4.Cilt – Münciyat
Tevbe
2.Kitap
Sabır ve Şükür
Korku Ve Ümit
Fakr ve Zühd
5.Kitap
Muhabbet Niyet, İhlas Sıdk
6.Kitap
Tevhid ve Tevekkül
7.Kitap
Niyet ve İhlas
8.Kitap
Fikir
9.Kitap
Murakebe Muhasebe
10.Kitap
Ölüm ve Sonrası
1.Kitap
Tevbe
1.Kitap: Tevbe
- A) Ashâb’ ın ve Âlimlerin Sözleri
Said b. Müseyyeb şöyle demiştir: ‘Elbette Allah kendine dönüp tevbe edenleri bağışlayıcıdır’ (İsra/25) ayeti günah işleyip sonra tevbe eden, yine günah işleyip sonra tevbe eden, yine günah işleyip sonra tevbe eden bir kimse hakkında nâzil oldu
Fudayl b. Iyaz dedi ki: Allah Teâlâ bir rivayette şöyle buyurmuştur ‘Günahkârlara, “eğer tevbe ederlerse tevbelerini kabul edeceğim müjdesini ver! Sıddîklarm dikkatini çek ki eğer ben onların üzerine adaletimi koymuş olursam, onları azaba dûçar ederim.
Talk b. Habîb16 şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın hukuk-ı ilâhîsi, kulun o hukukları yerine getirmesinden daha büyüktür. Fakat onlar tevbe ettikleri halde sabah ve akşamladılar.
Abdullah b. Ömer şöyle demiştir: ‘Kim işlediği bir günahı hatırlar, ondan dolayı kalbi acı duyarsa, Ümm’ul-Kitab’da (Levh-i Mahfûz) o günah silinmiş olur’.
Rivayet ediliyor ki İsrailoğulları’nın peygamberlerinden biri bir günah işledi. Allah Teâlâ ona vahiy göndererek: ‘İzzetime yemin ederim! Eğer ikinci bir defa bu günahı işlersen sana azap edeceğim dedi. O da şöyle dedi: “Yârab! Sen sensin, ben de benim. Senin izzetine yemin ederim, eğer beni korumazsan muhakkak o günaha ikinci defa dönerim!” Buna binaen Allah Teâlâ onu masum kıldı.
Biri şöyle demiştir: ‘Kul bir günah işler, cennete girinceye kadar o günahtan pişmanlık duyar! Bunun üzerine iblis der ki: Keşke ben onu bu günaha sokmasaydım.
Habib b. Ebî Sabit17 dedi ki: ‘Kıyamet gününde kişiye günahları arzolunur. Günahın yanından geçer ve şöyle der: ‘Muhakkak ben (dünyada) günahtan korkardım!’
Râvî der ki: ‘Dünyadaki korkusundan dolayı günahı bağışlanır*.
Rivayet ediliyor ki bir kişi İbn Mes’ud’a başından geçen bir günahı için ‘Acaba onun tevbesi var mıdır?’ diye sordu. İbn Mes’ud ondan yüzünü çevirdi. Sonra ona dönüp baktı. İki gözünden yaşlar aktığını gördü ve dedi ki: ‘Cennetin sekiz kapısı vardır. Hepsi açılır ve kilitlenir. Ancak tevbe kapısı hariç! O kapının yanında sadece o kapıya bakan bir melek vardır. O melek o kapıyı kapatmaz. Bu bakımdan ümitsiz olma, amel yap!’
Abdurrahman b. Ebi Kasım der ki: ‘Abdurrahim18 ile beraber kâfirin tevbesini ve şu ayeti müzakere ettik:
O küfredenlere de ki: Eğer peygambere düşmanlıktan vazgeçerlerse geçmişteki günahları bağışlanır!(Enfâl/38)
Abdurrahim dedi ki: ‘Ben müslümanın Allah katında daha güzel halli olacağını ümit ediyorum. Çünkü kulağıma “Müslümanın tevbesi, müslüman olduktan sonra ikinci bir defa müslüman olmak gibidir; yani müslümanlığını perçinleştirir” diye gelmiştir’.
Abdullah b. Selâm şöyle demiştir: ‘Size ancak Allah tarafından gönderilmiş peygamberden veya Allah tarafından indirilmiş kitaptan konuşacağım: Kul bir günah işledikten sonra bir göz kapaması kadar o günahtan pişman olduğu zaman, o günah ondan göz kapamasından daha süratle düşmüş olur’.
Hz. Ömer şöyle demiştir: ‘Tevbe edenlerle beraber oturun! Çünkü onların kalbi daha incedir.
Biri şöyle demiştir: ‘Allah’ın beni ne zaman bağışlayacağını biliyorum’. Ona ‘Ne zaman affedecektir?’ diye sorulunca ‘Tevbemi kabul ettiği zaman’ demiştir.
Bir başkası da şöyle demiştir: ‘Ben affedilmekten mahrum olmaktan çok tevbeden mahrum olmaktan korkuyorum’.
Şöyle rivayet ediliyor: İsrailoğulları’ndan bir genç vardı. Yirmi sene Allah’a ibâdet etti. Sonra yirmi sene Allah’a isyan etti. Sonra aynaya baktı. Sakalında beyazlık gördü. Bu manzara hoşuna gitmedi ve şöyle dedi: ‘Ya ilâhî! Sana yirmi sene itaat ettim. Sonra
yirmi sene isyan ettim. Acaba sana tevbe edersem beni kabul eder misin?’ Bunun üzerine görmediği ancak sözünü işittiği biri ona şöyle dedi: ‘Bizi sevdin. Biz de seni şeydik. Bizi terkettin, biz de seni terkettik. Bize isyan ettin, sana mühlet verdik. Eğer bize dönersen seni kabul ederiz’.
Zünnun-i Mısrî şöyle demiştir: ‘Allah’ın bir kısım kulları vardır: Günahların ağaçlarını kalplerinin göreceği bir yere diktiler. Onu tevbe suyu ile suladılar. O pişmanlık ve üzüntü meyvesini verdi. Delilik olmaksızın onlar delirdiler. Dil kekelemesi olmaksızın onlar dilsiz oldular. Oysa fasih ve beliğlerin, Allah ve Hz. Peygamberi bilenlerin ta kendileriydiler. Sonra safa kadehiyle (hayat suyunu) içtiler. Uzun belâya karşı sabrı, geçmişlerinden devraldılar. Sonra kalpleri melekût âlemine hayran kaldı. Fikirleri ceberrûtun perdeleri arasında gezdi. Pişmanlık revakının altında gölgelendiler. Hataların sahifesini okudular. Nefislerine korkuyu yerleştirdiler ve takvanın merdivenleriyle zühdün yüceliğine vâsıl oldular. Dünyayı terketmenin acısını tatlı gördüler. Yatacakları yerin sertliğini yumuşak kabul ettiler. Sonunda selâmet kulpunu elde ettiler. Ruhları yücelerde gezindi ve cennetin bahçesinde çadır kurdular. Hayat denizine daldılar. Üzüntünün hendeklerini kapattılar. Hevanm köprülerinden geçip ilmin sahasına indiler. Hikmetin gölünden içtiler. Zeka gemisine bindiler. Kurtuluş rüzgârıyla deniz selâmetinde yelken açtılar ve rahatlık bahçesine, izzet ve keremin kaynağına vardılar’.
İşte her sahih tevbe’nin muhakkak makbul olacağı hakkında bu kadar söz kâfidir.
Soru: ‘Sen de Mutezilenin dediği gibi ‘tevbeyi kabul etmek Allah için vâcibdir’ fikrindemisin?’
Cevap: Ben Tevbe’nin kabul edilmesi Allah’a vâcibdir’ sözünden ‘Elbette elbise sabunla yıkandığı zaman kirin gitmesi vâcibdir. Elbette susuz bir kimse su içtiği zaman susuzluğunun giderilmesi vâcibdir. Su bir müddet kendisine verilmediği zaman susaması vâcibdir. Susuzluk devam ederse, ölmek vâcib olur’ gibi sözlerden kasdedilen mânâda kastediyorum. Bu sözlerde Mutezilenin ‘Allah’a tevbeyi kabul etmek vâcibdir’ sözlerinden kastettikleri mânâ yoktur. Ben derim ki: ‘Allah suyu, susuzluğu giderici olarak yarattığı gibi, ibadeti günaha keffâret olucu, sevabı hatayı silici olarak yaratmıştır.
Eğer Allah’ın meşiyeti bunun hilâfına sebkat etmiş ise, Allah’ın kudreti o hilâfî da kapsayacak genişliktedir. Bu bakımdan üzerinde yapılması vâcib olan bir vazife bulunmamaktadır. Fakat onun ezelî iradesi neyin olacağına karar vermiş ise, şüphesiz ki onun olması vâcibdir.
îtiraz: Tevbesinin kabul edilip edilmediğinden emin olan hiç kimse yoktur. Oysa suyu içen susuzluğunun gideceğinden şüphe etmez.
Cevap: Kişinin tevbesinin kabul oluşunda şüphesi, sıhhatin şartlarının varlığından şüphe etmesi gibidir. Çünkü ileride geleceği gibi, tevbefnin ince rükün ve şartları vardır. Bütün şartlarının varlığı kolayca tahakkuk etmez. Tıpkı ishal için bir ilacı içip de ishal eder mi veya etmez mi diye şüphe eden,bir kimse gibi… Bu kimsenin şüphesi, o ilaçtaki ishal ediciliğin şartlarının meydana gelmesinden şüphe etmektir. Halin, vaktin, ilacın karışımı, şişelerin güzelce yapılması ve tesiri itibariyle bu şüphe ortaya çıkar. Bu ve benzerler tevbeden sonra korkmayı ve şüphesiz tevbe’nin kabulünde de şüphe etmeyi gerektirir. Nitekim tevbe’nin şartları bahsinde, eğer Allah dilerse bu durumun izahı gelecektir.
16) Künyesi el-Anzî el-Basrî’dir. Âbid bir kimseydi. Birkaç kişiyle birlikte
Haccac’tan kaçarak Kabe’ye sığınmış, fakat Haccac onları tutup öl
dürmüştür.
17) Künyesi Ebû Ya’lâ. el-KûfTdir. Değerli bir fakihtir. H. 119 da vefat
etmiştir.
18) Abdurrahim b. Yahya ed-Dimeşkî el-Esved diye tanınır.
- B) Dünya’daki Sevaplara ve Günahlara Göre Ahiret’te Verilecek Mükâfat ve Cezalar
Dünya müIk ve şehâdet âlemindendir. Ahiret gayb ve melekût âlemindendir. Dünyadan gayem; senin ölümden önceki halindir.
Ahiretten gayem; ölümden sonraki halindir. Bu bakımdan senin dünya ve ahiretin, sıfatların ve durumlarındır. O sıfat ve durumların yakınma dünya, uzağına ahiret adı verilir. Biz şimdilik ahi-retteki dünyadan bahsedeceğiz. Çünkü biz şu anda dünyada konuşuyoruz. Dünya mülk âlemindendir. Bizim gayemiz, âhireti izah etmektir. O da melekût âlemindendir. Oysa melekût âlemini mülk âleminde izah etmek, ancak darb-ı mesellerle mümkündür.
Biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz ama onları ancak âlimler anlar.(Ankebut/43)
Bunun hikmeti şudur: Melekût âlemine nisbeten, mülk âlemi uykudur. Bu sırra binaen Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İnsanlar uykudadır. Öldükleri zaman uyanırlar.32
Yakaza (uyanıklık) halinde olacak birşey, uyku halinde sana gerçek manâsıyla tebeyyün etmez. Ancak darb-ı mesellerle tebeyyün eder. Böylece ahiretin uyanıklık halinde olan birşey de dünya uykusunda vuzuha kavuşmaz. Ancak darb-ı mesellerin çokluğu zımnında olursa Mü’minin kalbi Rahmân olan Allah’ın kudret parmaklarmdan ikisinin arasındadır.33
Bu, ancak âlimler tarafından düşünülebilen misaldir. Cahilin anlayışı ise, misâlin zahirini geçmez. Çünkü tevil diye adlandırılan tefsirin cahilidir. Nitekim rüya âleminde görülen mi
sallerin tefsirine tâbir adı verilir..Bu bakımdan cahil kişi Allah’a el ve parmak isnâd eder. Oysa Allah Teâlâ onun sözünden büyük bir yücelikle yücedir.
Böylece Hz.Peygamberin ‘Allah Teâlâ, Âdem’i sureti üzerine yarattı’ hadîsindeki suretten ancak renk, şekil anlar ve Allah’a bunların benzerini isnâd eder! Oysa Allah onun sözünden büyük bir yücelikle yücedir. Bundan ötürüdür ki ilâhî sıfatlarda, hatta kelâm sıfatında kayan kaymıştır. Onlar, kelâmın savt (ses) ve harf olduğunu sanmışlar, diğer sıfatlarda da kaymışlardır. Buradaki söz oldukça uzar.
Böylece ahiret hakkında da darb-ı meseller vârid olur. Dinden çıkanlar onu yalanlar. Çünkü onların nazarları misalin zahiri üzerinde donakalmıştır. O misal onlara mütenakız görünür. Hz. Peygamberin şu hadîs-i şerîfi:
Kıyamet gününde ölüm, beyaz veya siyah-beyaz bir koç suretinde getirilir ve kesilir.34
Ahmak mülhid, hücum ederek bunu yalanlar. Bununla, peygamberlerin (hâşâ) yalanma istidlâl eder ve şöyle der: ‘Sübhanallah! Ölüm arazdır. Koç cisimdir. Araz nasıl cisim olabilir? Böyle olması muhalden başka ne olabilir’. Fakat Allah Teâlâ bu ahmakları sırların marifetinden azlederek uzaklaştırmış ve şöyle buyurmuştur:
Bunları ancak âlimler anlar. (Ankebût/43)
Miskin bilmiyor ki ‘Ben rüyamda gördüm ki bir koç getirildi ve ‘Bu koç memlekette bulunan veba hastalığıdır’ denildi ve ‘o koç kesildi’ diyen kimseye, rüyayı tâbir eden ‘Doğru söyledin. Durum senin gördüğün gibidir dedi.
Bu rüya veba hastalığının sonunun geldiğine, hiçbir zaman o memlekete dönmeyeceğine; zira kesilenden ümidin kesildiğine delâlet eder. Durum bu iken, rüya tabircisi o rüyayı tasdik etmekte doğrudur. Rüyayı gören de rüyasında doğrudur. Bunun hakîkati şuraya dönüşür. Rüyaları sevk ve idare eden o kimsedir ki uyku çağında ruhları ‘Levh-i Mahfuz’daki hakikatlere muttali kılar. Ruh’a beyan ettiği bir misalle Levh-i Mahfuz dekini ruha öğretir. Çünkü uyuyan bir kimse ancak misali anlayabilir. Bu bakımdan onun misali doğrudur. O misalin mânâsı da sıhhatlidir.
Öyleyse peygamberlerin de dünyada konuştukları insanlar, ahire te nisbetle uykudadırlar. Dünya ahirete nisbeten uykudur. Bu bakımdan peygamberler, mânâları insanların anlayışlarına misallerle yaklaştırırlar.
Bu da Allah’tan bir hikmet ve kullarına bir lütuf, kulların misal vermeksizin idrâk etmelerinden aciz oldukları şeylerin idrâk edilmesini kolaylaştırmak içindir. Bu bakımdan Hz. Peygamberin ‘Ölüm, beyaz bir koçun suretinde getirilir’ sözü bir misaldir. Bu misali, âhirette ölümden ümidin kesileceğini anlayışlara yaklaştırmak için beyan buyurmuştur. Kalpler misallerden etkilenecek şekilde, misaller vasıtasıyla mânâların yerleşeceği şekilde yaratılmıştır. Bunun ötürü Kur’ân, kudretin en son haddini belirtmek maksadıyla şöyle demiştir:
Ona sadece ol der, o da oluverir.(Yâsin/82)
Hz. Peygamber de ‘Mü’minin kalbi Rahmân’m parmaklarından ikisinin arasındadır’ sözüyle kalbin süratle değiştirilmesini ifade etmiştir. Biz bunun hikmetine, ibâdetler bölümünde, akidelerin kaideleri bahsinde işaret etmiştik. Bu bakımdan şimdilik asıl konumuza dönelim.
Hedefimiz, derece ve derekeleri, hasenat ve seyyiat üzerine tevzi etmenin tarifidir. Bu da ancak misalleri beyan etmek suretiyle mümkün olur. Bu nedenle beyan edeceğimiz misallerden sûretler değil de mânâlar anlaşılmalıdır. Öyleyse deriz ki: İnsanlar âhirette birçok sınıflara ayrılırlar. Saadet ve şekavet hususunda derece ve derekeleri hesaba gelmeyecek şekilde değişiktir.
Nitekimdünyanın saadet ve şekavetinde farklı oldukları gibi… Ahiret, bumânâda, asla dünyadan ayrılmaz; zira mülkün (dünya) ve melekûtun (ahiret) müdebbiri (tedbir edicisi) birdir, onun ortağı yoktur.
Onun ezelî iradesinden sâdır olan yolu değiştirilmez. Ancak bizimderecelerin kısımlarını saymaktan aciz olmamız, cinslerin durumunu izah etmekten âciz olduğumuz anlamına gelmez. Bu
bakımdan deriz ki: İnsanlar, âhirette, zarurî olarak dört kısma ayrılırlar:
- Helâk olanlar
2.Azaba dûçar olanlar
3.Kurtulanlar
4.Zaferyâb olanlar
Bunun dünyadaki misali şudur: Bir padişah bir ülkeyi zaptederse, halkından bazılarını öldürür. Bunlar helâk olanlardır. Bazılarına bir müddet işkence eder, onları öldürmez. Onlar azap çekenlerdir. Bazılarını da serbest bırakır. Bunlar kurtulanlardır ve bazılarına da hediyeler verir. Bunlar da zaferyâb olanlardır. Eğer padişah âdil ise, onlara bu taksimi ancak müstehak olduklarından ötürü tatbik eder. Sadece padişahlığa müstehak olduğunu inkâr edeni öldürür. Devletin esasında kendisine zıt davrananı öldürür. Padişahlığını ve yüce derecesini itiraf etmekle beraber hizmetinde kusur edene ceza verir. Padişahlığın mertebesini itiraf edeni, kendisine karşı bir suçu olmayanı serbest bırakır. Çünkü hizmet etmemişti ki ona hediye verilsin. Hediyeyi ancak hayatını hizmet ve yardımında tüketene verir. Sonra zaferyâb olanların hediyelerinin de hizmetteki derecelerine göre çeşitli olması, helâk olanların helâk edilmesi de ya boyunlarının kesilmesi suretiyle hakikî olacak veya inaddaki derecelerine göre azalarının kesilmesiyle ceza verilecektir. Azaba dûçar olanların hiffet ve şiddetinde, müddetin uzunluk veya kısalığında, nevilerin birliğinde ve değişikliğinde, kusur derecelerinin nisbetinde olmalıdır.
Bu bakımdan bu mertebelerin her biri sayılmayacak ve inhisar altına alınamayacak kadar çok derecelere ayrılır. Böylece bil ki insanlar âhirette bu tarzda çeşitli derecelere sahiptirler; kimi helâk olur, kimi bir müddet azap çeker, kimi kurtulur selâmet evinde olur, kimileri de zaferyâb olurlar. Zeferyâb olanlar da Adn cennetlerine yerleşenler, Me’vâ cennetlerine veya Firdevs cennetine yerleşenlere taksim olunurlar. Azap çekenler de, az azap çeken, bin sene veya yedibin sene azap çeken kısımlara ayrılır.35 Yedi bin sene azap çeken, hadîste vârid olduğu gibi, cehennemden en son çıkan kimsedir.
Helâk olan ve Allah’ın rahmetinden ümitsiz bulunan kimselerin de dereceleri değişik olur. Bu dereceler, ibadetler ve günahlar hasebiyle değişir. Bu nedenle bu derecelerin günahlar ve ibâdetler üzerine tevcih edilmesinin keyfiyetini zikredelim:
Birinci Mertebe Bu mertebe helâk olanların mertebesidir. Helâk olanlardan gayemiz, Allah’ın rahmetinden ümitsiz olanlardır; zira daha önce belirttiğimiz misalde padişahın öldürdüğü kimse, padişahın rızasından ve ikramından ümitsiz olmuştur. Bu bakımdan misalin mânâlarından gafil olma! Bu durum inkarcılar, hakikatten yüz çevirenler ve sadece dünyaya yönelenler, Allah’ın peygamberlerini ve kitablarım yalanlayanlar içindir; zira uhrevî saadet Allah’a yakınlık ve O’nun cemâline bakmaktadır.
Bu ise iman ve tasdik diye isimlendirilen marifetle elde edilebilir. İnkâr edenler münkirlerin ta kendileri, yalanlayanlar da ebediyyen Allah’ın rahmetinden ümitsiz olanların ta kendileridir. Onlar o kimselerdir ki âlemlerin rabbinî ve gönderdiği peygamberlerini yalanlarlar. Onlar o günde rablerinden perdelenirler. Mahbubundan perdelenen herkesin, arzuladığı ile arasına bir perde gerildiği muhakkaktır. Böyle bir kimse, şüphe yoktur ki ayrılık ateşiyle cehennem ateşini yakar. Bunun için ârifler şöyle demişlerdir: ‘Bizim korkumuz cehennem ateşinden değil! Bizim ümidimiz, elâ gözlü cennet kadınları için değil! Bizim maksadımız Allah ile mülâki olmaktır. Bizim kaçışımız sadece Allah ile kul arasında giren perdedendir.
Denilmiştir ki: ‘İvaz karşılığında Allah’a ibâdet eden bir kimse leîmdir’. Cennetin talebi veya cehennem ateşinin korkusu için Allah’a ibâdet etmek gibi… Oysa ârif bir kimse Allah’a, Allah’ın zati için ibâdet eder. Sadece onun zatını arzular. Elâ gözlü kadınlar ve cennet meyvelerine gelince, bazen onları arzu etmez. Ateşe gelince, bazen ondan sakınmaz; zira ayrılık ateşi kendisim kapladığı zaman, bazen cisimleri yakan ateşi mağlup eder. Muhakkak ayrılık ateşi Allah’ın ateşidir ki tutuşturulmuştur. Öyle ki onun acısı kalplere işler. Cehennem ateşi ise, cisimlerle beraber vardır. Cisimlerin elemi, kalbin elemine nisbetle hafif sayılır. Bunun için şair şöyle demiştir:
Aşığın kalbinde ayrılık ateşi vardır ki cehennem ateşinin en hararetlisi ondan daha soğuktur!
