odasına ondan başkası müsaadesiz giremezdi.
Yaşlı dede, nur yüzlü torununu sofrada yanıbaşına, bazen de dizine oturtur yemeğin en iyisini ona yedirir ve o gelmeden yemeye başlamaya müsaade etmezdi.
Sevgili Peygamberimiz Biraz Gecikince!
Kâinatın Efendisini, dedesi, bir gün, kaybolan devesini aramaya gönderdi. Biraz gecikince kayboldu endişesiyle Abdülmuttalib büyük bir telâşa kapıldı. Üzüntüsü yüzünden okunuyordu. Derhal Kâbe’ye vurarak ellerini Yüce Mevlâ’ya açtı ve “Allahım, Muhammedimi bana geri lûtfet!” diye dua etti.
Az sonra Peygamber Efendimiz, deveyle birlikte çıkageldi. Dedesi, kendisini sevinçle kucakladı ve “Biricik yavrum!” dedi. “Senin için o kadar üzüldüm, o kadar feryat ettim ki artık bundan sonra seni yanımdan asla ayırmayacağım ve yalnız başına bir yere göndermeyeceğim.”[2]
Hakikaten de Abdülmuttalib, vefatına kadar nur torununu bir gölge gibi takip etmekten geri durmadı.
Seyf b. Zî Yezen, Abdülmuttalib’e Neler Söyledi?
Peygamber Efendimizi candan seven Abdülmuttalib, hayatında sadece bir defa kısa bir süre için ondan uzak kaldı.
Yemen Hükümdarı Seyf b. Zî Yezen, babasının ülkesini Habeşlilerden geri almış ve San’a’nın Gumdan şehrinde tahta oturmuştu. Arabistan’ın dört bir tarafından aşiret ve kabile reisleri onu tebrike geliyorlardı.
Mekke’yi temsilen de Abdülmuttalib’in başkanlığında bir heyetin Gumdan’a gitmesi gerekiyordu. Böylece, Mekke’den ayrılmakla, Abdülmuttalib, ilk defa nur torunundan uzak kalıyordu.
Uzun bir yolculuktan sonra Gumdan’a varan Kureyş heyetini Seyf b. Zî Yezen kabul etti. Abdülmuttalib, hükümdardan izin alarak, kendisinin üstün meziyetlerinden, babasının hayırlı bir hükümdar olduğundan bahsetti. Hangi heyet olduklarını belirtmek için de sözlerini şöyle bağladı:
“Biz, Allah’ın dokunulmaz kıldığı memleketin halkı, Beytullah’ın hizmetkârıyız!”
Bu konuşması, hükümdarın dikkatini çekti. Sordu: “Ey tatlı dilli kişi! Sen kimsin?”
Abdülmuttalib, “Ben, Hâşim’in oğlu Abdülmuttalib’im!” dedi.
Seyf, biraz daha dikkat kesildi. Sevinç ve heyecan karışımı bir sesle, “Demek, sen kız kardeşimizin oğlusun!”
Abdülmuttalib, “Evet…” diye karşılık verdi.
Bunun üzerine Seyf, Abdülmuttalib’e daha yakın alâka gösterdi. Yanına yaklaşmasını istedi. Sonra da, “Akraba olduğumuzu öğrendim. Ziyaretinizden de çok memnun oldum. Siz gece gündüz sohbet edilmeye, oturulup konuşulmaya lâyık, şerefli insanlarsınız!” diye konuştu.
Seyf, bu iltifatkâr sözlerle de yetinmedi; söylediklerinde samimi olduğunu, Abdülmuttalib’i bir ay boyunca sarayında ağırlamakla da ispat etti.
Sarayda günleri hep sohbetle geçiyordu. Mukaddes kitaplardan gelecek peygamberin sıfatlarını öğrenmiş bulunan Seyf, bu sohbetlerde bazı ipuçları yakalıyordu. Nitekim bir gün hiç kimsenin farkına varamayacağı bir sırada Abdülmuttalib’i gizlice yanına çağırdı ve “Ey Abdülmuttalib!” dedi. “Sana bir sır emanet edeceğim. Bu sırrın seninle alâkalı olduğu kanaatini taşıyorum! Bu, başkalarından gizlediğimiz, bir kitapta bulduğum çok büyük ve mühim bir haberdir!”
Abdülmuttalib meraklandı, “Nedir o?” diye sordu.
Seyf, sırrını açıkladı: “O, bu sıralarda dünyaya gelmiş olması muhtemel bir çocuğa âittir. O, sizin taraflarda, Tihame bölgesinde doğacaktır. İki küreği arasında bir ‘ben’ vardır. Babası ve annesi ölünce, onu dedesi ve amcası sırasıyla himâyeleri altına alacaktır. O, dostlarını ve yardımcılarını ağırlayacak, düşmanlarını zillete uğratacaktır. En şerefli yerleri fethedecek, kıyamet gününe kadar insanlara rehber ve önder olacaktır. Bâtıl dinleri ortadan kaldıracak, putperestliği yok edecek, Rahmân olan Allah’a ibadet edecektir. Onun sözü müşkîlleri halledecek, işi ise basîret ve adalet üzere olacaktır. Daima iyiliği buyuracak, iyilik yapacak ve insanları kötülükten sakındıracaktır.”