Bunun ahiret âleminde olacağını inkâr etmek uygun değildir; zira dünya âleminde bunun gözle görülen benzeri vardır. Çünkü kendisine vecd hali gelen bir kimse ateşe girer. Kesilmiş ve yaralayıcı kamış köklerine basar. Buna rağmen kalbindeki aşkın şiddetinden bu elemi hissetmez. Bazen görürsün ki öfkeli bir insana savaşta öfke öyle galebe çalar ki ona birkaç yara isabet eder. Buna rağmen o, onları hissetmez. Çünkü öfke kalpte bir ateştir.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Öfke ateşten bir parçadır.36
Kalbin yanması, bedenin yanmasından daha şiddetlidir. Gördüğün gibi şiddetlisi hafifte meydana gelen hissi iptal eder. Bu bakımdan ateşle ve kılıçla helâk olmak, ancak iki cüz’ü ayırmak bakımından helaktir. O ayrılan cüzler cisimlerde mümkün olan birleştirme bağıyla âhirette birbirine bağlanır. Bu bakımdan kalp ile kendisine bağlı bulunan, hem de cisimler arasındaki bağlantıdan daha sağlam bir bağ ile bağlı bulunan sevdiğinin arasına ayrılığı sokan ateş, elem bakımından daha şiddetlidir. Eğer sen basiret ve hâl ehli isen bunu bilirsin. Kalp ehli olmayan bir kimsenin bu elemin şiddetini idrâk etmemesi ve bedenin elemine nisbeten hafif sayması uzak bir ihtimal değildir. Bu bakımdan çocuk, top ve çelik çomaktan mahrum edilmek elemiyle, saltanattan mahrum edilmek elemi arasında muhayyer bırakılırsa, asla saltanattan mahrum olmanın elemini hissetmez. Bunu elem bile saymaz ve şöyle der: ‘Topla beraber sahada koşmak, benim için üzerinde oturmakta olduğum, saltanatın bin tahtından daha sevimlidir’.
Mide şehvetine mağlup olan bir kimse ‘Herise ve Helva’ ile düşmanlarının kahrına ve dostlarının sevinmesine vesile olan güzel bir fiilin yapılması arasında muhayyer bırakılırsa, muhakkak Herise ve Helva yemeyi tercih eder. Bütün bunlar, varlığıyla mertebe sevgisini gerektiren durumun yokluğu ve yemeğin lezzetini gerektiren durumun mevcut olması sebebiyledir. Bu da hayvanî ve yırtıcı sıfatların kölesi olan, âlemlerin rabbine yaklaşma zevkini tatmayan, melekî sıfatlardan mahrum olan bir kimse için sözkonusudur. Tadın dile, duymanın kulağa, görmenin göze mahsus olduğu gibi, bu sıfatlar da yalnız kalbe mahsustur. Bu bakımdan kalp ehli olmayan bir kimsenin bu hissi yoktur. Tıpkı duymayan ve görmeyen bir kimse için nağmelerin, güzel suretlerin ve renklerin zevkinin sözkonusu olmadığı gibi. Her insan için kalp ehli olması şart değildir. Eğer her insan için şart olsaydı o vakit şu ayetin hükmü sahih olmazdı:
Muhakkak ki bunda, kalbi olan yahut şahid olarak kulak veren kimse için bir ihtar (bir ibret dersi) vardır.(Kaf37)
Bu bakımdan Allah Teâlâ, Kur’ân ile ibret almayan bir kimseyi kalpten yoksun kabul etmiştir. Kalpten gayem; göğüsteki kalp değildir. Bundan gayem emir âleminde olan sırdır. O sır, öyle bir sırdır ki yaratma âleminden olan et parçası onun tahtı, göğüs onun kürsüsü, diğer azalar onun memleketidir. Yaratma ve emrin tamamı Allah’ındır. Fakat kalp öyle bir sırdır ki Allah Teâlâ onun hakkında şöyle buyurmuştur:.
Bir de sana Ruh hakkında (Ruh’un hakikatinden) soruyorlar. De ki: ‘Ruh, rabbimin ermindendir.(İsra/85)
Emir ve padişah Allah’tır. Çünkü emr ile yaratma âlemi arasında bir tertip vardır. Emr âlemi, halk âleminin emridir Kalp öyle latif bir şeydir ki o ıslah olduğu zaman, bedenin tümü de ıslah olur. Onu bilen nefsini bilir. Nefsini bilen rabbini bilir. Kul, bundan peygamberin şu hadîs-i şerifinin altında saklanan mânânın kokularının başlangıçlarını sezer: ‘Allah, Adem’i sureti üzerinde yarattı’.
Allah Teâlâ, bu hadîsin lâfzını zahirine hamledenlere ve te’vil yolunda zorluk çekenlere rahmet nazarıyla bakmıştır. Fakat lâfza hamledenlere olan rahmeti, teVilde zorluk çekenlere olan rahmetinden daha fazladır. Çünkü rahmet, musibete göre verilir. Onların musibeti, teVil edenlerin musibetinden daha fazladır. Her ne kadar iki sınıf da emrin hakîkatma varamamak musibetinde ortak iseler de… Hakîkat Allah’ın faziletidir, dilediğine verir. Allah büyük fazilet sahibidir. Hakîkat Allah’ın hikmetidir, dilediğine tahsis eder. Kime hikmet verilmişse, muhakkak ona bol hayır ihsan edilmiştir.
Biz hedefimize dönelim; zira ipi oldukça gevşettik. Bu kitapta maksadımız olan muamele ilimlerinden daha yüksek olan bir şeyde sözü oldukça uzattık. Bu bakımdan anlaşılmıştır ki; helâk olma, ancak yalanlayan cahiller için sözkonusudur. Bunun Allah’ın kitabından ve Hz. Peygamberin sünnetinden delili hasr altına girmeyecek kadar çoktur. Bunun için biz o delilleri burada zikretmedik.
İkinci Mertebe
İkinci mertebe azap görenlerin mertebesidir. Bu mertebe, imanın esası ile süslenen bir kimsenin mertebesidir. Fakat bu kimse imanın gereğini yapmakta kusur etmiştir; zira imanın başı Tevhidedir. Tevhid de Allah’tan başkasına ibâdet etmemektir. Kim hevâsmm peşinde giderse o, hevâsını ilah edinmiştir. O, hakikatte değil, diliyle muvahhid (birleyici)dir.
‘Lâ ilâhe illâllah’ demenin gerçek mânâsı şu ayetin kasdettiği şeydir:
Allah de! Sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oynaya dursunlar.(En’âm/91)
Bu, Allah’tan başka her şeyi tamamen terketmek demektir.
Rabbimiz Allah’tır’ deyip, sonra doğru olanların üzerine melekler iner,(Fussilet/30)
Sırat-ı Müstakim ki tevhid ancak onun üzerinde istikametli olmakla kemâle erer. O sırat-ı müstakim kıldan daha ince, kılıçtan daha keskindir. Âhirette vasfedilen sırat gibidir. Az da olsa hiçbir insan istikametten inhiraf etmek meylinden kurtulamaz; zira az bir fiilde olsa dahi, hevâ-i nefse tâbi olmaktan kurtulamaz. Bu ise tevhid’in kemâline zarar verir. Sırat-ı müstakim’den sapması nisbetinde bir zarar uğrar. Şüphesiz bu durum Allah’a yaklaşmak derecelerinde eksikliktir. Her eksiklikte de iki ateş vardır:
1.Noksanlık ile oluşan ve kemâli elden kaçıran ayrılık ateşi.
2.Kur’an’m vasıflandırdığı gibi cehennem ateşi.
Bu bakımdan sırat-ı müstakimden inhiraf eden herkes, iki defa azaba dûçar olur. Fakat o azabın şiddeti ve müddetin uzunluğuna göre değişik olması iki şeyden dolayıdır. O şeylerden biri imanın kuvvet ve zafiyetidir. İkincisi hevâ-i nefse çok veya az tâbi olmaktır. Birçok durumda insanların hiçbiri bu iki durumdan kurtulamadığı için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur. Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra Allah’tan korkup sakınanları kurtarırız ve zâlimleri öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız. (Meryem/71-72)
Bu sırra binaen selef demiştir: ‘Korktuk! Çünkü kesinlikle bildik ki bizler ateşe varacağız!’ Kurtuluş hakkında ihtilâf vardır. Hatta bazıları, ‘Çakan şimşek gibi ateşin üstünden geçer, hiç ateşte kalmaz. Bir an ile yedi bin sene arasındaki gün, hafta, ay ve diğer müddetler ve çeşitli dereceler vardır’ demişlerdir. Azabın şiddeti hakkındaki ihtilâf şöyledir: En yüksek azabın sonu yok. Azabın en azı hesapta sorguya çekilmektir. Nitekim padişah, kusur edenleri bazen sorguya çekmek suretiye azarlar, sonra affeder. Bazen kamçı ile döver. Bazen azabın diğer bir çeşidini tatbik eder. Azabın müddet ve şiddetinden başka çeşitlerin ihtilâfı diye üçüncü bir ihtilâf daha vardır; zirâ sadece malının müsaderesiyle azaba dûçar olan bir kimse malının alınması, evlâdının öldürülmesi, hareminin mübâh kılınması, akrabalarına azâb edilmesi, vurulması, dilinin, elinin, burnunun, kulağının ve öteki uzuvlarının kesilmesiyle tâzib edilen gibi omaz. Bu ihtilâflar ahiret azabı hakkında da olmuştur. Şeriatın kesin delilleri buna delâlet etmektedir. Bu, imanın kuvvet ve zafiyetinin ihtilafına, ibâdetlerin çokluk ve azlığını, günahların çokluk ve azlığına göre değişir.
Azabın şiddetine gelince, bu günahların çirkinliğinin şiddet ve çokluğuna göredir. Azabın çokluğu günahın çokluğuna bağlıdır. Azabın çeşitlerinin değişmesi, günah çeşitlerinin değişmesine bağlıdır. Bu durum kalp erbabına, Kur’an’m delileri ve iman nuruyla görünür.
Allah Teâlâ’mn şu ayetleriyle bu mânâ kastedilmektedir.
Rabbin hiçbir zaman kullara zulmedici değildir. (Fussilet/46)
Bugün her hefis, kazandığıyla cezalandırılacaktır.(Mü’min/17)
İnsana çalışmasından başka birşey yoktur.(Necm/39)
Artık kim zerre kadar hayır işlerse onun karşılığını görür. Kim zerre kadar şer işlerse onun karşılığını görür, (Zilzâl/7-8)
Bunlardan başka, Kur’ân ve Sünnet’te, ceza ve mükâfatın ameller üzerine terettüp ettiğini belirten daha nice deliller vardır. Bütün bunlar adalettir. İçinde zulüm yoktur. Af vemerhamet tarafı daha kuvvetlidir; zira Allah Teâlâ, Hz. Peygamberin naklettiği bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur: ‘Rahmetim gazabımı geçmiştir’37
Zerre miktarı bir iyilik olsa onu kat kat yapar ve kendi katından da büyük mükâfaat verir,(Nisâ/40)
Mâdem ki durum budur, derece ve derekelerin sevaplara ve günahlara bağlanmasından ibaret olan bu küllî hükümler, şeriatın kesin delilleriyle ve marifetin nuruyla malûmdurlar.
Tafsilâta gelince, bu ancak zanla bilinir. Bunun istinad ettiği delil, haberlerin zahirleri ve ibret gözüyle görmenin nurlarından alman bir nevi tecrübedir.
Sonuç olarak deriz ki; imanın esasını kuvvetlendiren, bütün büyük günahlardan kaçan, bütün farzları güzelce edâ eden -buradaki farzlardan gayem beş rükündür- kendisinden küçük günahlar ancak müteferrik olarak sâdır olup onlarda ısrar etmeyen bir kimsenin azabının sadece hesapta sorguya çekilmekten ibaret olacağı düşünülebilir. Çünkü bu kimse hesaba çekildiği zaman, sevabları günahlarına ağır basar; zirâ hadîslerde vârid olmuştur ki; ‘Beş vakit namaz, cuma namazı ve Ramazan orucu, aralarında vâki olan günahları kefaretleridirler’.
Böylece büyük günahlardan korunmak da Kur’ân nassının hükmüne göre, küçük günahların kefareti olur. Kefaret-lendirmenin en az dereceleri -eğer hesabı kaldırmazsa- azabı kaldırmaktır. Hali böyle olan herkesin sevabı ağır basar. Bu bakımdan terazide rüçhanm belirmesinden ve hesaptan sonra, kişinin iyi bir maişet içerisinde bulunması uygundur. Evet! Onun ‘ashâb-ı yemîn’e veya Allah’ın dergâhına yaklaştırılmış mukar-reblere iltihakı, Adn cennetlerine konması veya en yüce Firdevs’te yer alması ne güzel birşeydir. İşte bunun gibi imanın sınıfları da tedkik edilir. Çünkü iman iki çeşittir; Biri halk tabakasının imanı gibi taklidî imandır ki bunlar dinlediklerini tasdik edip bu inanç üzerine devam ederler.
Bir de keşfi iman vardır ki Allah’ın nuruyla açılan göğüste olur. Bu imanda bütün varlık olduğu gibi keşfolunur ve görülür ki hepsinin dönüşü Allah’adır. Çünkü varlık aleminde Allah’tan, sıfat ve fiillerinden başka birşey yoktur.38
İşte bu sınıf, mukarreblerin (yaklaştırılmış kimselerin) en yüce Firdevs*® konanların ta kendisidir. Onlar mele-i a7â’ya (en yüce cemaate) gayet yakındırlar. Bunlar da birçok sınıfa ayrılırlar. Bazıları (hayırlar hususunda) herkesin önünde olan Sâbikûn’dur. Bazıları derece bakımından bunlardan daha aşağıdır. Bunların arasındaki fark, Allah’ın marifetindeki farklılıklarına göredir. Allah’ın marifetinde ârif olanların dereceleri inhisar altına alınamayacak kadar büyüktür. Zira Allah Teâlâ’mn celâlinin künhünü ihâta etmek mümkün değildir. Marifet denizinin derinliği sonsuzdur. Ancak dalgıçlar, kuvvetleri nisbetinde oraya dalarlar. Ezelde kendilerine takdir edilen yere kadar giderler, Bu bakımdan Allah’a giden yolun konaklarının sonu yoktur! Allah yolunun yolcularının dereceleri nihayetsizdir.
Taklidî bir iman ile iman edene gelince, o da ashâb-ı yemin’dendir. Ancak onun derecesi mukarreb kimselerin derecesinden aşağıdır. Onlar da çeşitli derecededirler. Ashâb-ı yeminin derecelerinin en yücesi, mukarreblerin derecelerinin en düşüğüne yaklaşmasıdır. Bu durum, bütün büyük günahlardan sakınan, farzların tamamını yapan kimsenin durumudur. Farzlardan gayem; kelime-i şahadeti söylemek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak ve hacca gitmekten ibaret olan beş rükündür. Bir veya birkaç büyük günah işleyen veya İslâm’ın bazı rükünlerini ihmal eden bir kimseye gelince, eğer bu kimse eceli yaklaşmadan önce nasûh (kesin) bir tevbe eli tevbe ederse, büyük günah işlemeyenler safına iltihak eder. Çünkü günahtan tevbe eden, günahı olmayan bir kimse gibidir. Yıkanmış elbise, kirlenmemiş elbise gibidir.
Eğer bir kimse tevbe etmeden ölürse, bu durum tehlikeli bir durumdur. Zira günahta ısrar ettiği halde ölen bir kimsenin, ölüm sırasında çoğu zaman imanı sarsılır. Dolayısıyla kötü sonuca uğrar. Hele imanı taklidî ise bu durum kaçınılmaz olur. Çünkü taklidî iman, her ne kadar kesin ise de az bir şüphe ve hayal ile dağılmaya mahkumdur. Basiret sahibi ârif kişinin ise, bu kötü sondan korkması gerekmez. Bunların ikisi de iman üzerine ölseler dahi, azap görürler. Ancak Allah Teâlâ hesap hususundaki sorgu azabından fazla olan azabı affederse durum değişir. Cezanın müddet bakımından çokluğu, günahta ısrar etme müddetinin çokluğuna göredir. Şiddetinin çokluğu ise büyük günahların çirkinliğine göredir. Çeşidin değişikliğinin çokluğu ise, günahların sınıflarının değişmesine göredir. Azap müddeti bittikten sonra taklidçi halk kitlesi, ashâb-ı yemîn’in derecelerine ulaşırlar. Basiret sahibi ârifler de İlliyyînin en yüce derecesine yükselirler. Ateşten en son çıkan kimseye bile dünyanın on misli verilir.39
Buradaki gayenin cisimlerin etrafını ölçmekle takdir edildiğini zannetme. Bu bir fersaha karşı iki veya on fersaha karşı yirmi fersah vermek gibi değildir. Çünkü bu, darb-ı meselin yolunu bilmemezlikten gelen bir cehalettir. Belki hadîsteki ifade şu söz gibidir: Ondan bir deve aldı. Ona on mislini verdi! Deve on dinara eşitti. Yüz dinar verdi. Eğer buradaki misilden ancak tartıda ve ağırlıktaki misli anlamış olursa, hiçbir zaman yüz dinar, eğer terazinin bir kefesine, deve de diğer kefesine konursa devenin binde biri olamaz. Belki bu muvazene, cisimlerin mânâları ile ruhlarının muvazenesidir. Şahıs ve heykellerinin muvazenesi değildir. Çünkü deve uzunluğu, ağırlığı, eni için istenmez, mal olduğundan dolayı istenir. Bu bakımdan onun ruhu maliyettir.
Onun cismi ise, et ile kandan ibarettir. Yüz dinar, cismanî tartıyla değil ruhanî tartıyla onun on mislidir. Bu tevi, altın ve gümüşün malhi ruhunu bilen bir kimsenin nezdinde doğrudur.
Eğer ona, ağırlığı bir miskal ve kıymeti yüz dinar olan bir cevher verse ve ‘Onun on mislini verdim!’ dese, doğru söylemiş olur, Fakat onun doğruluğunu ancak cevherden anlayanlar biirler. Zira cevherlik ruhu sadece görmekle idrâk edilmez. Görmenin ötesinde bulunan bir seziyle bilirnir. Bu sırra biaen çocuk bunu yalanlar, köylü ve göçebe de yalanlar ve derler ki: ‘Bu cevher ancak bir atştır. Onun ağırlığı bir miskaldir. Devenin ağırlığı bir milyon miskaldir.’
Bu bakımdan onların gözünde o kişi ‘Ben ona on misiini verdim’ demekle yalan söylemiştir. Oysa hakikatte yalancı çocuktur. Ancak çocuğun nezdinden bu tahkike ulaşmanın yolu yoktur. Ancak bâliğ olup kemâle erince bunu anlar. Kabinde cevherlerin ve diğer maların ruhlarını idrâk eden nurun oluşumundan sonra bunu anlayabilir. O zaman doğruluk ona görünür. Arif kişi. Hz. Peygamber’in şu muvazenedeki doğruluğunu eksik olan mukallide hakkıyla anlatmaktan acizdir.
Zira Hz. Peygamberin (s.a.) ‘Cennet göklerdedir’ dediği haberlerde vârid olmkuştur. Oysa gökler de dünyayadır bu bakımdan dünyanın on misli kadar olan şey nasıl dünyada olabilir? İşte bu bâliğ bir kimsenin o muvazeneyi çocuğa anlatmaktan aciz olması gibidir. Yine bedevîye anlatılması da bunun gibidir. Nasıl ki cevherci, bedevî ve köylüye vc muvazeneyi anlatmak zorluk çekiyorsa, ârif bir kimse de şu muvazene hususunu anlatmak için ahmak ve eblehle uğraştığından ötürü merhamete muhtaçtır. Bunun için Hz. Peygamberk (s.a) şöyle buyurmuştur.
Üç sınıfa merhamet ediniz:
1.Cahiller arasında kalan âlime,
2.Bir kavmin zengini iken fakir düşen kimseye,
3.Bir kavmin azîzi iken zelîl olan kimseye!40
Peygamberler ümmetin arasında insanların aklının kusurundan ötürü imtihan olarak çekmiş oldukları zorluklardan dolayı merhamete lâyıktırlar. Allah bu durumu onları denemek için ve
rir. Bu bir beladır. Ezelî kaza ve kader peygamberlere bu belayı yüklemiştir,
Bela önce peygamberlere, sonra velî kullara, sonra dinî bakımdan en önde olanlara verilir.41
Buradaki belanın Hz. Eyyûb’un belası gibi, olduğunu sanma.42 Hz. Eyyûb’un belası bedene verilen beladır. Nuh’un (a.s) belası da büyük belalardandır. Zira Nuh (a.s) öyle bir cemaatla müptelâ oldu ki onları Allah’a çağırması, onları daha da azdırır ve kaçırırdı.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) bazı insanların sözlerinden rahatsız olduğu zaman şöyle demiştir: ‘ Ali ah Teâlâ kardeşim Musa’ya rahmet etsin. O bundan daha fazlasıyla eziyet gördü. Buna rağmen sabretti’.43
Öyle ise peygamberler inkarcılarla mübtelâ olmaktan uzak değildirler, velî ve âlim kullar da cahillerle mübtelâ olmaktan uzak olamazlar. Bunun için velî kullar eziyetlerin ve belaların çeşitlerinden çok as kurtulurlar. Memleketten çıkartılmak, sultana ihbar edilmek, küfür ve dinden çıktı diye aleyhlerinde şahitlik edilmek ve (daha neler neler)… Marifet ehlinin, cahiller katında kâfirlerden sayılması normaldir. Nitekim kocaman bir devenin karşılığı olarak küçücük bir mücevher alan bir kimsenin cahiller yanında malını zayi eden israfçılardan sayılmasının vâcib olduğu gibi…
Bu incelikleri bildiği zaman, Hz. Peygamberin ‘Ateşten en son çıkan kişiye, dünyanın on misli mülk verilir’ hadîsine iman et! Sakın sadece gözle görülen, duygularla idrâk edilen şeyleri tasdik etmekle kalma! Kalma ki iyi ayaklı merkep mesabesinde olmuş olmayasm! Çünkü merkep de beş duyuya sahip olmakta seninle ortaktır. Sen ancak ilâhî bir sır ile ki o sır göklere, yere ve dağlara arzolundu, onlar onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular merkepten ayrılırsın. Bu bakımdan duyular âleminin dışında olanları seni merkep ve diğer hayvanlardan ayıran o sır sayesinde öğrenebilirsin. Öyle ise ondan gafil kalan, onu muattal veya tamamen ihmal eden, hayvanların derecesiyle kanaat getiren, hisle duyulanların ötesine geçmeyen kimse nefsini helâk etmiş, bunlardan yüz çevirmek suretiyle onları unutmuştur. Bu bakımdan siz, Allah’ı unuttuklarından dolayı Allah tarafından nefisleri kendilerine unutturulmuş kimseler gibi olmayınız. Öyleyse ancak duyularla idrâk edileni bilen herkes, Allah’ı unutmuştur. Zira Allah’ın zatı, bu âlemde beş duyu ile idrâk olunmaz. Her kim Allah’ı unutmuşsa, şüphesiz Allah ona kendi nefsini unutturmuştur. O, hayvanlar mertebesine inmiştir. En yüce ufuklara terakki etmeyi terketmiştir.
Allah Teâlâ’nm kendisine emanet ettiği emanete hainlik yapmış ve kendisine vermiş olduğu nimetlerini inkâr etmiş, dolayısıyla azabına mâruz kalmıştır. Ancak bu kimse hayvandan daha kötü durumdadır. Çünkü hayvan ölümle kurtulur. Bunun ise yanında emanet vardır. Şüphesiz emanet sahibine geri verilmelidir. Bu bakımdan emanetin dönüşü Allah’adır. O emanet pırıl pırıl parlayan güneş gibidir. Ancak şu fâni bedene inmiş ve onda kaybolmuştur. Şu fâni beden harap olduğu zaman, güneş batıdan doğacak, yaradanma dönecektir. Ya simsayah ve tutulmuş halde veya pırıl pırıl parladığı halde dönecektir. Pırıl pırıl parlayan güneş rubûbiyet huzurundan perdelenmiş değildir. Kararmış güneş de o huzura dönüş yapar. Zira dönüş noktası hepsi için o huzurdur. Ancak bu kararmış güneş, a’lâ-yı illiyyîn tarafından, başı esfel-i sâfilîne doğru eğilerek dönüş yapar.
Rablerinin huzurunda başlarını öne eğmiş; ‘Rabbimiz, gördük, işittik, bizi geri döndür sâlih amel yapalım; artık kesin olarak inandık!’ demekte olan suçluları bir görsen!
(Secde/12)
Böylece Allah Teâlâ onların katında olduklarını belirtmiştir. Ancak onların başları eğiktir. Yüzleri enseleri tarafına dönmüş, başları aşağıya eğilmiştir. Bu hüküm Allah Teâlâ’nm tevfîkinden mahrum ettiği ve yoluna hidayet etmediği bir kimse hakkında ilahî bir hükümdür. Bu bakımdan biz dalâletten ve cahillerin mertebelerine inmekten Allah’a sığınırız!
İşte bu, ateşten çıkan kimselerin kısımlara ayrılmasının hükmüdür. O çıkanlara dünyanın on misli veya daha fazlası verilir. Ateşten ancak ehl-i tevhid (Allah’ı bir bilenler) çıkar.
Tevhid’den gayem, sadece dille Lâ ilâhe illâllah demek değildir.
Çünkü dil, mülk ve şehâdet âlemindendir. Bu bakımdan onun faydası ancak mülk aleminde olur. Yani kelimesi şehadefi söyleyenin boynundan kılıcı, malından da ganimetçilerin ellerini
uzaklaştırır. Boyun ve malın müddeti, yaşama müddetidir. Boyun ve malın kalmadığı bir yerde dil ile söylenen söz fayda vermez.
Ancak tevhidde doğruluk fayda verir. Tevhid’in kemâli eşyanın tamamının Allah’tan bilinmesi demektir. Bunun alâmeti kendisine tatbik edilenden dolayı halkın hiçbirine öfkelenmemesidir.
Zira vasıtalara bakılmamalı, tevekkül bahsinde tahkiki geleceği gibi, sebeplerin müsebbibi ve yaratanına bakılmalıdır. Bu tevhid, muvahhidlere göre değişiktir. Bu bakımdan insanlardan
bazılarının tevhid’den dağlar kadar nasibi vardır. Bazılarının bir miskal nasibi vardır. Bazılarının bir hardal tanesi ve zerre kadar nasibi vardır. Öyleyse kalbinde miskal kadar imanı olan bir kimse,ateşten ilk çıkan kimsedir.Kalbinde zerre kadar iman olanı ateşten çıkarınız!44
Ateşten en son çıkacak kimse, kalbinde zerre kadar iman olan kimsedir. Miskal ile Zerre arasında derecelerin değişikliği nisbe-tinde, miskal ve zerre tabakalarının arasında ateşten çıkarlar. Miskal ve zerre ile ölçü vermek darb-ı mesel yoluyladır. Nitekim biz bunu mallarla paralar arasındaki muvazenede zikrettik. Tevhid ehlini en fazla cehenneme sokan, dünyada kullara yapılan zulümlerdir. Bu bakımdan kulların defteri öyle bir defterdir ki terkedilmez. Diğer günahlar ise, af ve kefaret yoluyla affedilir. Nitekim eserde vârid olmuştur ki: Kul, dağlar kadar sevabı olduğu halde Allah’ın huzurunda durdurulur. Eğer o sevablar ona teslim edilirse muhakkak cennet ehlinden olur. Bu esnada zulme uğrayanlar kalkar ve ‘O şunun namusuna küfretmiştir. Diğerinin malını almıştır. Öbürüne vurmuştur’ derler ve sevaplarından bu haklar bir sevabı kaimaymcaya kadar ödenir. Melekler ‘Ey rabbi-miz! Bu kişinin sevapları bitti. Daha birçok hak sahibi kaldı!’ derler. Bunun üzerine Allah şöyle buyurur:
Onların günahlarından alın da bunun günahlarının üzerine ekleyin! Onun için ateşe götürücü bir vesika yazın ve cehenneme gönderin.
Nasıl ki o, kısas yoluyla başkasının günahıyla helâk oluyorsa, mazlum da zalimin sevabını elde etmekle kurtulur. Zira mazluma yapılan zulümden dolayı zalimin sevapları mazluma verilir.
İbn Celâ’dan45 şöyle hikâye olunmuştur: Arkadaşlarından bazıları kendisini gıybet ettiler. Sonra gıybetçi İbn Celâ’nın yanına gelip helâlleşmek istedi. İbn Celâ ‘Ben asla onu helâl etmem! Benim amel defterimde bu sevaptan daha üstün bir scevap yok! Ben bu sevabı defterimden nasıl silerim?’ dedi. İbn Celâ da ve yine bir başkası da şöyle dedi: ‘Arkadaşımın günahları benim sevaplarımdandır. İstiyorum ki defterimi o günahlarla süslemiş olayım!’
Kulların kıyamette saadet ve şekavetinin dereceleri hakkındaki ihtilâflarından zikretmek istediğimiz budur. Bütün bunlar sebeplerin zahiriyle verilen hükümdür. Bu tıpkı doktorun, bir hastaya ‘Elbette ölecek! Tedavi kabul etmez!’ başka bir hastaya da ‘Hastalığı hafiftir. Tedavisi kolaydır hükmüne benzer. Çünkü doktorun bu zannî, hallerin çoğunda isabetli bir zandır. Fakat bazen helake yaklaşmış bir kimse, doktorun idrâk etmeyeceği bir sebepten iyileşir. Bazen de hastalığı hafif olan bir kimse doktorun bilmediği bir sebepten ölür. Bu, Allah Teâlâ’nm insanlardan gizli olan sırlarmdandır, sebeplerin müsebbibi tarafından malum bir nısbette tertip edilen sebeplerin bilinmez tarafmdandır. Zira beşerin kuvvetinde onun künhüne vâkıf olmak yoktur, âhirette kurtuluş ve zafere varmak da böyledir. Onların gizli sebepleri vardır. O sebeplere muttali olmak beşerin kudretinde değildir. Kurtuluşa ulaştıran o gizli sebebe af ve rıza ismi verilir. Helake götüren sebep de öfke ve intikam ile isimlendirilir. Bunun ötesinde ilâhî ve ezelî bir meşiyet vardır ki halk ona muttali olamaz. Bunun için bize asi bir kimsenin bağışlanabileceğim her ne kadar zahirî
günahları çok olsa da caiz görmek farzdır.
İtaatkâr bir kimsenin zahirî ibadetleri ne kadar fazla olsa da ona ceza verilebileceğini caiz görmeliyiz, çünkü itimad takvayadır. Takvâ da kalptedir. Kalp ise kalbin sahibinin bile muttali olamayacağı kadar bilinmezdir. Öyle ise kalbin sahibi olmayan bir kimse ona nasıl muttali olacaktır, fakat bazen kalp erbabına falan kulun bağışlanmayacağı keş-folunur. Ancak kendisinde gizli olan bir sebeple affolunur. Ceza, ancak gizli ve Allah’tan uzaklaşmayı gerektiren bir sebepten ötürüdür. Eğer olmasaydı, af ve öfke ameller ve vasıflar üzerinde terettüb eden ceza olmazdı. Eğer ceza olmasaydı adalet olmazdı. Eğer adalet olmasaydı şu âyetlerin nushası hâşâ sahih olmazdı
Rabbin asla kullara zulmedici değildir.(Fussilet/46)
Şüphesiz ki Allah zerre kadar zulmetmez.(Nisâ/40)
Oysa bütün bunlar doğrudur, insanın elinde ancak çalışmasının semeresi vardır, görülen ancak çalışmasıdır. Her nefis kazandığının rehinidir. Onlar haktan saptıkları zaman, Allah onların kalbini kaydırır. Onlar nefîslerindekini bozdukları zaman, Allah da onlarda bulunan nimeti şu âyetin tahakkuku için bozar:
Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez.
(Ra’d/11)
Bütün bunlar kalp sahiplerine görülen şeylerden daha açık bir şekilde keşf olunmuş tur. Zira gözle görülende yanlışlık mümkündür. Çünkü göz bazen uzağı yakın, büyüğü küçük görür. Kalbin müşahedesinde yanılma mümkün değildir. Önemli olan kalp basiretinin açılmasıdır. O basiretler açıldıktan sonra görülende yanlışlık tasavvur edilemez.
Gönül gördüğünde yanılmadı! (Necm/)
Üçüncü Mertebe: Kurtulanların mertebesidir. Kurtuluşutan gayem; saadet selâmettir. Saadete ermek ve zaferyâb olmak değildir. Bunlar, hizmet etmemişler ki kendilerine hilkat verilsin. Kusur yapmamışlardır ki azaba dûçar olsunlar.
Bu halin, deliler ve kâfirlerin çocukları ve aklı noksan olanların hali olması mümkündür. Dünyanın ücra köşelerinde İslâm kendilerine tebliğ edilmemiş olanların, akılsızlık ve marifetsizlik üzerinde yaşayanların ise, ne marifetleri, ne inkârı ne itaat etmeleri, ne de isyan etmeleri dikkate alınır. Bu bakımdan onları Allah’a yaklaştırıcı bir vesileleri ve uzaklaştırıcı bir cinayetleri yoktur. Öyleyse onlar ne cennet, ne de cehennem ehlindendir. Belki onlar iki mertebenin yani cennet ve cehennemin arasındaki bir mertebede, iki makamın arasındaki bir yerde olurlar. Şeriat lisanında bu makam A’râf diye isimlendirilmiştir. Halktan bir grubun A’râf a. konacağı yakînen ayet ve hadîslerden ve ibret nurlarından belli olmuştur. Gözle hükmetmek, -mesela çocukların onlardan olduğuna hükmetmek gibi- zanna dayanan bir hükümdür. Kesin değildir. Kesinlikle buna muttali olmak peygamberlik âleminde olur. Evliya ve ulemanın mertebesinin buraya kadar yükselmesi uzak bir ihtimaldir. Kâfirlerin çocukları hakkındaki haberlerin de biri diğeriyle çelişmektedir. Hatta Hz. Âişe (r.a) bir çocuk öldüğü zaman ‘O cennet kuşlarından bir kuştur’ demiştir. Hz. Peygamber (s.a) onun bu sözün reddederek şöyle demiştir:
Sen bunu nereden biliyorsun?46 Madem durum budur, bu makamda müşkilât ve iltibaslar daha galibdir.
Dördüncü Mertebe: Zaferyâb olanların mertebesidir. Ârif olanlar sadece bunlardır, mukallidler değildir. Mukarrebûn ve sâ-bikûn onlardır. Zirâ taklidçi, her ne kadar cennette bir makam elde ederse de o ‘ashâb-ı yemîn’dendir. Bunlar ise mukarreblerin ta kendileridir. Bunların mazhar oldukları nimetler sözlerle açıklanmaz. Belirtmesi mümkün olan miktar, Kur’an’m tafsil buyurduğu miktardır. Allah’ın beyanından sonra artık beyan yoktur. Onların bu âlemde anlatılması mümkün olmaz. İşte bu durum, şu ayette belirtilmiştir:
Yaptıklarına karşılık olarak onlar için göz aydınlığından ne hazırlanıp saklandığını kimse bilemez,(Secde/17)
Bir de şu hadîs-i kudsî’de belirtilmiştir:
Salih kullarıma hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir beşerin kalbine gelmeyen nimetler hazırladım.47
Ariflerin hedefi dünyada beşerin kalbine gelmesi düşünülmeyen o durumdur. Huriler, köşkler, meyveler, süt, bal, hamr, ziynet eşyası, bilezikler.. Ârifler bunlar için hırs göstermezler. Bunlar ariflere verilse bile, onlarla kanaat etmezler. Onlar Allah’ın kerîm vechine bakmanın zevkini ararlar. Bu lezzet saadetlerin en büyüğü ve zevklerin en nihayetidir. Bunun için Rabia el-Adeviyye’ye şöyle denildi: ‘Senin cennet hakkındaki rağbetin nasıldır?’ Cevap olarak ‘Önce komşu, sonra ev!’ dedi.
Bu bakımdan bunlar öyle bir gruptur ki ev sahibinin sevgisi onları evden ve evin süsünden vazgeçirmiştir. Hatta ev sahibinden başka herşeyden, hatta nefislerinden bile vazgeçmişlerdir. Onların misali, sevgilisini çılgınca seven ve bütün amacı sevgilisinin yüzüne bakmak ve onu düşünmek olan aşıkırı misali gibidir. Bu aşık, düşünceye daldığı zaman nefsinden gafildir. Bedenine isabet edeni hissetmez. Bu hal için ‘nefsinden fani olmuştur’ tabiri kullanılır. Mânâsı başkasıyla müstağrak olmuş, isteklerinin hepsi bir istekte toplanmış demektir ki o da mahcubudur. Onun içinde mahbubun-dan başkasına yer kalmamıştır ki başkasına iltifat etsin! Ne nefsine, ne de nefsinden başkasına bakamaz. Bu durumdur ki insanı âhirette, şu dünyada bir beşerin kalbine gelmesi düşünülmeyen göz aydınlığına ulaştırır. Nitekim renklerin ve nağmelerin sağır ve körün kalbine gelmesinin düşünülemeyeceği gibi… Ancak onun kulağından ve gözünden perde kalkarsa, o zaman halini idrâk eder. Bu durumdan önce onların kalbine gelmesinin mümkün olamayacağını anlar. Dünya hakîkaten perdedir. Onun kalkmasıyla perde kalkar. O zaman güzel hayatın zevki idrak olunur. Esas evin, ahiret evi olduğu anlaşılır. Derecelerin hasenat üzerine tevzi edilmesinin beyanında bu kadar izahat kâfidir. Lütfuyla muvaffak kılan Allah’tır.
Küçük Günahları Büyük Günah’a Çeviren Sebeplerin Beyanı Küçük günah, birçok sebeplerle, büyük günaha dönüşür. O sebeplerden biri, günahta ısrar edip devam etmektir. Bu sırra binaen şöyle denilmiştir: ‘Israrla beraber küçük günah büyük olur. istiğfarlarla beraber büyük günah silinir.48
Bu bakımdan büyük günah bir daha işlenmez ve benzeri arkasından gelmezse bu günahın affedilmesi, kulun devam ettiği küçük günahın affedilmesinden daha fazla ümit edilir. Bunun misali şudur: Damlalar durmadan bir taşın üzerine düşerse, taşa tesir ederler. Eğer taşın üzerine düşen su, bir defada kalırsa tesir etmez. Bu sırra binaen Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Amellerin hayırlısı, az da olsa devamlı olanıdır.49
Şeyler zıdlarıyla bilinirler. Eğer az da olsa amelin devamlı olanı fayda verdiğinden, bir defa yapılıp bir daha yapılmayan çok amel kalbin nûrlandırılmasmda ve temizlenmesinde az fayda verir. Bu nedenle günahların azı da böylece devam ettikleri zaman kalbin kararmasında tesiri büyür. Ancak büyük günahın küçük günahlar işlenmeden ansızın yapılması çok nâdir olur. Zina etmek isteyen kişi konuşmadan ve mukaddimeler yapmadan ansızın zina etmeye az muvaffak olur. Eski bir münakaşa ve düşmanlık olmaksızın öldürme ihtimali azalır. Bu bakımdan her büyük günahın etrafı, geçmiş ve gelecek küçük günahlarla sarılıdır. Eğer büyük bir günahın tek başına, ansızın yapıldığı tasavvur edilirse ve ona ikinci bir defa dönüş yapılmazsa, böyle bir günahın affedilmesi insanın hayatı boyunca devam ettiği küçük bir günahın affedilmesinden daha fazla ümit edilir.
O sebeplerden biri de günahı küçük görmektir. Zira kul günahı nefsinde ne kadar büyük görürse, Allah katında o kadar küçülür. Kul önü ne kadar küçük görürse, Allah nezdinde o nisbette büyür.
Zira zinayı (tehlikeli) görmesi, kalbinin zinadan nefret etmesinden kaynaklanır. Bu nefret günah lie şiddetli bir şekilde etkilenmesine mâni olur. Günahı küçük görmesi ise ona yakınlık duymasından kaynaklanır. Bu da günahın kalpte şiddetli tesir yapmasını gerektirir. Oysa kalbin ibadetlerle nûrlandırılması gerekir. Günahlarla karartılması mahzurludur. Bunun için gaflet halinde kalbin üzerinde cereyan edenlerle kul muâheze edilemez. Çünkü kul, gaflet halinde cereyan eden şeyden etkilenmez.
Mü’min, günahını üzerine kaldırılan bir dağ gibi görür. O dağın üzerine düşmesinden korkar. Münafık günahını burnunun ucundan geçen bir kara sinek gibi görür.50
Biri şöyle demiştir: Affedilmeyen günah, kulun ‘Keşke benim işlemiş olduğum günahların hepsi bunun gibi olsaydı!’ deyip hafife aldığı günahtır. Günahın mü’minin kalbinde büyümesi, Allah’ın celâlini bilmesinden ileri gelir. Bu bakımdan mü’min Allah’a isyan etmenin korkunçluğunu düşündüğü zaman, küçük günahı büyük görür.
Allah Teâlâ, peygamberlerinden birine şöyle vahiy gönderdi:
Hidayetin aslığına bakma! Hidayet edicinin azametine bak! Hatanın küçüklüğüne bakma! O hata ile kendisine karşı cephe aldığın zatın kibriyasma ve azametine bak!
Bu itibarla ariflerin biri şöyle demiştir: ‘Küçük günah yok! Aksine her muhalefet büyüktür!’
Sahabe’den biri de Tâbiîn’e şöyle söylemiştir: ‘Sizler, gözünüzde kıldan daha ince görünen birtakım işler yapıyorsunuz ki bizonları Hz. Peygamberin zamanında helâk eden şeylerden sa
yardık!’
Zirâ sahabîlerin Allah’ın celâli, hakkındaki bilgileri herkesin bilgisinden daha tamdı. Bu bakımdan onların nezdinde küçük günahlar, Allah’ın celâline nisbeten, büyük günahlardandır. Bu sebepten dolayı cahilden sadır olduğu zaman büyük sayılmayan günah, âlimden sadır olursa büyür. Halk tabakasının birçok kusurlarından vazgeçilir, fakat ârif bir kimseden o kusurların benzeri affedilmez.
Zira günah, muhalefet edenin marifeti nisbetinde büyür. O sebeplerden biri de günah ile sevinmek, onunla böbürlenmektir. O günahı işlemeye muvaffak olmayı nimet saymak, onun şekavete sebep olmasından gafil olmaktır. Küçük günahın sevgisi, kulun nezdinde galebe çaldıkça, küçük günah büyür, kalbin kararmasında tesiri artar. Hatta günahkârlardan bazıları vardır ki günahı ile övünür, gurura kapılır.
Çünkü o günahı işlediği için büyük sevinç duyar. Nitekim şöyle der: ‘Görmedin mi, ben onun namusunu nasıl pâyimâl ettim’.
Mücadeleci, mücadelesinde der ki: ‘Görmedin mi onu nasıl rezil ettim? Onu mahcup edecek derecede hatalarını belirttim. Onunla nasıl alay ettim? Onu nasıl şaşırttım?!’ Ticarette muamele yapan der ki: ‘Görmedin mi çürük malı ona nasıl sattım? Onu nasıl kandırdım? Onu malında nasıl zarara uğrattım? Onu nasıl ahmak saydım?’ İşte bu ve buna benzer sözlerle küçük günahlar büyür. Çünkü günahlar helâk edicidirler. Kul, günahlara sürüklendiği, günahlara teşvik etmek hususunda şeytana mağlup olduğu zaman, düşmanın kendisine galebe çalmasından ötürü musibet ve üzüntü içerisinde bulunması gerekir. Allah’tan uzak bulunduğundan dolayı müteessir olması lâzımdır. Bu bakımdan ilâcı içerisinde bulunan kabın ilâcı içme eleminden kurtulmak için» kırılmasıyla sevinen bir hastanın şifa bulması umulmaz.
O sebeplerden biri de Allah Teâlâ’nm kendisini örtmesini, kendisine hilm göstermesini, günah işlemesine rağmen ceza vermek hususunda kendisine mühlet vermesini hafife almaktır. Bilmez ki Allah Teâlâ, ancak ona öfke yönünden mühlet vermiştir ki mühlet vermek sebebiyle günahı daha artsın! Günahları yapmaya muvaffak olmasının Allah’ın bir inayeti olduğunu zanneder. Onun böyle zannetmesi Allah’ın azabından emin olmasından ileri gelir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Kendi aralarında da ‘Allah bizi söylediklerimizle azâBlandırsa ya!’ diyorlar. Onlara cehenem yeter! Oraya girecekler. Artık o ne kötü dönüş yeridir!(Mücadele/8)
O sebeplerden biri de günah işlediğini belirtmesidir veya başkasının yanında yapmasıdır. Zira böyle yapması, Allah’ın kendisinin üzerine sarkıttığı perdesini yırtmak demektir. Bir de günahını dinleyen veya gören bir kimsede günah işleme rağbetini tahrik etmek demektir. Bunların ikisi de onun suçuna eklenmiş suçlardır. Suçu bunlarla gittikçe kalınlaşmıştır. Eğer buna başkasını o günaha teşvik etmek ve sebepleri ona hazırlamak da eklenirse, bu da dördüncü bir suç olur. Cürüm gittikçe ağırlaşır.
İnsanların tümü bağışlanmıştır. Ancak günahlarını açıkça yapanlar veya açıkça söyleyenler müstesna… Onlardan biri Allah Teâlâ’nm kendisi için örtmüş olduğu bir günahı geceleyin işler, sabahladığında Allah’ın örtüsünü kaldırır ve günahım sağa sola söyler.51
Bunların bağışlanmamasının hikmeti şudur: İyiyi belirtmek, kötüyü örtmek ve örtüyü yırtmamak Allah’ın sıfatlarından ve ni-metlerindendir. Bu bakımdan günahı belirtmek, bu nimeti inkâr etmek demektir. Biri şöyle demiştir: ‘Günah işleme! Eğer ille günah işleyecek olursan bari başkasını o günaha teşvik etme ki iki günahı birden işlemiş olmayasm!’