Merak ve heyecana kapılan Abdülmuttalib, hükümdarın biraz daha açıklama yapmasını ve sırrını biraz daha açmasını istiyordu. Bunun için de, “Ey Hükümdar! Ömrün uzun, saltanatın dâim ve şânın yüce olsun! O çocuk hakkında biraz daha açıklama yapar mısın?” dedi.
Hükümdar, diğer alâmet ve işaretleri saydıktan sonra, “Ey Abdülmuttalib!” dedi. “Bütün bu işaretlere bakılırsa, bu çocuğun dedesi sen olmalısın!”
Bu sözleri duyan Abdülmuttalib, sevincinden derhal secdeye kapandı.
Bu sefer merak ve şaşkınlık sırası hükümdara gelmişti. “Ey Abdülmuttalib! Yoksa, sen, anlattıklarımdan bir şey mi sezdin?” diye sordu.
Gönlüyle birlikte gözlerinin içi de gülen Abdülmuttalib, anlattı. “Ey Hükümdar!” dedi. “Benim, Abdullah adında, üzerinde titrediğim, çok sevdiğim bir oğlum vardı. Onu kavmimizin eşrafından Vehb b. Abdi Menaf’ın kızı Âmine’yle evlendirmiştim. Bir çocuk dünyaya geldi. Onun iki küreği arasında bir ‘ben’ vardır. Saydığın alâmetlerin hepsini de üzerinde taşıyor. Babası ve annesi de vefat etmişlerdir. Kendisi şimdi benim himâyemdedir.”
Seyf, kanaatinde yanılmış olmamanın sevinci içinde, Abdülmuttalib’e, “Çocuğunu çok iyi koru! Yahudiler ona düşmandırlar. Onların kendisine zarar vermesinden sakın! Fakat Allah, onun düşmanlarına imkân ve fırsat tanımayacaktır! Benim eski kitaplarda bulup öğrendiğime göre, Yesrib [Medine] de onun hicret yeri olacak ve orada çok yardım görecektir” dedi.
Artık hem hükümdar, hem de Abdülmuttalib, büyük bir müşkîli halletmiş olmanın rahatlığı içindeydiler.
Seyf b. Zî Yezen, adeta kerametvârî, peygamberliğinden evvel Efendimizin nübüvvetini böylece haber veriyordu.
Bir müddet sonra hükümdar, Kureyş heyetini büyük ikram ve ihsanlarla Mekke’ye uğurladı. Abdülmuttalib’e verdikleri, diğerlerinkinden çok daha fazlaydı. Uğurlarken de ona, “O çocuğun halinde olan değişiklikleri her yıl bana bildirmeni rica ederim” dedi.
Ne var ki Seyf b. Zî Yezen, Peygamberimiz hakkında dedesinden daha başka bir bilgi alamadan, henüz bu konuşmalarının üzerinden bir sene bile geçmeden hayata gözlerini yumdu.[3]
Heyetteki arkadaşları, yolda Abdülmuttalib’e, neden kendisine daha fazla ikram ve ihsan edildiğini sordular. O sadece, “Onu kıskanmayınız. Bunun elbette bir sebebi vardır” demekle iktifa etti.
Bir aylık ayrılıktan sonra Mekke’ye varan Abdülmuttalib, nur torununu hasretle kucaklayarak, firak acısını visalin lezzetiyle gidermeye çalıştı.
Peygamber Efendimiz, “Rahmet” Vesilesi!
Sevgili Peygamberimiz, henüz dedesi Abdülmuttalib’in himâyesinde bulunuyordu.
Kuraklık yüzünden Mekke ve etrafı dehşetli bir sıkıntı ve kıtlık içinde kıvranıp duruyordu.
Abdülmuttalib, büyüklüğünü anladığı torunu Efendimizi yanına alarak, oğlu Ebû Tâlib’le birlikte Ebû Kubeys dağına çıktı. Onların peşi sıra da Kureyşliler geliyordu.
Abdülmuttalib, yüzünü Kâbe’ye çevirdi ve Peygamber Efendimizi üç sefer gökyüzüne doğru kaldırarak, “Allahım! Bu çocuk hakkı için, bizi bereketli bir yağmurla sevindir” diye yalvardı.
Kâinatın Efendisinin yüzü suyu hürmetine yapılan dua kabul oldu. Ânında yağmur damlalarıyla halkın ve Kureyş eşrafının sevinç gözyaşları birbirine karıştı.