Münafık erkekler ile münafık kadınlar birbirine benzerler. Onlar kötülüğü emrederler. İyilikten alıkoymaya çalışırlar. (Tevbe/67)
Seleften biri şöyle demiştir: ‘”Kişi, müslüman kardeşine günah hususunda yardım etmekten sonra, o günahı işlemeyi ona kolaylaştırmaktan daha büyük bir hürmetini pâyimâl etmemiştir’.
O sebeplerden biri de günahkârın önder olan bir âlim olmasıdır. Günahı açık bir şekilde işlediği zaman, günahı büyür. Bunlar, âlim kişinin ipekli elbise giymesi, altınla süslenmiş eğer ve diğer binitlere binmesi, sultanların mallarından şüpheli olanları alması, sultanların huzuruna girmesi, onların yanına gidip gelmesi, onlara emr-i bi’1-ma’ruf ıı ve nelıy-i an’il-münker’i yapmamak suretiyle yardım etmesi, başkalarının gıybetinde dilini serbest bırakması, münazarada diliyle başkasına tecavüz etmesi, başkasını hafife alması, ilimlerden ancak dünya mertebesi için istenen cedel ve münazara ilmiyle meşgul olması gibi günahlardır. Bu günahlarda başkaları âlime tabi olur. Dolayısıyla âlim ölür, fakat bu şerri âlemde uzun zaman devam eder. Öyleyse öldüğü zaman günahları beraberinde ölüp giden kimseye Allah cenneti mükâfaat olarak versin.
Her kim kötü bir yol açarsa o yolun günahı ve o yolla amel edenin günahı kadar günah onun üzerindedir. Onların günahlarından da birşey eksilmez.52
Gerçekten biz ölüleri diriltiriz. Öne sürdükleri işleri ve bıraktıkları eserleri yazarız.(Yâsin/12)
Eserler, amelin ve amel edenin ölmesinden sonra işlenip onun amellerine katılan şeyler demektir.
İbn Abbas şöyle demiştir: ‘Başkası kendisine tâbi olduğundan dolayı vay o âlimin haline! Bir defa hata eder, hatasından döner. Fakat halk o hatayı yüklenir ve onunla yeryüzünün çeşitli bölgelerine giderler’.
Biri şöyle demiştir: ‘Âlim kişinin hatasının meseli, geminin delinmesi meseline benzer. Hem kendisi, hem de içindekiler batar’.
İsrailiyat’ta şöyle vârid olmuştur: Bir âlim kişi halkı bid’atlara saptırdı. Sonra o âlim tevbe etti. Bir zaman ıslah hususunda çalıştı. Bunun üzerine Allah Teâlâ onların peygamberine vahiy göndererek şöyle buyurdu: ‘O âlime söyle! Senin bir günahın var. Eğer benimle senin aranda olsaydı onu senin için affederdim. Fakat kullarımdan saptırıp cehenneme soktukların ne olacaktır?
Bununla anlaşılmıştır ki âlimlerin durumu tehlikelidir. Onların boynunda iki vazife vardır. O vazifelerden biri günahı ter-ketmek, ikincisi günahı gizlemektir. Nasıl ki âlimlerin günahlardan ötürü yükleri birkaç kat oluyorsa aynen onun gibi başkalarının öncüsü oldukları takdirde sevaplardan ötürü de mükafatları birkaç kat olur. Bu bakımdan âlim, süslenmeyi ve dünyaya meyletmeyi terkettiği zaman, dünyanın azıyla kanaat ettiği, yemekten de zarurî olan miktarıyla idare ettiği, eski elbiselere kanaat ettiği ve bu hususta âlimler ve halk tabakası kendisine uydukları zaman, onların sevapları kadar defterine sevap yazılır. Eğer süse meylederse, kendisinden derece bakımından daha aşağıda olanların tabiatı da kendisine benzemeye meyleder. Oysa o süsü, ancak sultanların hizmetiyle haramdan dünyayı toplamakla elde edebilirler. Böylece o âlim, haramı toplamaya sebep olmuş olur. Öyleyse âlimlerin hareketleri fazlalık veya eksiklikliklerinin kâr veya zarar bakımından eseri kat kat olur. Kendilerinden tevbe etmenin gerekli olduğu günahların tafsilâtı hakkında bu kadarı kâfidir.
32) Irâkî, merfû olarak aslına rastlamadığını, ancak Hz. Ali’ye nisbet edildiğini gördüğünü kaydetmektedir.
33) Daha önce geçmişti
34) Müslim, Buhârî, (Ebû Said’den)
35) Hakîm-i Tirmizî, Nevadir’ul-Usûl, (Ebû Hüreyre’den zayıf bir senedle)
36) Tirmizî
37) Müslim, (Ebû Hüreyre’den)
38) Varlık iki kısımdır: a) Varlığı zatından olan, b) Varlığı başkasından olan. Birinci varlık Allah Teâlâ’nın varlığıdır. İkincisi Allah’dan başkasının varlığıdır. Varlığı başkasından olan bir varın varlığı müste-ardır. Kendi nefsiyle payidar değildir. Hatta zati yönünden düşünüldüğünde sırf yok olduğu görülür. Ancak varlığı Allah’a nisbetle vardır. Böyle bir varlık ise hakikî varlık olamaz. (İthaf us-Saade, VIII/556)
39) Müslim, Buhârî, (İbn Mes’ud’dan)
40) İbn Hibbcuı, Zuafa
41) Tirmizî, Nesâî, İbn Mâcc
42) İbn Cerîr’in Katade’den rivayet ottiği gibi Hz. Eyyûb (a.s) yedi küsur sene
bu hastalıktan muzdarib olmuştur.
43) Buhârî
44) Tayalisî, İmam Ahmed, Buhârî, Müslim, Tirmizî, İbn Mâce, İbn Huzeyme ve ibn Hibban
45) Ebû Abdullah Muhammed b. Yahya b. Celâ el-Bağdâdî
46) Müslim
47) İmam Ahmed, Buhârî, Müslim, Tirmizî ve İbn Mâce
48) Ebu Şeyh
49) Müslim, Buhârî
50) Buhârî
51) Buhârî, Müslim
52) Müslim
- C) Giriş
Her kitaba hamdiyle, her hitaba zikriyle başlanılan, hamdiyle nimet ehlinin cennet’te nimetlendiği, şakilerin önüne perde gerip onlarla saidler arasına rahmet, dış tarafına da azap kapısı olan bir duvar çekmişse de ismiyle şakilerin teselli bulduğu Allah’a hamdolsun! Padişahlar padişahı olduğuna kesinlikle inanan, sebeplerin müsebbibi bulunduğuna yakînen iman eden bir kimsenin tevbesiyle onun dergâhına dönüş yapar tevbe ederiz. O’nun Melik, Rahîm, Gafûr, Tevvab olduğunu bilen bir kimsenin ümidiyle O’ndan bekleriz. O’nun, günahı af ve tevbeyi kabul edici olmasına inanmakla beraber şiddetli ikab sahibi olduğunda şüphe etmeyen bir kimse gibi, korku ile ümit arasında yaşarız.
Peygamberi Muhammed’e (a.s), onun âline ve ashabına, bizi hesap ve mahşer gününün dehşetinden kurtaracak, Allah katında bize yakınlık ve güzellik sağlayacak salât ve (selâm) getiririz. Öyle peygamber ki Allah katında bize yakınlık ve güzellik hazırlamıştır.
Bil ki ayıpları örten ve gaybı bilen Allah’a dönüş yapmak suretiyle günahlardan tevbe etmek, sâliklerin yolunun başlangıcı, (Allah’ın visalini) elde edenlerin sermayesi, (Allah yolunun sülûkünde) mürîdlerin adımlarının ilki, bâtıldan hakka yönelenlerin istikâmetinin anahtarıdır ve mukarrebler (dergâha yaklaştırılanlar) ve babamız ve ecdadlarına uymak ise ne uygun bir harekettir! Eğer Ademoğlu günah işleyip cürme girerse buna şaşmamak gerekir. ‘Çünkü bu, tabiattır ki insan onu Ebû Ahzem’den öğrenmiştir. Kim babasına benzerse zulmetmemiştir’.1
Fakat mâdem ki baba kırdıktan sonra kırdığını sardı, yıktıktan sonra yıktığını tamir etti, öyle ise müsbet ve menfi yönlerde evlat da ona tâbi olmalıdır. ‘Adem (a.s) pişmanlık dişini dövdü’.2 Daha önceyaptığı hatadan pişman oldu. Bu bakımdan Adem’i (a.s) günahta önder kabul edip tevbe etmeyen bir kimsenin ayağı kaymıştır. Hata yapmamak Allah’ın dergâhına yakın bulunanlara (meleklere) mahsustur. Telâfi etmeksizin sadece şerre yönelmek de şeytanların tabiatıdır. Şerre girdikten sonra hayra dönmek ademoğulları için zarurî bir harekettir. Bu bakımdan yalnız iyilikle uğraşanlar, Deyyan (inceden inceye amellerin karşılığını veren) olan padişaha yaklaştırılmış olan meleklerdir. Sadece şerle uğraşan da şeytandır. Yaptığı kötülükten hayra dönmekle şerrin telâfisine çalışan insandır. O halde insanın çamuruna iki tıynet karıştırılmış, ya meleğe, ya Adem’e veya şeytana benzer. Günahtan tevbe eden bir kimse ise nesebinin Adem’e (a.s) vardığını, insan tıynetinde olmakla (şerden sonra hayra dönmekle) ispat etmiştir. İsyan etmekte ısrar eden ise, nefsinin üzerine şeytan nesebini tescil etmiştir.
Sırf hayır yapmakla meleklere nisbet edilmeye gelince, bu imkân haricindedir;
zira şer, hayırla beraber Adem’in (a.s) çamuruna kuvvetli bir şekilde mayalanmıştır. İnsanı şerden iki ateşin biri kurtarır: Ya pişmanlık ateşi veya cehennem ateşi! Bu bakımdan insan cevherini şeytanın pisliklerinden kurtarmak için ateşle yakmak zarurîdir. İşte şimdi iki ateşin en kolayını seçmek, iki şerrin en hafifine koşmak sana düşer. Seçme imkânı varken, insanoğlu mecburî ikametgâha cennete veya cehenneme sevkedilmeden önce bunu yapabilir.
Madem ki tevbe nin dindeki yeri budur. Bu bakımdan münciyât (kurtarıcılar) bölümünün başına tevbeyi almak, tevbe’nin hakikatini, sebebini, alâmetini, sonuçlarını ve oluşunu engelleyen âfetleri, tevbeyi kolaylaştıran ilaçları açıklayıp şerhetmek suretiyle takdim etmek gerekir. Bu durum da ancak şu dört bölümü zikretmekle vuzuha kavuşur.
Birinci Bölüm: Tevbe’nin kendisi, tarifi ve hakikati, tevbe’nin acele yapılmasının ve bütün insanlara gerekli olmasının ve bütün durumlarda lüzumlu bulunmasının ve doğru olduğu zaman makbûl oluşunun açıklaması!
İkinci Bölüm: Kendisinden tevbe edilen günahların küçük ve büyük günahlara, kulların veya Allah’ın hakkıyla bağlı bulunan kısımlara ayrılması, derecelerin ve derekelerin, sevaplara ve gü-nahlara nasıl tevzi edildiği, küçük günahları büyük günahlara çeviren sebeplerin neler olduğunun açıklaması!
Üçüncü Bölüm: Tevbe’nin şartları, devamlılığı, geçmiş zulümlerin telâfisinin ve günahların örtülmesinin keyfiyeti, tevbe’nin devamında tevbe edenlerin kısımlarının açıklaması!
Dördüncü Bölüm:Tevbeye teşvik edici sebeplerin ve günahkârların ısrar düğümünün çözülmesine yarayan ilacın keyfiyetinin açıklaması!
Allah’ın izniyle maksad, bu dört bölümün izahıyla tamamlanacaktır.
1)Bu, bir darb-ı meseli dir. Ebû Ahzem Rabîa b. Cervel b. Sâkî b. Arar et Tâî
için söylenilmiştir.
2)Bu da meşhur bir darb-ı meseli dir. Yani yaptığından şiddetle pişman oldu!
Ç) Günahın Ardından Hemen Tevbe Etmenin Vücûbu
Günahın ardından hemen tevbe etmenin vâcib olduğunda şüphe yoktur; zira günahların helâk edici olduklarını bilmek, imana dahildir. İman etmek ise farzdır. Tevbe etmenin farziyye tinden kurtulan kimse, tiksindirici fiilden kendisini meneden bir marifetle Allah’ı tanımıştır. Çünkü bu mârifet, amelle alâkası bulunmayan mükâşefe ilimlerinden değil, muamele ilimlerindendir.
Her ilim bir amele teşvikçi olsun diye istenir, o ilmin mesuliyetinden ancak istenilen amele teşvikçi olduğu zaman kurtulunur. Bu bakımdan günahların zararını bildiren ilim, ancak insanı günahları terketmeye teşvik etmek için istenir. O halde günahları terketmeyen bir kimse, imanın bu parçasını kaybetmiş olur ve Hz. Peygamberin şu hadîs-i şerîfîyle de bu kastolunmuştur:
Zani bir kimse, mü’min olduğu halde zina etmez.7
Hz. Peygamber bu sözüyle Allah’ı, birliğini, sıfatlarını, kitâblarmı ve peygamberlerini bilmek gibi mükâşefe ilimlerine ait olan imanın yokluğunu kasdetmemiştir; zira bu imanı, ne zina, ne de diğer günahlar yok edemez.
Hz. Peygamber (s.a) yukarıdaki hadîs-i şerifte zinanın Allah’tan uzaklaştırıcı ve Allah’ın gazabını gerektirici olduğuna inanmakla ilgili olan imanın yokluğunu kasdetmiştir.
Nitekim doktor ‘Şu zehirdir, onu yemeyeceksin’ dediği zaman, doktorun aksine onu yerse ‘Mü’min olmadığı halde zehiri yedi’ denir. Yani doktorun varlığına ve doktor olduğuna inanmadığı halde yedi mânâsında değildir. Aksine bu sözden doktorun ‘zehir öldürücüdür’ sözünü kabul etmediği anlaşılır; zirâ zehiri bilen bir kimse, asla zehir yutmaz.
Bu bakımdan âsi bir kimse, zarurî olarak, eksik imanlıdır. İman bir tek şûbe değildir, yetmiş küsûr şubedir. Onların en yücesi, Allah’tan başka mabud olmadığına şahidlik etmektir. En düşüğü ise yoldan geçenlere zahmet veren şeyi yoldan kaldırmaktır’.8
Bunun misali, ‘İnsan bir mevcut değildir, yetmiş küsur mevcuttur. O mevcutların en yücesi, kalp ve ruhtur. Derece bakımından en azı deriden eziyet verici şeyleri silmektir’ diyenin sözüdür. Şöyle ki: Bıyıkları kısaltılmış, tırnakları kesilmiş, bedeni kirden temizlenmiş olmalıdır ki pis olan tırnak ve pençelerin uzun şekilleriyle çirkin görünen hayvanlardan ayrılmış olsun.
Bu misal konumuza uygun bir misaldir. Bu bakımdan iman, insan gibidir. Tevhid şehadetinin yokluğu, ruhun yokluğu gibi, imanın tamamen yok olmasını gerektirir. Tevhid ve Risalet’e şahidliği olan kimse, azaları kesik, gözleri kör bir insan gibidir. Bu insan bâtın ve zâhir âzalarının hepsini kaybetmiş, sadece ruhun aslını kaybetmemiştir.
Nasıl ki durumu bu olan bir kimse ölüme yaklaşır, zayıf ve takviye edici güçlerden ayrılmış ruh kendisinden ayrılırsa, tıpkı* onun gibi amellerde kusurlu olan, kendisinde imanın aslından başka amel olmayan bir kimsenin imanının da ölüm meleğinin gelmesiyle şiddetli rüzgâr esintisine mâruz kaldığında sökülmesi yakın bir ihtimaldir.
Bu bakımdan yakîni kökleşmemiş, amel dalları yayılmamış olan iman, ölüm meleği göründüğü zamanki şiddete sebat edemez ve o iman için kötü sonuçtan korkulur. Fakat her geçen gün kök salıp sabitleşinceye kadar ibâdetlerin sularıyla sulanan iman boyle değildir.
Asi bir kimsenin muti bir kimseye ‘Senin mü’min olduğun gibi ben de mü’minim’ demesi, tıpkı kabak bitkisinin selvi ağacına ‘Ben de ağacım, sen de!’ demesi gibidir. Selvi ağacının ona vermiş olduğu cevap ne güzeldir: “Ağaç cinsinin kapsamına girmekten dolayı aldanımş olduğunu sonbahar rüzgârları estiğinde bileceksin. O zaman senin kökün kopacak, yaprakların dökülecek, ağaçların sabit kalış sebeplerinden mahrum olduğun için sadece ağaç isminde ortaklıkla adlanmış olduğun belli olacaktır”.
Toz duman dağıldığı zaman göreceksin altındaki at mıdır, yoksa merkeb mi?
Bu öyle bir iştir ki ancak son nefeste belli olur.
Ariflerin kalp damarları, ölümün dehşetlerini görüp de çok az kimsenin sabredebileceği ölüm korkusunun şiddetinden ötürü kopmuştur, Bu bakımdan âsi bir kimse mâsiyetinden ötürü, ebediyyen ateşte kalmaktan korkmadığı takdirde, tıpkı sıhhatli olup zararlı şeylere dalan bir kimsenin, sıhhatinden ve ölümün çoğu zaman aniden vâkî olmadığından dolayı ölümden korkmayan kimse gibi olur. Sıhhatli kimse hastalıktan korkar. Hasta olduktan sonra da ölümden korkar. Asi bir kimse de kötü sonuçtan korkar. Kötü sonuçla eceli kapandıktan sonra Allah korusun» cehennemde ebedî kalması gerekir.
Bu bakımdan günahlar, iman için, bedenleri kemiren’zararlı yemekler gibidir. O yemekler içte birikirler. Sonunda insanın mizacı bozulur. Oysa insan mizacı bozulun-caya kadar bundan haberdar değildir. Sonra da hasta olur ve defalarca ölür. İşte günahlar da böyledir.
Madem ki bu ölümlü dünyada helakten korkan bir kimse için zehirleri, zararlı yemekleri hemen terketmek farzdır, öyle ise ebedî dünyasının helâk olmasından korkan bir kimseye, bu helâka götüren şeyleri bırakması öncelikle farzdır. Zehiri yiyen bir kimse pişman olduğu zaman kusması, derhal mideden uzaklaştırmak suretiyle yediğini çıkarması farzdır.
Bunu da helake yaklaşan ve ölmesiyle sadece şu fânî dünyası elden gidecek olan bedenini kurtarmak için yapar. O halde dinin zehirleri olan günahları işleyen bir kimsenin günahlardan dönmesinin vâcib olması daha evlâdır. Bunu da ancak ömrü varsa yapabilir; zirâ bu zehirden ötürü zarar görecek olan şey, baki olan ahiretin elden gitmesidir. O ahiret ki orada değişmez nimet ve büyük mülk vardır! Onun elden gitmesi, cehennem ateşini ve daimî azabı gerektirir. Öyle azap ki dünya ömrünün birkaç misli onun müddetinin binde biri olamaz; zira onun müddetinin sonu hiç yoktur! Bu bakımdan tevbeye acele etmek gerekir.
Günah zehirleri, iman ruhuna, doktorların yapacağı birşeyin kalmadığı bir felâketi işlemezden önce tevbe etmek gerek. Öyle bir felâket ki ondan sonra zararlılardan sakınmanın, nasihatçıların nasihatinin, vaizlerin vaazının hiçbir faydası olmaz. Sahibinin helâk olanlardan olduğu kesinleşir ve şu ayetin umumî hükmünün altına girmiş olur:
Biz onların boyunlarına halkalar geçirdik. Çenelere kadar dayanan o halkalar yüzünden kafaları kalkıktır. Önlerine bir engel, arkalarına bir engel çekip kendilerini sardık, artık görmezler. Onları uyarsan da uyarmasan da onlarca birdir. İman etmezler.
(Yâsin/8-10)
Sakın iman kelimesi seni aldatıp ayetten kastedilen şeyin, küfür olduğunu sanmayasm; zira izah edildi ki iman yetmiş küsur şubedir. Zina eden bir kimse de mü’min olduğu halde zina etmez. Bu bakımdan şubeler ve dallardan ibaret olan imandan mahrum olan bir kimse sonuçta asıl olan imandan da mahrum olur. Nitekim dallar mesabesinde olan âzalarının tamamını kaybeden bir kimsenin, asıl ve kök olan ruhunun yok edici ölüme mahkum olduğu gibi… Bu bakımdan dallar olmayınca aslın bekası mümkün değildir. Köksüz dal da olamaz. Kök ile dalın arasında ancak bir şeyde fark vardır. O da dalın varlığı ile bekası kökün varlığını ister. Kökün varlığı ise dalların varlığını istemez. Bu bakımdan aslın bekası fer’e, fer’in de var olması asla bağlıdır. Öyleyse mükâşefe ile muamele ilimleri asıl ile fer gibi biri diğerinden müstağni değildir/Her ne kadar biri asıl, diğeri tâbi mertebesinde ise de,..
Muamele ilmi amele teşvik edici olmadığı zaman, onun yokluğu varlığından daha hayırlıdır.
Eğer muamele ilmi istenen ameli insana yaptırtmazsa sahibinin aleyhine delil olur. Bunun için fâcir âlimin azabı, fâcir cahilin azabından daha fazla olur. Nitekim Kitab’ul-İliıride bu husustaki haberleri zikretmiştik.
7) Müslim, Buhârî
8) Tirmizî
- D) Kasıtlı Kasıtsız, Küçük veya Büyük Bir Günah İşleyip Tevbe Etmek İsteyen Kimsenin Niçin Acele Etmesi
Bu durumda kişinin üzerine farz olan tevbe, pişmanlık ve yapmış olduğu günahın tam tersi olan bir sevapla onu silmekle meşgul olmaktır. Nitekim biz bunun yolunu daha önce zikretmiştik. Eğer nefsi şehvetin galebe çaldığından dolayı bu günahı terketmeye müsaade etmezse, bu takdirde kişi, vâcib olanların birinden aciz kalmış olur.
Bu bakımdan ikincisini terketmesi uygun değildir. İkincisi de sevap ile günahı defetmektir ki günahtan sonra işlemiş olduğu sevapla günahı silmiş ve dolayısıyla sâlih bir amel ile kötü bir ameli karıştırmış kimselerden olsun! Bu bakımdan günahlara kefaret olan sevaplar ya kalple veya dille, ya da azalarla yapılır. Öyleyse sevap, günahın yerinde ve onun sebepleri ile bağlı bulunan bir merkezde bulunur.
Kalple yapıları günaha gelince, o günahı mağfireti dilemek hususunda Allah’a yalvarmakla telafi etmelidir. Tıpkı efendisinden kaçan bir kölenin zillet gösterdiği gibi. Zillet göstermekle o kalben işlediği günahı bağışlatmaya çalışmalıdır. Gösterdiği zillet, başkaları tarafından görünecek bir tarzda olmalıdır. Bu da kullar arasında kibrini eksiltmekle hâsıl olur. Bu bakımdan günahkâr ve efendisinden kaçan bir köle için başka kölelere gurur taslama imkânı yoktur ve manasızdır. Böylece kalbinde müslümanlar için hayır beslemeli ve ibâdetlere azimli olmalıdır.
Dil ile olan günaha gelince, bu günahı zulmü itiraf etmek ve istiğfarda bulunmak suretiyle telafi etmelidir. ‘Yârab! Nefsime zulmettim, kötülük işledim. Günahlarımı benim için bağışla!’ demelidir. Bu tür istiğfarları çokça yapmalıdır. Nitekim biz bunu ‘Zikirler ve Dualar’ kitabında zikretmiştik.
Azalarla yapılan günaha gelince, onu ibâdetler, sadakalar ve taatlarm çeşitleriyle telafi etmelidir. Nitekim bir rivayette ‘Günahın arkasında sekiz amel yapıldığı takdirde, bu günah hakkında af umulur’ diye vârid olmuştur. O amellerin dördü kalp amellerindendir.
1. Tevbe veya tevbeye azmetmek
2. Günahtan derhal el çekmenin sevgisi
3. Günahtan ötürü azaptan korkmak
4. Günah için mağfiret dilemek
O amellerin dördü de azaların amelleridir ve şunlardır:
a) Günahtan sonra iki rek’at namaz kılmak,
b) O iki rek’attan sonra yetmiş defa Allah’tan af talep etmek,
c) Yüz defa ‘Sübhânallahilazîm ve bihâmdihf (Azim olan Allah ortaktan münezzehtir. Bunu onun hamdine bürünerek ikrar ediyorum) demek,
d) Sonra sadaka verip birgün oruç tutmak.
Eserlerin bazılarında şöyle vârid olmuştur: ‘(Günahlara kefaret olan şeylerden biri) tam abdest alman. (İkincisi) camiye girip iki rek’at namaz kılmandır’.69 Bazı haberlerde şöyle vârid olmuştur: ‘Dört rek’at namaz kıl’.70
Günah işlediğin zaman, onun arkasından sevap işle. Bu takdirde o sevap onun kefareti olur. Gizliye gizli, açığa da açık kefaret olur.71
Bu sırra binaen şöyle denilmiştir: ‘Gizli verilen sadaka, gece yapılan günahların kefaretidir. Açıkça verilen sadaka, gündüz yapılan günahların kefaretidir!’
Sahih haberde şöyle vârid olmuştur: Bir kişi Hz, Peygambere ‘Ben bir kadının peşine takıldım. Zina hariç, onunla her şey yaptım. Allah’ın hükmüyle benim hakkımda hükmet!’ deyince, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
– Sen bizimle beraber sabah namazını kılmadın mı?
– Evet, kıldım.
– Muhakkak sevaplar hataları silerler!72
Bu hadîs-i şerif, zina hariç kadınlarla oynaşmanın küçük günahlardan olduğuna delâlet eder; zira bu günaha namazın kefaret kılındığı şu hadîs-i şerifin muktezasıdır:
Beş vakit namaz, aralarında vâki olan günahların kefaretleridirler. Ancak büyük günahlar bu hükmün dışındadır.
En uygunu bütün durumlarda müslüman hergün nefsini hesaba çekmelidir, günahlarını toplayıp onları sevaplarla defedip kaldırmaya gayret göstermelidir.
İtiraz: Günah üzerinde ısrar ettikçe, af talebi nasıl fayda verir? Oysa haberde şöyle vârid olmuştur:
Günah üzerinde ısrar ettiği halde günahtan af talep eden bir kimse Allah’ın ayetleriyle istihza eden kimse gibidir!73
Yine âlimlerden biri şöyle demiştir: Ben ‘Allah’tan af talep ediyorum’ sözümden ötürü de Allah’tan af talep ediyorum’ ve yine denilmiştir ki: ‘Dil ile af talep etmek yalancıların tevbesidir’. Rabiat’ül-Adeviyye de şöyle demiştir: ‘Bizim istiğfarımız birçok istiğfara muhtaçtır’.
Cevap: İstiğfarın fazileti hakkında sayılmayacak kadar haberler vârid olmuştur. Biz bu haberleri ‘Zikirler ve Dualar’ bölümünde belirtmiştik.
Hatta Allah Teâlâ, istiğfarı Hz. Peygamberin bekasıyla eşit tutarak şöyle buyurmuştur:
Oysa sen onların içinde bulundukça Allah onlara azap verecek değildi. Onlar istiğfar ederlerken de Allah onlara azap edecek değildi. (Enfâl/33)
Ashâbtan bazıları şöyle derdi: ‘Bizim için iki emniyet vardı. Onlardan biri Hz. Peygamberin bizim içimizde olması idi. Bizimle beraber ancak istiğfar kaldı. Eğer istiğfar da giderse helâk olduk (demektir!)’
Bu bakımdan deriz ki: Yalancıların tevbesi olan istiğfar, sadece dil ile yapılan ve kalbin hiç katkısı olmayan istiğfardır, insanın, âdet olarak gafil bir şekilde ‘estağfurullah’ demesi gibi. Nitekim, cehennemin sıfatını dinlediği zaman ‘Cehennemden Allah’a sığınırız dediği halde zerre kadar kalbinin bununla müteessir olmadığı gibi…
Bu sadece bir dil kıpırdatmasına dönüşür. Şahsın bunda hiçbir faydası yoktur. Fakat buna Allah’a yalvaran doğru bir irade, hâlis bir niyet ve rağbetle mağfiret talebinde ısrar eden kalp inzimam ettiği zaman bu haddi zatında bir sevap olur. Bu sevap ile günahın bertaraf edilmesi mümkün olur. İstiğfarın fazileti hakkında vârid olan haberleri bu tür istiğfara hamletmek gerekir.
Günde yetmiş defa bile istiğfar edip tekrar günaha dönen bir kimse günahta ısrar etmiş sayılmaz!74
Bu hadîs-i şerifteki istiğfar kalben yapılan istiğfardan ibarettir. İstiğfar ve tevbe min birçok dereceleri vardır. Onların öncesi faydadan uzak değildir. Her ne kadar fayda onların sonralarına varmasa bile…
Nitekim Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: “Her hâlükârda kula mevlâsı lâzımdır. Onun hallerinin en güzeli, her şeyden mevlâsma dönmektir. Eğer günah işlerse şöyle demelidir: ‘Yârab! Benim günahımı kapat! Ayıbımı kimseye gösterme!
Günahtan sonra şöyle demelidir: ‘Yârab! Benim tevbemi kabul eyle!
Tevbe ettiği zaman şöyle demelidir: ‘Bana günahtan mahfuz kalmayı nasib eyle!
Amel ettiğinde ise ‘Yârab! Benden amelimi kabul eyle! demelidir.
Sehl’den günahlara kefaret olan istiğfarım mânâsı sorulduğunda cevap olarak İstiğfar önce icabettir. Sonra İnâbet, sonra tevbedir demiştir.
Bu bakımdan icabet azaların amelidir. İnâbet kalplerin amelidir. Tevbe de şahsın mevlâsma yönelmesidir. Şöyle ki: Halk terkeder, sonra içinde bulunduğu kusurundan ötürü nimetin hakkındaki cehaletinden ve şükrünü terketmesinden dolayı Allah’tan af diler! Böyle yaptığı takdirde affolunur. Bu takdirde sığmağı mevlâsnın yanında olur. Sonra tenhaya, sonra sebata, sonra beyana, sonra fikre, sonra marifete, sonra münacaata, sonra nefsin tasfiyesine sonra muvalata ve daha sonra muhâdiset’üs-sırr’a nakleder. Bu da hüllet’in ta kendisidir. Bu, kulun kalbinde ilim onun gıdası, zikir onun kuvveti, rıza onun azığı ve tevekkül de onun arkadaşı olmayınca istikrar bulmaz. Sonra Allah ona bakar. Onu arşa yükseltir. Bu bakımdan onun makamı hamelet’ül-arş’m makamı olur.
Kendisine Tevbe eden, Allah’ın habîbidir’ hadîsinin mânâsı sorulunca cevap olarak dedi ki: Ancak şu ayette zikredilen vasıfların hepsine sahip ise Habib olur:
Tevbe eden, ibâdet eden, hamdeden, oruç tutan, rükû ve secde yapan, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan ve Allah’ın (yasak) sınırlarını koruyan (Onları çiğnemeyen) insanlardır. O müzminleri müjdele!(Tevbe/112)
Yine dedi ki: ‘Habib o kimsedir ki habibinin hoşuna gitmeyen birşeye girişmez!
Tevbe edenin iki meyvesi vardır. Onların birincisi, günahları telafi etmektir. Öyle ki kişi günahı olmayan bir kimse gibi olur. O meyvelerin ikincisi ise, yüksek derecelere varmaktır. Öyle ki Habib ve Dost olur.
Günahların kefaretleııdirilmesinin de dereceleri vardır. Bazısı tamamen günahın kökünü kazımaktır. Bazısı günahı hafifletmektir. Bu da tevbe derecelerinin değişikliği ile değişir. (Mesela) kalben yapılan istiğfar, sevaplarla, geçmiş günahları telâfi etmek her ne kadar derecelerin öncelerinde ısrar etmenin düğümünü çözmekten uzak ise de temelinden faydasız değildir. Bu bakımdan varlığını yokluğu gibi zannetmek uygun değildir. Müşahede ehli ve kalp erbabı şüphesiz bir bilgi ile bilmişlerdir ki ‘Kim zerre mikkarı bir hayır işlerse, onun mükafatını görecektir’ (Zilzâl/7) ayet-i celîlesi doğrudur ve hayrın bir zerresi bile faydadan uzak değildir.
Nitekim terazinin bir kefesine atılan bir arpa tanesinin tesir etmekten uzak olmadığı gibi… Eğer birinci arpa tesir etmekten uzak olsaydı, ikincisi de onun gibi olurdu ve böylece terazi, tanelerin artırılmasıyla ağır basmazdı. Oysa ağır basmaması mümkün değildir. Sevapları, terazisi ağırlaşıp günahlara ağır basıncaya kadar hayırların zerreleriyle ağırlık temin eder. Bu bakımdan sakın ibadetlerin zerrelerini küçümseyip de yapmamazlık etme! Günahların da zerrelerini küçümseyip onları yok sayma! Tıpkı ahmak kadın gibi her saat ancak bir ipe gücü yettiğini ileri sürerek yün eğirmeyi bırakıp şöyle der: ‘Bir saatte eğrilen bir ipten ne zenginlik elde edilebilir? Bu kadar bir eğirmekten elbisede ne gibi bir tesir meydana gelir?’
Oysa ahmak kadın bilmez ki dünyanın bütün elbiseleri bu şekilde eğirilmiş de meydana gelmiştir. Alemin cisimleri, aktarın genişliğine rağmen, zerre zerre toplanmış ve meydana gelmiştir. Madem ki durum budur, o halde Allah’a yalvarmak, kalp ile günahın affını talep etmek, Allah katında asla zayi olmayacak bir sevaptır.
Ben derim ki: Dil ile yapılan istiğfar da sevaptır; zira gafletten de gelse, dilin istiğfarla kıpırdatılması, aynı saatte bir müslümanın gıybetiyle veya fuzulî bir konuşmakla kıpırdatılmasmdan daha hayırlıdır. Susmaktansa istiğfar etmek daha hayırlıdır. Sükûta nisbeten istiğfar etmenin fazileti anlaşılmış oldu. Ancak dil ile yapılan istiğfar, kalp ameline nisbeten eksiktir.
Bu sırra binaen biri Şeyh Ebû Osman el-Mağribî’ye75 şöyle dedi: ‘Benim dilim bazı durumlarda, kalbim gafil olduğu halde zikreder, Kur’ân okur. (Acaba bunun sevabı var mıdır?)’ Şeyh Osman ‘Senin azalarından birini hayırda kullanıp ona zikri âdet eden, onu serde kullanmayıp ve fuzulî’yi ona âdet etmeyen Allah’a şükret!’ dedi.
Ebû Osman’ın söylediği hakikatin ta kendisidir. Çünkü azaları hayır yapmaya alıştırmalıdır ki hayır işlemek, onlara tabii bir durum olsun! Bu alıştırma birçok mâsiyeti defeder. Bu bakımdan başkasından yalanı duyduğu zaman diline istiğfar etmeyi âdet edinen bir kimsenin dili, bu âdetine durmadan sebkat eder ve estağfirullah der. Diline fuzulî konuşmayı âdet edinen bir kimsenin dili ‘Sen ne ahmaksın! Senin yalanın ne çirkindir!’ (gibi) söze sebkat eder. Herhangi bir şerirden şerrin başlangıçları görüldüğü zaman, istiâze etmeyi âdet edinen bir kimse dilin sebkat hükmüyle Neuzübillâh (Allah’a sığınırım) der. Fuzulîleri konuşmayı âdet edinen bir kimse ‘Allah ona lanet etsin!’ der ve böylece birinde günahkâr olup birinde selâmet kalır. Onun selâmeti diline hayrı alıştırmanın eseridir.
Çünkü Allah güzel amel edenlerin mükafatını zayi etmez. (Tevbe/120)
Şüphesiz ki Allah, zerre kadar zulüm etmez. Eğer zerre kadar bir iyilik olursa onun sevabını kat kat artırır. Ayrıca kendi katından büyük bir mükafat verir.(Nisâ/40)
Dikkat et! Allah Teâlâ nasıl onun sevabını kat kat vermiştir! Çünkü o, gaflet halindeki istiğfarı diline âdet etmiş, dolayısıyla onunla gıybet, lanet okuma, fuzulî konuşma gibi serleri defetmiştir. İşte bu sevap, dünyada ibâdetlerin en azma karşı verilen kat kat sevaptır. Âhirette karşılığı eğer bilseler daha büyük olacaktır. Bu bakımdan ibâdetlerde sadece mücerred âfetlere bakıp onlardaki rağbetinin gevşemesinden şiddetle kaçın! Zira böyle bir gevşeme bir hiledir. O hileyi şeytan lanetinden ötürü mağrur kimselerin gözünde süslü göstermiştir. Onlara basiret sahipleri olduklarının hayalini vermiştir. Gizlileri sezen kimseler oldukları hülyasını kafalarına koymuştur. Bu bakımdan onlara ‘Kalbin gafletiyle beraber dille yapılan zikirde ne hayır vardır?’ dedirtmiştir. Böylece halk, bu hile hususunda üç kısma ayrılmıştır: Nefsine zulmeden, normal hareket eden ve hayırlara koşan!
Hayırlara koşan kişi, şeytana ‘Ey mel’un! Sen doğru söyledin. Fakat bu kendisiyle bâtıl kastedilen hak bir sözdür! Şüphe yoktur ki seni iki defa azaba garkedeceğim. İki yönden senin burnunu kıracağım. Ben dilin hareketine kalbin hareketini de ekleyeceğim’ der! Bu kimse tıpkı şeytanın yarasına tuz serpmek suretiyle şeytanı tedavi eden bir kimse gibidir.
Mağrur zâlime gelince, o nefsinde bu inceliği sezdiğini tahayyül eder. Sonra kalben ihlasa varmaktan aciz kalır. Böylece dili zikre alıştırmayı da terkeder. Bu bakımdan şeytanın isteğini yerine getirir. Gururun ipiyle kuyuya dalar ve böylece şeytanla arasındaki ortaklık tamam olur.
Nitekim bir darb-ı meselde şöyle denilmiştir:
Kap kapağına uygun geldi ve boynuna sarıldı!76
Normal hareket edene gelince, o kalbini amelde (dile) ortak yapmak suretiyle şeytanın burnunu kırmaya muktedir olamaz. Kalbe nisbeten dilin hareketinin eksik olduğunu sezer. Fakat susmaya ve fuzulî konuşmaya nisbeten dilin istiğfara hareket etmesinin kemâl olduğuna da kanaat getirir. Böylece dil ile istiğfar etmeye devam eder ve Allah Teâlâ hayrın âdet edinilmesi hususunda kalbin diliyle beraber olmasını diler.
Bu bakımdan hayra koşan insan, dokuma tezgâhım zemmederek bırakan ve kâtip olan bir kimse gibidir. Nefsine zulmedip geri kalan ise, dokuma tezgâhını tamamen terkedip süpürgeci olan kimse gibidir. Normal hareket eden ise, yazmaktan aciz olup ‘Ben dokumacılığın kötü olduğunu inkâr etmem. Fakat dokumacılık, süpürgeciliğe nisbeten değil de kâtipliğe nisbeten kötüdür. Ben katiplikten aciz olduğum zaman dokumacılığı bırakmam’ diyen bir kimse gibidir. Bu sırra binaen Rabiat’ül-Adeviyye şöyle demiştir: ‘Bizim istiğfarımız birçok istiğfara muhtaçtır!’
Rabiat’ül-Adeviyye’nin dil hareketini Allah’ın zikri olduğundan dolayı kötülediğini sanmayasın. Aksine Rabia Hatun, kalbin gafletini kötülemektedir. Bu bakımdan kişi dilinin hareket etmesinden değil, kalbinin gafletinden dolayı istiğfar etmeye muhtaçtır.
Eğer kalbinin istiğfar etmekten sustuğu gibi, dili de istiğfar etmekten susarsa, o vakit bir istiğfara değil iki istiğfara muhtaç olur. Kötülenenin kötülenmesini, övülenin de övülmesini böyle anlaman uygundur. Aksi takdirde şu sözün mânâsını anlamamış olursun: ‘Ebrârm haseneleri (sevapları), mukarreblerin günahlarıdır!’ Yani ebrarm sevapları, mukarrebler için günah sayılır; mukarrebler onları işlediği zaman, sevap değil günah işlemiş sayılır; zira bunlar başkasına nisbeten ve izafeten sabit olan şeylerdir.
Bu bakımdan bunları izafesiz edinmek uygun değildir. Senin için uygun olan, ibâdetlerinin de, günahlarının da zerresini dahi hakir saymayıp küçümsememektir.
Bu sırra binaen Cafer-i Sâdık (r.a.) şöyle demiştir: Allah üç şeyi üç şeyde gizlemiştir: ‘Rızasını ibâdetinde…’ Bu bakımdan siz ibâdetten hiçbir şeyi küçümsemeyiniz. Umulur ki Allah’ın rızası o küçümsediğiniz ibâdettedir. ‘Öfkesini mâsiyette…’ Bu bakımdan siz, mâsiyetten hiçbir şeyi küçümsemeyin. Umulur ki Allah’ın öfkesi oradadır. ‘Velayetini kullarında…’ Bu bakımdan siz, kullardan hiçbirini küçümsenıeyiniz. Umulur ki o Allah’ın velîsidir.
Câfer-i Sâdık bu üç şeye sunu da ekleyerek şöyle demiştir: İcabetini (kabul etmesini) duada gizlemiştir’. Bu bakımdan duayı terketmeyiniz. Umulur ki Allah’ın icabeti ondadır!
69) Sünen Sahipleri
70) İbn Merduveyh, Beyhâkî
71) Beyhâkî
72) Müslim, Buhârî, (İbn Mes’ud’dan)
73) İbn Ebi Dünya
74) Dualar bölümünde geçmişti
75) Adı Ebû Osman Said b. Kelâm’dır.
76) Bu mânâ Zemahşeriye aittir. İbareye başka şekilde mânâ verenler de vardır.
- E) Kulun Sıfatlarına Nisbetle Günahların Kısımları
İnsanın birçok sıfatları vardır. Nitekim kalbin acaiblikleri ve gaileleri bahsinde bunun şerhi (açıklaması) yapılmıştır. Fakat günahların kaynakları dört sıfata inhisar eder:
1. Rubûbiyet sıfatları
2. Şeytanî sıfatlar
3. Behimî (hayvanî) sıfatlar
4.Sebuî (yırtıcı) sıfatlar
Bunun böyle olması, insan çamurunun çeşitli karışımlardan yoğrulmasından meydana gelmektedir. Bu bakımdan insan çamurundaki her unsur, bir eseri iktiza eder.
Nitekim sekencebin maddesinden meydana gelen şeker, sirke ve zâferanm her biri ayrı ayrı tesir ve etki bırakırlar.
Rubûbiyet sıfatlarına varmak iştiyakını veren şey, kibir, gurur, ceberut, övülmeyi sevmek, izzet ve zenginliği istemek, bekanın devamlılığını arzulamak, herkesten daha yüce olmayı istemek gibi dir. Hatta sanki bu insan (Firavun gibi) ‘Ben sizin en yüce rabbinizim’ demeyi kasteder. Bu durumdan en büyük günahlardan bir grup meydana gelir. Meydana gelir fakat halk onlardan gafil ve onları günah bile saymamaktadır. Oysa onlar korkunç helâk edicilerdir. Öyle helâk ediciler ki birçok günahın kaynaklan gibidirler. Nitekim biz bunu Mühlikât bölümünde en ince teferruatına kadar saymıştık.
İkincisi şeytanî sıfattır. Bu sıfattan hased, zulüm, hile, hud’a, fesâd ve münkeri emretme meydana gelir. Dolandırıcılık, münafıklık, bid’at ve dalâlete çağırmak da bu kısma girer.
Üçüncüsü behimî (hayvanî) sıfattır. Bu behimî sıfattan oburluk, açgözlülük, karın ve tenasül uzvunun şehvetini (isteğini) yerine getirme meydana gelir. Bundan livata, hırsızlık, yetimlerin malını yemek, şehvetler için mal toplamak da meydana gelir!
Dördüncüsü sebuî, yani yırtıcı sıfattır. Bu yırtıcı sıfattan öfke, hıkd, vurmak, öldürmek, küfretmek suretiyle halka hücum etmek ve malları yağmalamak meydana gelir. Aynı zamanda bu sıfattan birçok günahlar da meydana gelir.
Bu sıfatlar fıtratın kökünde vardır. Bu bakımdan önce hayvanî sıfat galebe çalar. Sonra yırtıcı sıfat ikinci derecede onu takip eder. Bunların ikisi bir araya geldikten sonra aklı hile, kurnazlık ve kötü şeylerde kullanılır. Bu da şeytanî sıfattır. Sonra âhiretle, rubûbiyetin sıfatları mağlûp olur. O sıfatlar da fahr, izzet, yücelik, kibriyayı talep etmek ve bütün insanları istilâsı altına almayı kastetmektir. İşte bunlar, günahların kaynaklarıdır. Sonra bu kaynaklardan günahlar, azalar üzerine akarlar. Bazıları hasseten kalptedir: Küfür, nifak, bid’at ve halk için kötü düşünmek gibi… Bazıları gözde kulakta, bazıları dilde, bazıları tenasül uzvu ve karındadır. Bazıları da eller ve ayaklarda, bazıları da bütün bedende! Bunları tafsil etmeye ihtiyaç yoktur. Çünkü apaçıktır.