Bütün bu olup bitenler, dedenin torununa karşı içten sevgisini ve bağlılığını kat kat artırıyor, istikbâlde büyük bir insan olacağı kanaatini kuvvetlendiriyordu. Bunun için de nur torununa büyük bir ihtimam gösteriyordu.
ABDÜLMUTTALİB’İN VEFATI
Yaşı epeyce ilerlemiş bulunan Abdülmuttalib, bir gün aniden rahatsızlandı. Rahatsızlığı gittikçe şiddetini artırıyordu.
O, artık bir başka âleme göçün yakında başlayacağını anlamıştı. Yalnız, görmesi gereken bir vazife vardı: Sevgili Peygamberimizi teslim edecek emin bir kişi seçmek…
Bunun için bütün oğullarını çağırttı. Aklına Ebû Leheb geldi. Fakat o katı kalpli merhametsizin biri idi. “Olmaz” deyiverdi içinden…
Ya Abbas? Hayır, o da olamazdı. Çünkü çoluk çocuğu çoktu. Ancak onlarla meşgul olabilirdi.
Hamza var. Ona da râzı olmadı. Zira, Hamza genç ve ava meraklı idi. Torunuyla gereği gibi ilgilenemezdi.
Ebû Tâlib! İşte, nur torununun hâmîsini bulmuştu. Gerçi, Ebû Tâlib’in serveti azdı, ama merhameti ve şefkati boldu. Muhammed’i (a.s.m.), himâyeye ancak o lâyık olabilirdi!
Bununla beraber Abdülmuttalib, onun da görüşünü almayı ihmâl etmedi. “Amcalarından hangisinin himâyesine girmek istersin?” diye sordu.
Sevgili Peygamberimiz, dedesinin sorusuna haliyle cevap verdi. Yerinden kalkarak amcası Ebû Tâlib’in boynuna sarıldı. O, babasıyla anne baba bir kardeş olan amcasının himâyesini kabul ettiğini, böylece ifade etmiş oluyordu.
Abdülmuttalib de, tercihinde isabet ettiğine sevindi. Sonra Ebû Tâlib’e dönerek, “Onu sana emanet ediyorum! O, İlâhî bir emanettir. Onu her şeye rağmen, can, baş pahasına da olsa koruyacağına dair bana açıkça söz ver ki gözlerim arkada kalmadan gönlüm rahat etsin” dedi.
Efendimizin kendisine karşı teveccühünden oldukça mütehassis olan Ebû Tâlib, gözleri dolu dolu, babasına şu cevabı verdi:
“Sen hiç merak etme babacığım! Onu öz çocuklarıma, hatta kendi canıma bile tercih edeceğime emin olabilirsin! Hayatta bulunduğum müddetçe ona hiç kimsenin zarar vermesine müsaade etmeyeceğime söz veriyorum!”
Bu asil konuşmadan, Abdülmuttalib fazlasıyla memnun oldu ve gözleri sevinç gözyaşlarıyla doldu.
…Ve Abdülmuttalib tarafından, Nur Muhammed (a.s.m.), amcası Ebû Tâlib’e teslim edildi.
Yakalandığı rahatsızlıktan kurtulamayan Abdülmuttalib, torununun neşesine, sevgisine, tebessümüne doyamadan dünyaya gözlerini seksen yaşını aşkın bir ihtiyar olarak kapadı.[4]
Tarih: Milâdî, 578. Fil yılından sekiz sene sonra.
Mekke çarşısı, Abdülmuttalib’in vefatı dolayısıyla günlerce kapalı tutuldu. Kureyşliler, sevdikleri ve hürmet ettikleri bu zâtın ölümü dolayısıyla günlerce yâs tuttular, cenazesini el üstünde dolaştırdılar. Sonra Hacun Kabristanı’na, dedesi Kusayy’ın yanına gömdüler.[5]
Peygamberimizin Gözyaşları
Sevgili Peygamberimiz, dedesini kaybetmekten derin üzüntü duydu. Çünkü bu kaybediş, baba ve annesinin de ebedî âleme göçünü hatırlatıyordu.
Dedesinin cenazesi ve defni sırasında Peygamberimiz, gözyaşlarını tutamadı; bazen hıçkırarak, bazen de sessiz sedâsız ağladı.
Seneler sonra bir gün kendilerine, dedesinin ölümünü hatırlayıp hatırlamadığı sorulduğunda, “Evet, hatırlıyorum! Ben, o sırada sekiz yaşında bulunuyordum” cevabını verdi.
Peygamber Efendimizin saadetli ömrünün ilk sekiz senelik bölümü, İşte böyle acılarla, üzüntü ve kederlerle dolu geçmişti. Adeta büyük ruhu ve rikkatli kalbi, ta o yaşlardan itibaren istikbâlde çekeceği meşakkat ve mihnetlere dayanmak için ızdırap ve sıkıntı teknesinde yoğruluyordu.
________________________________________________