Günahlar için ikinci bir taksim de şöyledir: Günahlar, kul ile Allah arasındaki kısım ile kulların haklarıyla ilgili olan kısma ayrılır. Sadece kulla ilgili olan namaz ve orucun terkedilmesi gibi şeylerdir. Kulların haklarıyla ilgili olanlar, zekâtı terketmesi, adam öldürmesi, malları gasbetmesi, namuslara küfretmesi gibi şeylerdir. Başkasının hakkından alınan şey, ya insan7 ya bir âzâ veya mal veya namus veya din veyahut da mertebe olur. Dini almak, şerre teşvik etmek, bid’ate çağırmak ve günahlara özendirmek, bazı vaizlerin ümit tarafını korku tarafından daha kuvvetli göstermek suretiyle Allah’a karşı cüret sebeplerini kabartmak gibi şeylerdir.
Kullarla ilgili olan günahlara gelince, buradaki vaziyet daha şiddetlidir. Kul ile Allah arasında olan şey şirk olmadıkça af daha fazla umulur ve daha yakındır. Nitekim haberde şöyle vârid olmuştur:
Divanlar (kayıt defterleri) üçtür: Bir divan vardır ki ondaki günahlar bağışlanır. Bir divan vardır ki ondaki günahlar bağışlanmaz. Diğer bir divan vardır ki terkedilmez. Bağışlanan günahlar, kulların Allah ile aralarında olan (namaz kılmamak gibi) günahlardır. Bağışlanmayan günah, Allah’a ortak koşmaktır. Terkedilmeyen günah ise, kullara yapılmış olan zulümlerdir.19
Yani kulun hakkına tecavüz eden zâlim, o zulmünden sorulacaktır. Ta ki ondan affedilinceye kadar…
Günahlar, küçük ve büyük diye iki kısma ayrılır. Bu hususta halkın ihtilâfı oldukça çoktur. Kimi ‘Küçük, büyük diye bir ayırım yoktur. Aksine Allah’a karşı olan her muhalefet büyüktür’ demiştir ki bu görüş zayıftır.
Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere sokarız.(Nisa/31)
Onlar ki günahın büyüklerinden ve fuhşiyattan kaçınırlar, yalnız bazı küçük hatalar işleyebilirler. Şüphesiz rabbin geniş mağfiretlidir.(Necm/32)
Hz. Peygamber (s,a) şöyle buyurmuştur:
Beş vakit namaz ve bir cumadan diğer cumaya kadar »eğer büyük günahlardan sakmılırsa bu sakınma- işlenen günahların kefareti olur.
Hadîsin diğer bir versiyonunda ‘Aralarındakine kefaret olur. Ancak büyük günahlar bu hükmün dışındadır’ şeklinde gelmiştir.20
Büyük günahlar, Allah’a ortak koşmak, anne-babaya karşı gelmek, adam öldürmek ve yalan yere yemin etmektir.21
Ashab-ı kirâm ve tabiîn, büyük günahların adedi hakkında dörtten yediye, dokuza, onbire ve daha yukarıya kadar ihtilâf etmişlerdir.
İbn Mes’ud (r.a), ‘Büyük günahlar dörttür’22 demiştir, İbn Ömer Vadidir’23 Abdullah b. Amr ise ‘dokuzdur’24 demiştir.
İbn Abbasfın kulağına İbn Ömer’in ‘Büyük günahlar yedidir’ sözü geldiği zaman şöyle dedi: ‘Büyük günahların yetmişe kadar varması, yediye kadar varmasından daha doğrudur’.
Bir defasında da şöyle demiştir: ‘Allah’ın yasakladığı herşey büyük günahtır’.
İbn Abbas’tan başkaları da ‘Allah’ın hakkında ateş va’dettiği herşey büyük günahlardandır’ demişlerdir.
Seleften biri şöyle demiştir: ‘Dünyada haddi (cezayı) gerektiren herşey büyük günahtır’.
Şöyle de denilmiştir: ‘Büyük günahlar, mübhemdir. Sayıları bilinmez. Tıpkı kadir gecesi, cuma saati gibi…’
İbn Mes’ud’a ‘büyük günah’ sorulduğu zaman şöyle demiştir: *Nisâ sûresinin başından Allah Teâlâ’nm şu sözüne kadar oku:
Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız..,(Nisâ/31)
Bu bakımdan yukarıdaki ayete kadar bu süre-i celîlede Allah neyi yasaklamış ise o büyük günahtır.
Ebû Tâlib el-Mekkî25 şöyle demiştir: ‘Büyük günahlar onyedi tanedir. Bir kısım hadîslerden, İbn Abbas, İbn Mes’ud, İbn Ömer ve başkalarının sözünden derlediğim büyük günahların dördü kalptedir. Onlar Allah’a ortak koşmak, günahta ısrar etmek, Allah’ın rahmetinden ümitsiz olmak ve Allah’ın azabından emin olmaktır. Dördü dildedir. Onlar; yalan yere şahidlik etmek, namuslu bir insana zina iftirası atmak, bir hakkı iptal eden veya bir bâtılı hak gösteren yalan yemindir.
Şöyle denilmiştir: ‘Yemin-i gamus, o yemindir ki onunla haksız yere, müslüman bir kişinin malı alınır. Velev ki o mal, erak ağacından yapılmış bir misvak olsun!’
Bu yemine ‘yemin-i gamus’ denilmiştir. Çünkü sahibini ateşe daldırır. (Nitekim gamus’un lugavî mânâsı da daldırmaktır).
Dil âfetlerinin dördüncüsü sihirbazlıktır. Sihirbazlık, insanı bozan ve diğer cisimleri hilkatin aslından çıkaran konuşma demektir.
Büyük günahların üçü de mide ile ilgilidir. Onlar da şunlardır: Sarhoş eden içkiyi içmek, zulüm bakımından yetim malı ve bildiği halde faiz yemektir. O büyük günahlardan ikisi de tenasül uzvu ile ilgilidir. Onlar da zina etmek ve livata yapmaktır. İkisi de el ile ilgilidir. Onlar da öldürmek ve hırsızlıktır. Biri ayaklarla ilgilidir. O da düşman karşısmdun kaçmaktır. Hatta bir müslümanın iki kâfirden, on müslümanın yirmi kâfirden kaçması demektir. O büyük günahların biri de bedenin bütünüyle ilgilidir. O da anne ve babaya karşı gelmektir.
Ebû Tâlib el-Mekkî der ki: ‘Anne ve babaya karşı gelmenin içine, onların kendisine ayırıp verdikleri şeye razı olmaması da girer. Onların isteklerini yerine getirmemek, onlara karşı tahammülsüz davranmak, karınlarını doyurmamak da onlara isyandır’.
İşte Ebû Tâlib el-Mekkî’nin büyük günahlar hakkında söylediği budur. Bu taksimi hakikate yakındır. Fakat bununla şifa tamamen hâsıl olmaz; zira bundan daha fazlasını bulmak veya daha eksik göstermek mümkündür; zira Ebû Tâlib el-Mekkî, faiz ve yetim malını yemeyi büyük günahlardan saymıştır. Oysa bu, mallara karşı yapılan bir suçtur. Nefislerin büyük günahlarından sadece katli zikretti. Göz çıkarma, el kesme ve müslümanları dövme veya işkence etme gibi diğer günahlara dokunmadı. Yetimi dövmeye, azarlamaya, azalarını kesmeye de dokunmadı. Şüphesiz ki bunları yapmak yetimin malını yemekten daha büyük günahtır.
Bir küfre karşı iki küfürle mukabele etmek büyük günahlardandır. Kişinin müslüman kardeşinin haysiyetine dil uzatması büyük günahlardandır.26
Bu, namuslu bir müslümana zina iftirası atmaktan fazla bir şeydir; yani o ayrı bir günah, bu da ayrı bir günahtır.
Ebû Said el-Hudrî ve başka sahabîler şöyle buyurmuşlardır: ‘Siz, gözünüze kıldan daha ince ve hafif görünen şeyler yapıyorsunuz ki biz o onları Hz. Peygamberin zamanında büyük günahlardan sayardık’.
Âlimlerden bir taife de şöyle demiştir: ‘Kasten yapılan her günah, büyük günahtır. Allah’ın nehyettiği herşey büyük günahtır’.
Bu hükümden perdeyi kaldırarak meselenin hakikati şöyle açığa çıkarılabilir: Düşünen bir insanın hırsızlık hakkında ‘Acaba bu büyük günah mıdır, değil midir?’ diye düşünmesi, büyük günahın mânâsını anlamadıkça ve büyük günahtan ne kasdedildiğini bilmedikçe doğru olamaz. Tıpkı ‘Hırsızlık haram mıdır değil midir?’ diyenin sözü gibi!
Haram’ın tarifine önce haram’ın mânâsını izah ve hırsızlıktaki haramın durumu kontrol edildikten sonra vakıf olunabilmesi ümit edilir. Bu bakımdan büyük günah, lâfız bakımından mübhem ve mücmeldir. Onun lûgatta ve şeriatta özel bir yeri yoktur. Çünkü büyük ve küçük denmesi izafîdir. Her günah kendisinden küçük olan günaha izafeten büyük ve kendisinden büyük olan günaha izafeten de, küçüktür. Bu bakımdan yabancı bir kadınla kucaklaşmak, ona haram bakışla bakmaya nisbeten büyük günahtır. Kadınla zina etmeye nisbetle de küçük günahtır. Müslümanın elini kesmek, onu dövmeye nisbeten büyük günahtır. Onu öldürmeye nisbeten küçük günahtır. Evet! İnsan yaptığından dolayı ateşle tehdit edildiği günaha ‘büyük ismini verebilir. Buradaki büyüklük vasfından ‘ateşle cezalandırmanın büyük olduğunu kastediyoruz. Dünyada vâcib olan bir cezayı kendisine gerektiren şeyi büyük saydığı halde haddi (cezayı) gerektiren suça ‘büyük’ ismi verebilir. Kur’ân nassıyla yasaklanan bir şeye ‘büyük adını takabilir. Dolayısıyla der ki: ‘Kur’an’da bu yasaklananın diğer yasaklamalar arasında tahsisen zikredilmesi, büyük bir günah olduğuna delâlet eder Sonra şüphe yoktur ki başkasına nisbeten de büyük günah olur; zirâ Kur’an’ın naslarıyla yasaklanan yasakların da dereceleri değişir. Bu bakımdan bu izafetlerdeki (nisbetleri kabul etmede) herhangi bir sakınca yoktur.
Ashab-ı kiramdan nakledilen büyük günahlar da bu durumdadır. Onları bu ihtimallerden birine hamletmek uzak bir ihtimal değildir. Evet! Şu ayet-i celîlenin mânâsını bilmek mühim vazifelerdendir:
Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi iyi bir yere sokarız.(Nisa/31)
Hz. Peygamber’in şu hadîs-i şerifinin mânâsımı bilmek de mühim meselelerdendir:
Namazlar, büyük günahlar hariç, aralarında işlenen günahların kefaretleridirler!
Bu ayet ile bu hadîs, büyük günahların hükmünün isbatıdır. Burada hakîkat şudur: Şeriat nazarında günahlar, şeriatın büyük veya küçük günahlardan saydığı bilinen kısım ile hükmü bilinmeyen, hakkında şüphe edilen kısımlara bölünür. Bu bakımdan bütün kısımları veya cüzleri toplayan, başka şeyleri tarif dışına çıkaran bir tarif yapmaya çalışmak mümkün olmayanı talep etmektir, Zirâ boyle bir tarif ancak Hz. Peygamberden dinlemekle mümkün olur. Şöyle ki: Hz. Peygamber ‘Ben büyük günahlardan on tanesini veya beş tanesini kasdettim demeli ve onları açıklamalıdır ki bilinsin!
Eğer böyle değil de bazı lâfızlarda ‘üç büyük günah’27 bazı lâfızlarda da yedî büyük günah’28 denirse, sonra ‘bir defa küfretmeye karşılık iki defa küfretmek büyük günahlardandır diye vârid olursa oysa bu, hadîste vârid olan yedi büyük günahın da, üç büyük günahın da dışındadır bilinir ki peygamber (a.s) bu hükümle sayı ve hasrı kastetmemiştir.
Şeriatın saymadığı bir şeyin sayısını bilmeye çalışmanın ne anlamı vardır? Oysa çoğu zaman, şeriat onun müphem ve belirsiz kalmasını ister ki kullar bundan dolayı sakınmış olsunlar.
Nitekim kadir gecesi insanlar onu ciddiyetle araştırsınlar diye mübhem bırakılmıştır.
Evet! Bizim küllî ve umumî bir yolumuz var. Biz bu yolla büyük günahların cins ve nevilerini tahkikli bir şekilde bilme imkânına sahibiz. O günahların bizzat kendilerini ise, ancak zan ve yaklaşık bir ihtimalle biliriz. Büyük günahların en büyüğünü de bilmiş oluruz. Küçük günahların en küçüğünün ise, bilinmesine imkân yoktur! Bunun izahı şöyledir:
Biz şeriatın delilleri ve basiretlerin nuru ile biliriz ki şeriatın bütün maksad ve hedefleri; halkı Allah’ın manevî komşuluğuna ve mülakatının saadetine sevketmektir ve yine biliriz ki insanlar bu hedefe, Allah’ın marifeti, kitablarınm marifeti ve peygamberlerin marifetiyle varabilir.
Şu ayette buna işaret vardır:
İnsanlar ve cinleri ancak bana kulluk yapsınlar diye yarattım.(Zâriyât/56)
Yani bana kul olsunlar diye yarattım. Oysa kul, rabbinin rubû-biyetini ve nefsinin de kulluğunu bilmedikçe kul olamaz. Hem nefsini, hem rabbini bilmesi gerekir. Peygamberlerin gönderilmesinde en büyük hedef budur.
Fakat bu hedef ancak dünya hayatında tamamlanır. Hz. Peygamberin şu hadîsi şerîfiyle de bu kastolunmuştur: ‘Dünya ahiretin tar!asıdır’.29
Bu bakımdan dünyanın korunması da dine tâbi olarak maksad ve hedef olmaktadır. Çünkü dünya, dinin vesilesidir. Dünyadan iki şey ahirete bağlıdır: Nefisler ve mallar… Bu bakımdan Allah’ın marifetinin kapısını kapatan herşey, büyük günahların en büyüğüdür. Tehlike bakımından insanın hayat kapısını kapatan şeyler bu günahı takip eder. Üçüncü derecede hayatın devamını sağlayan maişetlerin kapısını kapatan şeyler gelir. Öyleyse bunlar üç mertebedirler. Bu bakımdan kalpler için marifeti, bedenler için hayatı, şahıslar için malları korumak, bütün şeriatlerin hedefinde zarurîdir.
Bu üç şeyde hiçbir din mensubunun ihtilâf edeceği tasavvur edilmez. Allah Teâlâ1 nın bir peygamber gönderip, onunla halkın din ve dünyalarında ıslahlarını irade etmemesi ve o peygamberin halkı Allah’ın ve peygamberlerinin marifetinden meneden şeyleri onlara emretmesi veya onlara canlarının ve mallarının heba edilmesini emretmesi caiz ve mümkün değildir ki, emretmiş olsun! Bu hükümden büyük günahların üç mertebe üzere olduğu meydana çıkmaktadır.
Birinci Mertebe: Allah’ın ve peygamberlerinin marifetini engelleyen günahtır. O da küfürdür. Bu bakımdan küfürden daha büyük bir gühah yoktur; zirâ Allah ile kul arasındaki perde, cehalettir. Allah’a yaklaştırıcı vesile ilim ve marifettir. Kişinin yaklaşması, marifeti nisbetinde, uzaklaşması da cehaleti nisbetindedir. Küfür denilen cehaletin arkasından Allah’ın azabından emin olmak, rahmetinden ümitsiz olmak derecesi gelir; zira bu şekilde olmak cehaletin ta kendisidir. Bu bakımdan Allah’ı tanıyan bir kimsenin Allah’ın azabından emin olması rahmetinden ümitsiz olması tasavvur edilemez.
Bu mertebenin arkasından Allah’ın zati, sıfatları ve fiileri ile ilgili olan bid’atler gelir. Bid’atlerin bazısı bazısından daha şiddetlidir. Bid’atlerin değişikliği, onları bilmemenin farklılığına göre olur. Onların Allah’ın zatıyla, fiilleriyle, şeriatleri, emirleri ve yasaklarıyla ilgilenmelerinin farklılığına göre değişir. Bunun mertebeleri, hasr altına alınamayacak kadar çoktur. Bu da Kur’an’da zikredilen büyük günahların içinde olduğu ve olmadığı bilinen, olup olmaması hususunda şüphe edilen kısımlara ayrılır. Ortanca kısımdan şüpheyi defetmek istenmesi, mümkün olmayanı ümit etmek demektir!
İkinci Mertebe: insan hayatıdır. Çünkü hayatın korunması ile Allah’ın marifeti hâsıl olur. Bu bakımdan cana kıymak şüphe yoktur ki büyük günahlardandır. Her ne kadar küfürden daha küçük ise de… Çünkü küfür, maksadın bizzat kendisiyle çarpışır. Katil ise, maksadın vesilesiyle çarpışır; zira dünya hayatı ancak ahiret ve Allah’ın marifetine varmak için gereklidir. Azaların kesilmesi ve insanın helakine sebep olan herşey (derece bakımından) bu büyük günahın arkasından gelir. Hatta vurmak da böyledir. Vurmanın bazısı bazısından daha büyüktür. Zinanın, livatanm haramlığı da bu dereceye girer. Çünkü insanlar şehvetlerinin giderilmesi hususunda erkeklerle iktifa ederlerse, beşer nesli tükenir. Bu da vücudun kesilmesine yakındır.
Zinaya gelince, o vücudun esasını zedelemez. Fakat nesebleri karıştırır. İrsiyet kanununu, yardımlaşma nizamını iptal eder. Hayatın tanziminde rol oynayan birtakım işleri dumura uğratır. Zina mübâh kılmırsa nizam nasıl tamam olacaktır? Hayvanlarda erkeğe mahsus bir dişi olmadığı için, onların işleri de intizamlı olmaz. Bunun için maksadı ıslah olan hiçbir şeriatta zinanın mübâh olması tasavvur olunamaz. Zinanın katilden daha hafif bir mertebe olması uygundur; zira zina varlığın devamını ortadan kaldırmaz. Fakat nesepleri bozar ve ortadan kaldırır ve öyle şeyleri tahrik eder ki sonunda insanları savaşa sürükler! Zinanın livatadan daha şiddetli kabul edilmesi uygundur. Çünkü zinada şehvet, insanı iki taraftan davet eder. Bu bakımdan zinâ çoğalır. Çokluğundan ötürü zararının eseri oldukça büyür.
Üçüncü Mertebe: Mallardır. Mallar insanların geçim kaynaklarıdır. Bu bakımdan insanların hırsızlık, istilâ ve başka yollardan mallarını almak caiz değildir. Ancak canını korumak maksadıyla malların korunması daha uygundur. Zira mallar başkası tarafından haksız olarak alındığı zaman, geri alınması veya harcandığı takdirde karşılığının alınması mümkündür. Her halde mallar hakkında felaket pek büyük değildir. (Çünkü iki durumda da telâfisi mümkündür). Evet malın çalınmasını, büyük günahlardan saymak uygundur. Zirâ çoğu zaman çalman mala insan muttali olmaz. O halde bu yolla götürülen malın geri alınması nasıl mümkün olacaktır?
İkinci yol, yetimin malını yemektir. Bu da gizli yollardandır. Bundan gaye yetimin velisi ve durumunu idare etmekle mükellef kılman vasisidir. Çünkü böyle bir kimse yetimin malı hakkında emin sayılmıştır. Yetimden başka onunla hesap göreni yoktur. Yetim ise daha küçüktür. Bu bakımdan yetim malı yemenin büyük günah sayılıp vahîm telâkki edilmesi vacibdir. Gasp böyle değildir. Çünkü gasb açıktır, bilinir. Emanete hainlik yapmak da bunun hilâfmadır. Çünkü bu hususta emanet eden hasımdır ve kendi hakkını arar. Üçüncü yol, yalancı şahidlikle başkalarının malını almaktır. Dördüncü yol, yalan yeminle emanet edilen ve edilmeyen malları almaktır.
Elbette bu yollarla elden çıkan malın telâfisi mümkün değildir. Bu yolların bir kısmı diğerinden daha şiddetlidir. Fakat hepsi de insan hayatıyla ilgili olan ikinci mertebeden şiddet bakımından daha aşağıdadırlar. Bu dört yolun da büyük günahlardan sayılması uygundur. Her ne kadar şeriat, bunların bazılarına had cezası vermemiş ise de.. Fakat bunlar hakkında birçok tehdid gelmiştir. Bunların insanların maslahatı açısından tesirleri oldukça büyük olmuştur.
Faiz yemeye gelince, burada iki tarafın rızasıyla şeriatın koymuş olduğu şartın ihlâli ile beraber başkasının malım yemek vardır. Bu hususta şeriatların ihtilaf etmeleri uzak bir ihtimal değildir. Madem başkasının malını, adamın ve şeriatın rızası olmaksızın yemek olan gasb büyük günahlardan kılınmadı, öyle ise ribanın yenmesi mal sahibinin rızasıyla yemektir. Ancak burada şeriatın rızası yoktun Eğer şeriat, faizi menetmek suretiyle tehlikesinin büyük olduğunu göstermiş ise, muhakkak ki gasb ve gasb a benzer yollardan yapılan zulmü ve hainliği de tehlike bakımından büyük göstermiştir. Hainlikle veya gasb yoluyla yenilen paranın her danik’ini (kuruş gibi para birimidir) büyük günahlardan saymak şüphelidir. Çünkü zannedildiği bir yerde vâki olmuştur. Zanın meyli, büyük günahların altına dahil olmayışmadır. Büyük günahı, hakkında şeriatların ihtilâfı caiz olmayan şeye tahsis etmek uygundur ki dinî bir zaruret olsun. Bu bakımdan Ebû Tâlib el-Mekkî’nin zikrettiği büyük günahlardan, geriye müslüman bir kimseye iftira atmak, içki içmek, sihirbazlık yapmak, savaştan kaçmak, anne ve babaya karşı gelmek kalır.
Aklı giderici içkiye gelince, onun büyük günahlardan olması gerekir. Şeriatın şiddetli tehditleri ve akıl da bu hükme delâlet eder; zira nefsin korunduğu gibi aklın da korunması gerekir. Çünkü akılsız insanda hayır yoktur. Öyleyse akim içkilerle giderilmesi büyük günahlardandır. Fakat bu durum şarabın bir damlasında cereyan etmez. Bu bakımdan şüphe yoktur ki içinde bir damla şarap bulunan bir suyu içerse, bu büyük günahlardan- olmaz. Ancak necis bir suyu içmiş olur. Şarabın bir damlasının haram olması şüphe yeridir. Şeriat açısından bunun cezayı gerektirmesi, bu husustaki durumun büyük tehlike arzetmesine delâlet eder. Bu bakımdan bu şer’an büyük günahlardan sayılır. Beşeriyetin kuvveti şeriatın bütün sırlarına vakıf olmaya yetmez. Eğer büyük günah olduğunda icmâ sabit olursa, bu icmaya uymak farzdır. Aksi takdirde burada tevakkuf etmeye yol vardır.
Kazfa gelince, kazıfta sadece namuslara sözle saldırmak vardır. Mertebe bakımından haysiyetler, mallardan sonra gelir. Haysiyetlere dokunmanın mertebeleri vardır. O mertebelerin en büyüğü iftira etmek suretiyle ona dokunmaktır. Bunun en büyüğü de zinaya nisbet etmektir; yani kişiye ‘Ey zinakâr demektir. Şeriat bunu çok çirkin ve çok tehlikeli saymıştır. Ashabın haddi gerektiren her şeyi büyük günah saydıklarını galip bir zanla zannediyorum. Bu itibarla beş vakit namaz bu günahı gidermez. İşte büyük günahtan bunu kastediyoruz. Fakat şeriatların onun hakkında ihtilâf etmelerinin mümkün olması bakımından bunu kastediyoruz. Dolayısıyla sadece kıyas, günahın büyüklük ve azametine delâlet etmez. Şeriatın adil bir kişinin, bir insanın zina ettiğine şahidlik edebilmesini ve aleyhinde şahidlik edilene de sadece bu şahidlikle ceza vermeyi reddetmesi caizdir. Eğer şeriat bu adilin şahidliğini kabul etmezse, ona iftira cezasının tatbiki, maslahat açısından, zarurî değildir. Her ne kadar ihtiyaçlar mertebesinde vâki olan zarurî maslahatlardan ise de… Bu bakımdan bu şahidlik, şeriatın hükmünü bilen bir kimsenin hakkında büyük günahlardan sayılır.
Tek başına şahidlik edebileceğini veya başkasının” şahidliğiyle şahidliğini takviye edebileceğini zanneden bir kimseye gelince, böyle bir şahidliğin bu kimse hakkında büyük günahlardan sayılmaması gerekir.
Sihirbazlığa gelince, eğer sihrin içinde küfür varsa sihir büyük günahtır. Aksi takdirde onun günahının büyüklüğü, ondan doğan nefsin helaki, hastalık veya başka bir illet nisbetindedir.
Düşmandan kaçmaya, anne ve babaya karşı gelmeye gelince, kıyas bakımından burada düşünmek gerekir; zira vurmak, mallarını gasbetmek, kendilerini evlerinden, ve vatanlarından çıkarmak suretiyle zulmetmek hariç, bunların dışında her şekille müslümana küfretmenin büyük günahlardan olmadığı’ kesinlikle bilindiği zaman zira daha önce bahsi geçen onyedi büyük günah arasında bunlar yoktur, büyük günahlar hakkında söylenen kabarık rakam da odur burada tevakkuf uzak bir ihtimal değildir.
Fakat hadîsler bunun büyük günah diye adlandırılmasına delâlet eder. Bu bakımdan da büyük günahlar sınıfına girer.
Bu hükmün özeti şuna dönüştü: Biz büyük günahtan, şeriatın hükmüyle beş vakit namazla silinmeyen şeyi kastediyoruz. Bu da namazla giderilen, namazla giderilemeyen ve hakkında tevakkuf edilen diye üç kısma ayrılır:
Hakkında tevakkuf edilen kısmın da bazısı yokluk ve varlığın zannedildiği yerdir. Bazısı da şüphelidir. Bu öyle bir şüphedir ki bunu ancak kitabın veya hadîsin nassı ortadan kaldırır. Bu bakımdan bur da ümit olmadığı için buradaki şüpheyi kaldırmaya uğraşmak boşunadır.
Soru: Yukarıdan beri belirtilen bu hüküm, büyük günahın tarifinin bilinmesinin muhal olduğuna dair delil getirmektir. Bu bakımdan tarifinin bilinmesi cihetiyle muhal olan birşey şeriatta nasıl vârid olur?
Cevap: Dünyada kendisiyle bir hükmün bağlı olmadığı herşeye müphemliğin karışması caiz ve mümkündür; zira teklif evi ancak dünya evidir. Sadece büyük günah ise, büyük günah olmajk hasebiyle dünyada onun hükmü yoktur. Bilakis hırsızlık, zina ve benzerleri gibi ceza gerektiren her günah isimleriyle bilinmektedir. Büyük günahın hükmü beş vakit namazın onun kefareti olmadığı şeylerdir. Bu ise âhiretle ilgili bir durumdur. Bu bakımdan buna müphemlik daha uygundur ki halk korku ve sakınma üzerinde olsun! Beş vakit namaza güvenerek küçük günahlara cüret etmesin!
Böylece büyük günahlardan korunmak da şu ayet mucibince küçük günahların kefareti olur:
Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz.(Nisâ/31)
Fakat büyük günahtan sakınmak, ancak kudret ve iradesiyle olursa, büyük günahın kefareti olur. Bir kadını elde edip onunla zina etmeye gücü yetip buna rağmen nefsini zinadan meneden, sadece bakmakla veya dokunmakla yetinen kimse gibi… Çünkü nefsini zinadan menetmek suretiyle mücâhede etmesi, tesir bakımından kalbinin tenvirinde onu karartmaya yeltenmesinden daha şiddetlidir. İşte kefaretlendirmenin mânâsı budur. Eğer kişi, kadınlarla cinsî münasebet kurmaktan aciz biri ise veya cinsî ilişki kurmaktan imtina etmesi ancak acizliğinden gelen mecburiyetten doğuyorsa veya kudreti olduğu halde, fakat başka bir şeyden korktuğu için imtina ederse, bu şekilde imtina etmesi asla günahının kefareti olmasına elverişli değildir. Kim tabiî olarak şarabı arzulamazsa, eğer şarab kendisine mübâh kılınmış olsa yine de onu içmez. Böyle bir kimsenin şaraptan sakınması, şarabın başlangıcı olan melâhileri ve sazları dinlemek gibi, şarap içmeye sevkeden küçük günahlara, şarap içmeyişi kefaret olmaz. Evet, şaraba ve sazları dinlemeye iştahı çeken, buna rağmen mücâhede yoluyla şaraptan nefsini alıkoyan, fakat saz ve cazları dinleyen bir kimsenin şaraptan nefsini menetmek suretiyle mücâhedesi, çoğu zaman kalbinden saz ve cazları dinlemek masiyetinden yükselen karanlığı siler.
Bu bakımdan bütün bu hükümler âhiretle ilgili hükümlerdir.Bunların bir kısmının şüphe mahallinde kalması caizdir. Bu takdirde şüphelilerden olur. Onun tafsilâtı ancak nass ile bilinir.
Nass ise halen vârid olmamıştır. Bütün cüzleri içine alan bir tarifde yoktur. Aksine çeşitli lâfızlarla vârid olmuştur;
zira EbûHüreyre (r.a) rivayet eder ki Hz. Peygamber (s.a) şöyle bu
yurmuştur:Namaz, namaza kadar (olan günahların) kefaretidir. Ramazan’dan öbür Ramazan’a kadar (olan günahlar)a da Ramazan kefarettir. Ancak üç günahın kefareti olmaz: Allah’a ortak koşmak, Sünnetfi (Hz. Peygamberin yolunu) terketmek, meşrû bir sebep olmaksızın alışverişini bozmak…30
Denildi ki: ‘Sünneti terketmek ne demektir?’ Cevap olarak şöyle denildi: ‘Sünnet ve cemaat ehlinin yolundan çıkmak, demektir’. Alış verişi bozmanın mânâsı ise ‘Aralarında anlaşma yapıldığı halde kılıçla onun karşısına çıkıp kendisiyle harbetmek demektir’ şeklinde yorumlanmıştır. Bu ve benzeri lâfızlar bütün âdetleri kapsayamaz ve bütün cüzleri içine alan bir tarife de delâlet etmez. Bu bakımdan mücmel ve mübhem kalması kaçınılmazdır.
İtiraz: Şahidlik ancak büyük günahlardan sakınan bir kimseden kabul edilir. Şahidliğin kabul edilmesi hususunda küçük günahlardan sakınmak şart değildir. Bu durum dünyanın hükümlerindendir.
Cevap: Biz şahidliğin reddedilmesini büyük günahlara tahsis etmiyoruz. Fakîhler arasında, melâhî aletlerini dinleyenin, ipekli giyenin, altın yüzük takanın, altın ve gümüş kaplarda yeyip içenin şahidliğinin kabul olmayışında ihtilâf yoktur. Oysa hiçbir kimse bu şeylerin büyük günahlardan olduğuna hükmetmemiştir.
İmam Şâfiî şöyle demiştir: ‘Hanefî mezhebinde olan bir kimse ‘Nebiz’ denilen içeceği içtiği zaman ona hadd tatbik ederim. Fakat onun şahidliğini reddetmem’.
Bu bakımdan Şâfiî, hadd (ceza) uygulamak suretiyle nebiz içmeyi büyük günah saymıştır. Fakat bundan ötürü şahidliği reddetmemiştir. Şafiî’nin bu hükmü red veya kabul etmek bakımından şahidliğin, küçük veya büyük günahlar üzerinde döndüğüne delâlet eder. Bütün günahlar adalete olumsuz tesir ederler. Ancak gıybet, tecessüs, su-i zan, bazı sözlerde yalan, gıybet dinlemek, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i an’il-münker’i terketmek, şüpheli malları yemek, evladına ve hizmetkârına küfretmek, öfkelendiğinde maslahattan daha fazla onları dövmek, zâlim sultanlara ikram etmek, fâcirlerle dostluk yapmak, aile ve çocuklarının
dinî şeylerde muhtaç oldukları şeyleri onlara öğretmemek gibi âdetlerde zarurî olarak cereyan eden ve çoğu zaman insanın kurtulamadığı şeyler hariçtir; zira bunlar günahtır ve şahidlik yapan bir fâriıenin bunların azından veya çoğundan kurtulması tasavvur olunamaz. Ancak şahidlik yapan, ihtilâttan uzaklaşır, ahiret İşlerine kendisini adarsa, nefsiyle bir müddet mücâhede edip bilâhare ihtilât etmesine rağmen yine alâmet-i farikası üzerinde durabilir bir kimse ise hüküm değişir. Eğer sadece boyle olanın şahidliği kabul edilirse, o vakit böyle bir şahidin bulunması gayet zor olacaktır. Ahkâm ve şahidlikleri bâtıl olacaktır. İpekli giymek, çalgı aletlerini dinlemek, dama veya tavla taşlarıyla oynamak, içkicilerle beraber içki meclislerinde oturmak,31 nikâh düşen kadınlarla tek başına bulunmak ve bu küçük günahlara benzer günahlar bu türden değildir.
Bu bakımdan şahidliğin kabul veya reddedilişinde bu yolun benzerine bakmak uygundur, günahın küçük veya büyük olmasına değil! Sonra şahidliğinin reddine vesile olmayan bu günahlara devam ederse, muhakkak şahidliğin reddedilmesine tesir eder. Tıpkı gıybeti ve halkın şereflerine leke sürmeyi âdet eden bir kimse gibi… Fâcir kimselerle oturmak, onlarla dost olmak da böyledir. Küçük günah, devamlılık yüzünden, büyür. Nitekim mübâh birşeyin, devamlılık yüzünden küçük günaha dönüştüğü gibi… Satranç oynamak, mübâh şiirleri daimî bir şekilde terennüm etmek, küçük günaha dönüşen şeyler mubahın misalidirler. (Satrançla oynamak, Şafiî’ye göre mekruh, başka imamlara göre bazı şartlarda hai’am Nevevî ‘Eğer namazın geçmesine sebep olursa veya şartla oynanırsa satrançla oynamak haramdır. Eğer bu durum yoksa, Şafiî’ye göre mekruh, diğer imamlara göre haramdır’ demiştir), işte bunlar, küçük ve büyük günahların hükmüdür!
19) İmam Ahmed, Hâkim
20) İmam Ahmed, Hâkim
21) Müslim, (Abdullah b. Amr el-As’tan)
22) Allah’a şirk koşmak, Allah’ın yardımından ümitsiz olmak, rahmetin
den ümit kesmek ve azabından emîn olmak!
23) Allah’a şirk koşmak, evli kadına iftira atmak, mü’mini öldürmek,
savaştan kaçmak, sihirbazlık, faiz ve yetim mah yemek!
24) Ayrıca Mescid-i Haram’da ilhâd yapmak, anne ile babaya karşı gelmek
ten dolayı ağlamaları da eklenmiştir,
25) Kut’ul-Kulûb
26) Deylemî, İmam Ahmed ve Ebû Davud
27) Daha.önce geçmişti.
28)Taberârıî, Evsat
29) Ukaylî, Zuafa; Ebû Bekir b. Lâl, Mekârim’u1-Ahlâk
30) Hâkim, (Ebû Hüreyre’den)
31) İçki meclisinde içkicilerle beraber oturmanın küçük günahlardan olduğu nakledilmiş ve İmam Rafı ile İmam Nevevî de bu hükmü takrir etmişlerdir. (İthaf’us-Saade, VIII/545).
- F) Tevbe Edilen Küçük ve Büyük Günahlar
Tevbe günahın terkidir, Birşeyi terketmek, ancak meydana geldikten sonra mümkündür. Tevbe vâcib olduğu zaman, tevbeye götürecek şey de vâcib olur. Bu bakımdan günahların meydana gelmesi, bu takdirde vâcibdir. Günah, terkinde veya fiilinde Allah’ın emrine muhalif olan şeylerden ibarettir. Bunun tafsilâtı, şer’î teklifleri başından sonuna kadar şerhetmeyi gerektirir. Oysa bu şu anda bizim konumuz değildir. Fakat biz teklifleri toplayan şeylere ve kısımlarının bağlantılarına işaret edelim. Doğru yola rahmetiyle muvaffak eden Allah Teâlâ’dır.
- G) Tevbe Herkese ve Her Hâlükârda Vacibdir
Kur’an’ın zahiri bu hükme delâlet eder; zira Allah Teâlâ umumî olarak şöyle buyurmuştur:
Topluca Allah’a tevbe edin ki felaha eresiniz.
(Nûr/31)
Basiret nuru da insanı bu hükme irşad etmektedir.
Zira tevbenin mânâsı; Allah’tan uzaklaştıran ve şeytana yaklaştıran yoldan dönmek demektir. Böyle bir dönüş, ancak akıllı bir kimse için düşünülebilir. Akıl, ancak şehvet, gazab ve şsytanm insanı aldatma vesileleri olan diğer kötü sıfatların kemâlinden sonra kemâl bulur; zira aklın kemâli ancak yaş kırka geldiği zaman olur. Aklın esası, ancak bulûğa yaklaşıldığında tamamlanır. Onun başlangıcı çoğu zaman yedi seneden sonra belirir. Şehvetler, şeytanın askerleridir. Akıl da meleklerin ordularmdandır. İkisi bir araya geldiğinde mecburî olarak aralarında savaş patlak verir; zira biri diğerinin yanında duramaz. Çünkü birbirine zıddırlar. Bu bakımdan aralarındaki boğuşma, gece ile gündüzün, nur ile zulmetin arasındaki boğuşma gibidir. Biri galebe çaldığı zaman, zarurî olarak diğeri kaçar! Şehvetler çocuk ve gençlerde akim kemâlinden önce yerleştikleri zaman şeytanın orduları gelmiş ve mekânı istilâ etmiş demektir. Kalp bunlara yakınlık göstermiş olur. Şüphesiz ki bu takdirde şehvetlerin isteklerine uyması da normal olur ve bu durum kalbe hâkim olur. Artık kalbin bu durumdan kurtulması zorlaşır. Sonra Allah’ın hizbi ve askeri olan akıl ortaya çıkar ve tedricî bir şekilde dostlarını düşmanların ellerinden ve esaretinden kurtarır. Fuğer akıl kuvvet bulmaz ve kemâle ermezse, kalp memleketi şeytana teslim olur. Şeytan da va’dini yerine getirir! Zira şeytan şöyle demiştir:
Eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen, onun zürriye-tini, pek azı müstesna kandırıp kendime bağlarım.
(îsra/62)
Eğer akıl kemâle erip kuvvetlenirse, onun ilk meşgalesi şehvetleri kırmak, âdetlerden ayrılmak, tabiatı cebr yoluyla ibâdetlere zorlamak suretiyle şeytanın ordularını yok edip uzaklaştırmak olur. Tevbenin mânâsı bundan başka birşey değildir. Böyle olmasının isbatı da şehvetten, rehberi şeytan olan bir yoldan dönüp Allah’ın yoluna yönelmektir.
Varlık âleminde hiçbir insan yoktur ki şehveti aklından önce şeytanın silahı olan tabiatı, meleğin silahı olan tabiattan önde bulunmasın. Bu bakımdan şehvetlerin gücünü artıran yoldan dönüş, ister peygamber olsun, ister ahmak bir kimse, her insan için zaruridir. Zannetme ki bu zaruret sadece Âdem’in özelliğidir.
Sakın sanma ki hilekârlık sadece Hind’indir. Her güzelin tabiatı Hind’in tabiatı gibidir.
Bu durum ezelî bir hükümdür. İnsan cinsine farz kılınmıştır. Bu, hiç kimsenin değişmesini ümit etmediği ilâhî kanun değişmedikçe bu farzın hilâfî mümkün değildir. Bu bakımdan kim kâfir ve cahil olduğu halde bülûğ çağma ererse, cehaletinden ve küfründen tevbe etmesi farzdır.
Ne zaman annesine ve babasına tâbi olarak ve İslâm’ın hakikatinden gafil bulunarak müslüman olduğu halde bâliğ olursa, bu sefer İslâm’ın mânâsını anlamak suretiyle gafletinden tevbe etmesi farzdır; zira kendisi müslüman olmadıktan sonra, anne ve babasının müslüman oluşu kendisine fayda sağlamaz. Eğer bunu anlarsa, âdetinden ve önleyici olmaksızın şehvetlerin arkasında koşmasından, Allah’ın menetmek, bırakmak, ayrılmak ve başıboş gitmek hususundaki sınırlarına dönmekle tevbe etmesi farzdır. Bu şekilde tevbe etmek, tevbe kapılarının en zorudur. Burada insanların çoğu helâk olur; zira bu tevbeyi elde etmekten aciz kalmışlardır. Bütün bunlar, dönüş ve yakınlıktır.
Bu bakımdan bu durum tevbe’nin her insan için farz-ı ayn olduğuna delalet eder. Hiçbir insanın tevbeye muhtaç olmadığı düşünülemez. Nitekim Adem’in (a.s) tevbe etmekten müstağni olmadığı gibi… Öyle ise babanın müstağni olmadığı bir şeyden evlat da müstağni olamaz.
Tevbefnin daima ve her durumda yapılmasının farziyeti şu demektir: Hiçbir insan günahsız değildir; zirâ peygamberler bile bu zellelerden kurtulamamıştır.
Nitekim Kur’an’da ve hadîslerde peygamberlerin bu zellelerden tevbelerinden ve hatalarından ötürü ağlamalarından haber verilmektedir. Eğer azaların günahından bazı durumlarda kurtulursa, kalp ile günahları arzu etmekten kurtulamaz.
Eğer kalp de bazı durumlarda günahları arzulamaktan kurtulursa, Allah’ın zikrinden gaflet ettiren şeytanın vesveselerinden kurtulamaz.
Eğer bundan da kurtulursa Allah, Allah’ın sıfatları ve fiilleri hakkındaki ilim hususunda kusur ve gafletten kurtulamaz. Bütün bunlar, eksikliktir. Bunun sebepleri vardır. Sebeplerin zıdlarıyla meşgul olmak suretiyle sebepleri terketmek, onun zıddına dönmek demektir. Tevbeden de maksat dönüştür. Hiçbir insanın bu eksiklikten uzak olması düşünülemez. Ancak insanlar miktar hususunda birbirlerinden ayrılır. Asıl ise bütün insanlarda vardır. Bunun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur.
Benim de kalbimin üzerine pas çöker. Öyle ki gece ve gündüz yetmiş defa Allah’tan af talebinde bulunurum.
Bunun için Allah Teâlâ, peygamberine şöyle demek suretiyle ikramda bulunmuştur:
Öyle ki Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlayıp üzerindeki nimetini tamamlayacak ve seni dosdoğru bir yola iletecektir.
(Fetih/2)
Hz. Peygamber’in’ yüce makamına rağmen hali bu olursa, acaba başkasının hali ne olacaktır?
Soru: Kalbe gelen şeylerin eksiklik olduğu gizli değildir. Kemâl bunlardan uzak olmaktadır. Allah’ın celâlinin marifetinde kusur da eksikliktir. Mârifet arttıkça kemâl artar. Eksikliğin sebeplerinden kemâle yönelmek dönüştür. Dönüş de tevbedir. Fakat bunlar farzlar değil de faziletlerdir. Sen tevbe’nin her durumda vâcib olduğunu mutlak bir şekilde söyledin. Oysa bu gibi şeylerden tevbe etmek farz değildir; zira kemâlin idrâki şer’an vâcib değildir. Bu bakımdan senin ‘tevbe her durumda vâcibdir’ sözünden maksad nedir?
Cevap: Daha önce insanın yaratılışının gereği olarak şehvetlere uymaktan kurtulamayacağı söylenmişti. Tevbe’nin mânâsı; sadece şehvetleri terketmek değildir.
Aksine tevbe’nin tamamlanması, geçmişi tamamiyle telâfi etmekle olur. İnsanın peşinden sürüklendiği her şehvetten bir karanlık insanın kalbine yükselir.
Nitekim insanın nefesinden berrak aynaya buharın yükseldiği gibi… Eğer şehvetlerin karanlığı birikirse, (kalp üzerinde) ‘Reyn’ denilen pas olur. Nefesin buharının aynada biriktiği zaman lekeye dönüştüğü gibi… Nitekim Allah Teâlâ şöjde buyurmuştur:
Hayır! Doğrusu onların kazandıkları günahlar kalplerini kaplamıştır.
(Mutaffifîn/14)
Bu bakımdan ‘reyn’ (pas) biriktiği zaman mühre dönüşür. Aynanın yüzündeki buhar gibi o mühürle kalp mühürlenir. Birikip zaman uzadıkça, demirin içine işler, onu ifsâd eder.
Artık ondan sonra işlem kabul edemez hale gelir, pastan mühürlenmiş gibi olur. Şehvetlerin arkasında gitmeyi terketmek de kâfi gelmez. Kalpte tabiatlaşan o pasların silinmesi lâzımdır.
Nitekim eğer aynada tabiîleşen kirler silinmezse, sadece buharları silmenin kâfi gelmediği gibi. Günahlar ve şehvetlerden kalbe zulmet yerleştiği zaman da durum böyledir. Bu bakımdan kalbe ibadetlerden bir nur yükselir. O ibadetlerin nuruyla nıâsiyetin zulmeti silinir.
Buna Hz. Peygamberin şu hadîsi işaret etmektedir:
Günahın ardından sevab işle ki sevab günahı silip yok etsin!
O halde kul kalbinden günahların eserlerini, sevap işleyerek silmekten müstağni değildir. Bu hüküm önce saflaşan sonra ârızî sebeplerle kararan kalp için sözkonusudur. İlk cilalama uzun sürer; zira aynadan pası silmek hususunda cilalama ile meşgul olmak, aynanın aslıyla meşgul olmak değildir. Bunlar uzun uzadıya meşguliyetlerdir. Asla sonu ve ardı gelmez. Bütün bunlar tevbeye dönüşür.
Senin ‘Boyle bir tevbeye farz denilmez. Aksine o fazilet ve kemâli talep etmektir sözüne gelince, bil ki vâcib’in iki mânâsı vardır.
Birincisi şeriat sahasına giren ve bütün halkın ortak olduğu vâcibdir. Eğer bütün halk onunla meşgul olursa âlem harap olmaz. Bu bakımdan eğer bütün insanlar hakkıyla Allah’tan ittika etmekle mükellef olursa, hepsi maişeti terkedip dünyayı tamamen bırakırlar. Sonra bu durum takvanın iptaline yol açar; zira maişetler fesada uğradığı zaman, hiç kimse takva için çalışmaya vakit bulamaz. Örücünün, çiftçinin, fırıncının ihtiyacını kazanmak için meşguliyeti bütün hayatını kapsar. Bu bakımdan bütün bu dereceler farz değildirler.
Vacibin ikincisi; âlemlerin rabbinden matlûb olan yakınlığa varmak için sıddîklar arasında Makâm-ı Mahmud’a. ermek için gerektir. Makâm-ı Mahmûdfa ulaşmak için, bizim söylediklerimizin tamamından tevbe etmek vâcibdir.
Nitekim nafile namaz için abdest almak vâcibdir; zira nafile namaz kılmak ancak taharetle mümkündür. Fakat nafile namazın faziletinden mahrum kalmaya razı olan bir kimseye nafile namaz için abdest almak vâcib değildir.
Nitekim göz, kulak, el ve ayak, insan varlığında şarttır; yani onunla dünyada yüksek derecelere varmak ve kâmil bir insan olmak isteyen bir kimse için şarttır. Hayatın aslıyla kanaat eden, şiş üzerindeki bir et parçası gibi olmaya, atılmış bir paçavra gibi olmaya razı olan bir kimse için ise, ne göz, ne el ve ne de ayak şart değildir. Bu bakımdan ammenin fetvasına dahil olan vâcibler ile ancak kurtuluşun aslına varılır. Kurtuluşun aslı hayatın aslı gibidir. Kurtuluşun aslından öte bulunan saadetler ki hayat onlarla sonuçlanır ve o saadetler hayatın tanziminde gereken alet ve azaların yerine geçer. Enbiya, evliya, ulema ve üstün olan insanlar burada gayret göstermişlerdir. Onların hırsları bu noktaya yönelir. Onların gayreti bunun etrafında döner. Onlar bunun için dünya lezzetlerini tamamen terkederler.
Hz. İsa (a.s) bir taşı yastık yaptı. Şeytan ona gelerek şöyle dedi:
– Sen ahiret için dünyayı terketmemiş miydin?
– Evet, ne olmuş?
– Şu taşı yastık yapman, dünyada nimetlenmendir. Sen neden
başını yere koymuyorsun?
Bunun üzerine Hz, İsa (a.s) taşı atarak başını toprağa koydu.
Taşı atışının sebebi, o faydalanmadan tevbe etmektir. Hz. İsa’nın umumî fetvalarda başını toprağa koymanın vâcib olmadığını bilmediğini mi sanıyorsun? Nakışlı elbise, namazda Hz. Peygamberi meşgul ettiği zaman onu çıkarıp attığında, yenilediği pabucunun bağı kendisini meşgul ettiği zaman, eski pabucunu giydiğinde, bütün kullar için getirmiş olduğu şeriatta böyle yapmanın vâcib olmadığını bilmediğini mi sanıyorsun? Mâdem ki bunu biliyordu, o halde terketmek suretiyle neden bundan tevbe etti? Onun böyle yapması, o elbise veya pabucun kalbinde kendisine va’dedilen Makâm-ı Mahmûd a varmasını engelleyici bir tesir bıraktığını görmesinden ileri geliyordu.
Hz. Ebubekir’in (r.a) sütü içtikten ve bunun uygun olmadığını bildikten sonra parmağını boğazına sokup, zorla içtiği sütü dışarı çıkarmanın fıkhı hükmünü bilmediği için mi boyle yaptığını sanıyorsun? İçtiği sütle günahkâr olmadığını bilmiyor muydu? İçtiği sütü çıkarmasının farz olmadığını bilmiyor muydu? Bunları bildiği halde neden içtiği sütü dışarı çıkararak tevbe etti? Bu tevbe onun göğsünde yerleşen bir sırdan ileri geliyordu. O sır ona avamın fetvasının başka bir husus olduğunu, âhiret yolunun tehlikesini ise, ancak sıddîklarırı bileceği hikmetini anlatmıştır. Bu bakımdan sen, Allah’ın bütün mahlûkundan daha fazla Allah’ı, Allah’ın yolunu, mekrini, Allah’a güvenerek gurura kapılmanın gizli yerlerini bilen bu kimselerin” durumunu düşün! Dünya hayatının seni aldatmasından sakın! Bir milyon defa sakın ki şeytan seni amelsiz Allah’a güvendirip aldatmış olmasın!
Kim bu sırların kokularının başlangıçlarını ‘koklarsa bilir ki nasûh tevbe’nin lüzumu Allah yolunda giden kula her nefesinde lâzımdır.
İsterse bu kul Nuh gibi uzun yaşamış olsa bile tevbeyi ihmal etmemenin, çok çabuk olarak tevbe etmenin vâcib olduğunu bilir.
Ebû Süleyman Dârânî pek doğru söylemiştir: ‘Eğer akıllı insan, geri kalan hayatında sadece ibadetlerin dışında geçen ömrü için ağlarsa, bu ölüme kadar üzülmesine kâfi gelir. Acaba kalan ömrünü, cahilce geçirdiği hayatı gibi geçirenin hali nasıl olur?’
Ebû Süleyman bunu şu hikmete binaen söylemiştir: Akıllı bir kimse, bir cevheri elde ettiği ve o cevher fayda vermeksizin zayi olup gittiği zaman, şüphesiz buna üzülür» Eğer o cevher elinden çıkıp ve onun çıkışı ela helâk olmasının sebebini teşkil ederse, bu takdirde o cevherden ötürü daha fazla üzülmesi gerekir. Oysa hayatın her saati, her nefesi bir cevherdir. Onun yerini dolduracak birşey yoktur.
Çünkü o seni ebedî saadete erdirmeye, ebedî azaptan kurtarmaya yarar. Acaba böyle bir cevherden daha güzel bir cevher olabilir mi? Bu cevheri gaflet içerisinde zayi ettiğin zaman, apaçık bir zarardasın. Onu günaha sarfettiğin zaman kötü bir şekilde helak olursun. Eğer bu musibetten ötürü ağlamıyorsan bu senin cehaletinden ileri gelmektedir. Cehaletinden dolayı gelen musibet öbür musibetinden daha büyüktür. Fakat cehalet musibe-tiyle müptelâ olan onun musibet olduğunu bilmez; zira gaflet uykusu cehaletle nefsi arasına girer.
Hz. Ali’den şöyle rivayet edilmiştir: ‘İnsanlar uykudadırlar. Öldükleri zaman uyanırlar. O zaman her müflisin iflâsı, her mu-sibetzedenin musibeti kendisine görünür. Oysa telâfi etmek imkânı da insanlardan kaldırılmıştır’.
Ariflerden biri şöyle demiştir: ‘Ölüm meleği kula göründüğü
zaman, ona ‘Senin bir saatlik ömrün var. Sen göz açıp kapatacak
kadar bile o saatten geri kalmazsın’ der.
Buna binaen kulun esef ve hasreti öyle bir şekilde belirir ki eğer dünya bütünüyle onun olsaydı bu hasretten kurtulmak için onu vermekte tereddüt etmez, o kalan saatine başka bir saati eklemek için derhal bütün dünyayı bu müddet içinde nefsini kınamak için verirdi. Böylece eksikliğini telâfi etmek isterdi. Oysa artık böyle bir imkânı elde edemez.
İşte Allah Teâlâ’nın şu ayetinin işaret ettiği ilk mânâ budur:
Artık kendileriyle (dünyaya dönüş) arzularının arasına engel çekilmiştir.
(Sebe/54)
Sizden birinize olum (alâmetleri) gelip de ‘Ey rabbim! Beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka versem ve sa-lihlerden olsam!’ demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayın. Allah bir kimseyi eceli geldiği zaman asla geciktirmez ve Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
(Münâfikûn/10-11)
Denildi ki: Kulun Allah’tan istediği yakın zamanın mânâsı; kula perde aralandığı zaman şöyle demesidir:
– ey ölüm meleği! Benim ecelimi bir gün tehir et ki o günde
rabbimin huzuruna özrümü arzedeyim, tevbe edeyim. Nefsim için sâlih bir ameli azık edineyim.
– Günleri tükettin, artık günün yoktur!
– Öyle ise bir saat beni tehir et!
– Saatleri tükettin artık saatin yok!
Bu bakımdan kulun yüzüne artık tevbe kapısı kapatılır. Can boğaza dayanır. Nefesleri boğazının kemikleri arasında yükselip alçalır. Geçmişi telâfi etmekten ümitsiz olmanın acısını duyar. Hayatının zayi olmasından ötürü pişmanlık ateşini tadar durur.
Bu hallerin sadmelerinde imanın esası sarsılır! Canı çıktığı zaman eğer daha önce Allah Teâlâ’dan kendisi hakkında en iyi amel sebkat etmiş ise ruhu tevhid üzerine çıkar.
İşte güzel son budur. Eğer kaza ve kader onun hakkında şekavetle sebkat etmiş ise, ruhu şek ve ızdırap üzerinde çıkar. İşte bu da kötü sondur.
Yoksa kötülükler yapıp yapıp da nihayet ölüm kendilerine gelip çatınca ‘Ben şimdi tevbe ettim?’ diyenlere ve kâfir olarak ölenlere tevbe yoktur,
(Nisa/18)
Allah’a göre şu kimselerin tevbesi makbuldür ki cahillikle bir kötülük yapıp hemen ardından dönerler.(Nisa/17)
Bu ayetin mânâsı; hatayı işlediği halde hatasından pişman olması, onun eserini hemen akabinde yapmış olduğu bir hasene (sevab) ile daha pas kalbin üzerine yerleşip silinmeyi kabul etmeden önce silmesi demektir.
Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Günahın hemen akabinde sevap işle (ki o sevap) o günahı silsin!
Bu sırra binaen Lokman Hakîm, oğluna *Ey oğul! Sakın tevbeyi geciktirme! Zira ölüm ansızın gelir! demiştir.
Kim acele tevbe etmeyi ‘sonra yaparım’ diye terkederse, o iki büyük tehlike arasında kalır: Birincisi günahlardan gelen bir karanlığın onun kalbinin üzerine yerleşmesidir ki artık pas ve tabiat olur ve silinmeyi kabul etmez. İkincisi, hastalığın veya ölümün gırtlağına sarılması ve dolayısıyla günahı mahvetmeye fırsat bulamamasıdır.
Ateş ehlinin bağırmasının çoğu, tevbeyi geciktirmelerinden ileri gelir.9
Bu bakımdan helâk olan bir kimse ancak tevbeyi geciktirmeden helâk olur. Öyleyse tevbeyi geciktirmenin kalbi karartması önce, ibâdet ile parlatılması ise sonradır.
Bu durum böyle devam eder. Sonunda ölüm ansızın gelir, yaka paça götürür ve dolayısıyla temiz olmayan bir kalp ile Allah’ın huzuruna varır. Oysa ancak temiz bir kalp ile Allah’a varan kurtulur. Öyleyse kalp, Allah’ın kul yanındaki emanetidir. Ömür de Allah’ın kul nezdinde emanetidir. İbadetlere vesile ve âlet olan diğer şeyler de böyledir. Bu bakımdan emanete hainlik yapan ve hainliğini telâfi etmeyenin durumu tehlikelidir.
Ariflerden biri şöyle demiştir: Elbette Allah Teâlâ kuluna iki sırrı tevdi buyurmuştur. İlham yoluyla o sırlarını kuluna fısıldar!
1. Annesinin karnından çıktığı zaman ona der ki: ‘Ey kulum!
Seni dünyaya tertemiz çıkardım. Emrimi sana emanet bıraktım.
Seni bu emaneti korumak hususunda emin saydım. Bu bakımdan
emaneti nasıl koruyacağını iyi düşün! Benimle nasıl mülâki
olacağını da iyi (düşün)!’
2. Ruhu çıktığı zaman ona der ki: ‘Ey kulum! Senin nezdindeki
emanetim hakkında ne yaptın? Aramızdaki söze riayet ettin mi?
Benimle mülâki olacağın güne kadar onu korudun mu? Eğer
emanetimi koruduysan ben de va’dimi îfâ etmek suretiyle seni
karşılayayım. Eğer emanetimi zayi ettiysen ben de o emaneti sen
den istemek ve ceza vermek suretiyle seni karşılayayım!’
Nitekim Allah Teâlâ’nın şu ayetinde buna işaret vardır:
Siz, benim ahdime vefa edin ki ben de ahdinize vefa edeyim,
(Bakara/40)
Onlar ki emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler,
(Mü’minûn/8)
9) Irâkî aslına rastlamadığını kaydetmektedir.
- H) Tevbe’nin Deva Olması ve Günahta Israr Düğümünün Çözülmesi
İnsanlar iki kısımdır:
Birincisi: Hevasına uymayıp, kötülüklerden kaçan ve iyiliklere devam eden gençtir. O genç hayırlar üzerinde ve şerden korunma atmosferinde büyümüştür. Bu genç hakkında Hz. Peygamber şöyle demiştir:
Gençliğin taşkınlığına kapılmadan kendini ibadete verip isyan etmeyen gence, Allah Teâlâ hayranlık duyar.77
Böyle genç pek ender bulunur.
İkinci kısım: Günah işlemekten uzak değildir. Sonra bunlar da günahlarda ısrar edenler ile günahlardan tevbe edenler diye iki kısma ayrılırlar. Bizim buradaki gayemiz ısrar düğümünü çözmekteki tedavi formülünü ve buradaki devayı zikretmek ve belirtmektir.
Tevbe’nin şifası, ancak ilacı ile hasıl olur. Hastalığı teşhis etmeyen ilacı tayin edemez; zira ilacı bilmek, hastalık sebeplerini ve zıdlarmı bilmektir. Bu bakımdan bir sebepten meydana gelen hastalığın devası; o sebebi çözmek, kaldırmaktır. Birşey ancak zıddıyla iptal edilir. Israrın sebebi gaflet ve şehvettir. Gaflete ancak ilim zıd düşer. Şehvete de şehveti tahrik eden sebeplerin kesilmesine sabır göstermek zıd düşer. Gaflet, günahların başıdır.
Onlar, Allah’ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. İşte bunlar gafil olanlardır. Elbette onlar âhirette hüsrana uğrayacaklardır.(Nahl/106-109)
Bu bakımdan tevbe’nin devası, ancak ilmin tadından ve sabrın da acılığından yoğurulmuş bir macundur. Nasıl ki Sekencebin denilen madde şekerin tatlılığı ile sirkenin ekşiliğinden meydana geliyorsa ve bu maddelerin karışımı ile tedavi yapıldığında herbirinden başka bir maksat beklenir.
Çünkü safrayı tahrik eden sebepleri yok eder. işte aynen bunun gibi, kalpte bulunan ‘ısrar hastalığının’ ilâcını anlamak gerekir. Madem ki durum budur, o halde bu ilacın iki aslî maddesi vardır. Onların biri ilim, diğeri sabırdır. Elbette bunların ikisinin beyanı da lâzımdır.
Soru: Her ilim ısrar düğümünü çözmeye elverişli midir yoksa özel bir ilim mi lâzımdır?
Cevap: İlimlerin tümü, kalplerin hastalıklarına devadırlar. Fakat her hastalığın özel bir ilmi vardır. Tıp ilminin özel olarak, hastalıkların tedavisine mahsus olması gibi. Her illetin özel bir ilmi vardır. Günahta ısrar etmenin devası (veya hastalığı) da böyledir. Bu bakımdan biz, beden hastalıklarının durumuna göre o ilmin özelliğini zikredelim ki anlayışa daha yakın olsun. Hasta bir kimse, birkaç şeyi tasdik etmey muhtaçtır.
Birincisi, hastalığın ve sıhhatin birtakım sebeplerinin olduğunu kendi ihtiyarıyla o sebeplere müsebibleri tarafından tertiplendiği üzere vâsıl olunduğunu, tasdik edip doğrulamaktır. Bu inanç tıbbın aslına olan inançtır; zira tıbba inanmayan bir kimse, ilâçla meşgul olmaz. Böyle bir kimseye helâk gerekli olur. Bizim tedkik ettiğimiz hususta bunun karşılığı şeriatın esasına iman etmektir.
Şöyle ki: Ahiretteki saadetin bir sebebi vardır. O da ibadet ve itaattir. Şekavetin de bir sebebi vardır. O da günah ve isyandır. İşte bu, şeriatların aslına iman etmenin ta kendisidir. Böyle bir imanın, ya tahkik veya taklid yönünden hâsıl olması lâzımdır. Bu iki çeşit de imanın cümlesindendir. (Bu hüküm, ehl-i sünnet mezhebine ve taklidî imanın sahih olduğuna bînaendir).
İkincisi, hasta olan kimsenin belli bir doktor hakkında tip ilmini bildiğine, o ilimde mahir olduğuna, hile yapmadığına kesinlikle inanmasıdır; zira hastanın bu tür bir inancı olmadıktan sonra, sadece tıbbın aslının varlığına inanması, kendisi için fayda vermez. İncelediğimiz konuda bunun karşılığı Hz. Peygamberin bütün söylediklerinin hak ve doğru olduğuna, içinde yalan olmadığına iman etmektir.
Üçüncüsü, elbette hastanın, doktorun kendisine sakıncalı gösterdiği meyveler ve çoğu zaman zarar verici sebepler hususunda doktora kulak vermesi lâzımdır ki korunmayı terketmesi hususunda korku kendisine galip gelsin ve dolayısıyla korkunun şiddeti kendisini korumaya ve perhiz yapmaya şevketsin. Dinde bunun karşılığı, takvaya teşvik eden, günah işlemeyi ve hevaya tâbi olmayı sakıncalı gösteren ayetlere ve hadîslere kulak vermektir.
Bunlardan kulağına geleni, şeksiz ve şüphesiz doğrulamaktır ki tedavide son temel olan ve sabretmeye sebep olan bir korku meydana gelsin.
Dördüncüsü, hastalığına mahsus hususlarda ve bizzat perhiz edeceği hususta kendisine lâzım olan şeylerde doktora kulak vermesidir ki doktor ona önce fiillerinden ve hallerinden, yiyeceğinden ve içeceğinden kendisine zarar vereni tafsilatlı bir şekilde tanıtsın.
Bu bakımdan her hastaya herşeyden perhiz etmek gerekmez ve her ilâcı almak fayda vermez. Aksine her özel illetin özel bir ilmi, özel bir ilâcı vardır. Dinde bunun misali, her kul, her şehvetle mübtelâ olmaz. Her günahı işlemez. Aksine her mü’minin özel bir günahı veya özel olan günahları vardır. Onun hâlihazırda onların günah olduğunu bilmeye ihtiyacı vardır. Sonra onların âfet ve zararlarının miktarını bilmeye ihtiyacı vardır. Sonra onlara sabretmenin nasıl olacağını, daha sonra da onlardan daha önce işlediklerini nasıl telafi edeceğini bilmeye ihtiyacı vardır. İşte bunlar birtakım ilimlerdir. Din tabibleri ancak bu ilimleri bilir ve bu ilimler onların ihtisas sahasıdır. Onlar peygamberlerin vârisleri olan âlimlerdir. Bu bakımdan âsi bir kimse, eğer günahını bilirse ona, doktordan ilâç talep etmek gerektir. Doktor da âlimdir. Eğer yapmış olduğunun günah olduğunu bilmezse, âlimin onu ikaz etmesi lâzımdır.
Her âlim bir iklimi veya bir beldeyi veya bir mahalleyi veya bir mescidi (bir meşhedi)78 gözetmelidir. Buraların ehline dinlerini öğretmelidir. Onlara zarar vereni, fayda verenden ayırmalıdır. Saadeti gerektirenden şekaveti gerektireni ayırmalıdır. Onlar kendisinden gelip soruncaya kadar ses çıkarmaması uygun değildir. Aksine halkı, dinlerini sormak için davet etmesi gerekir. Çünkü âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler halkı cehaletleriyle başbaşa bırakmamışlardır. Aksine halkın toplantı yerlerine gidip Allah’a çağırmışlardır. Başlangıçta halkın kapılarınım gezmiş, onları teker teker aramış, irşad etmişlerdir; zira kalpleri hasta olanlar hastalıklarını bilmezler. Yanında ayna olmayanın yüzündeki alacalığı bilmediği gibi… Bu vazifeyi yapmak bütün âlimler için farz-ı ayn’dır.
Bütün sultanlara (idarecilere) her köşe, her mahalleye dindar” bir fakîhi tayin etmek, o fakîhin halka dinlerini öğretmesini temin etmek gerekir; zira insanlar cahil olarak doğarlar. Mutlaka dinin aslında, ferinde onlara daveti tebliğ etmek gerekir. Dünya hastalar evidir; zira yeryüzünün karnında ölüler, sırtında da hastalar vardır. Kalp hastaları beden hastalarından daha fazladırlar. Alimler doktorlardır. Saltanat sahipleri de hastahaneleri yapıp düzenleyenlerdir. Bu bakımdan âlimlerin tedavisini kabul etmeyen bir hasta, sultana, şerrinden emin olunmak için teslim edilir. Tıpkı doktorun perhiz yapmayan bir hastayı veya deli olan bir hastayı zincirlerle bağlamak ve kelepçe vurmak için hastabakıcılarına teslim edip onun şerrini hem kendisinden, hem de diğer insanlardan menettiği gibi… Kalp hastalarının beden hastalarından daha fazla olmaları üç illetten ileri gelir:
Birincisi; hasta kimse, hasta olduğunu bilmez.
İkincisi; onun neticesi bu âlemde (gözle) görülmez. Fakat beden hastalığı böyle değildir. Onun sonucu gözle görülen bir ölümdür. Tabiat bu ölümden ürker. Ölümden sonraki durum güzel görülmemektedir. Günahların sonu kalbin ölümüdür! Bu ise, bu âlemde görülmez.
Bunun için günah işleyen bildiği halde yine de günahlardan ürkmez. Bu sırra binaen günahkârın kalp hastalığında Allah’ın faziletine yaslandığını, bedenin hastalığını te
davi etmekte, hiçbir şeye yaslanmadan var kuvvetiyle gayret sar-fettiğini görürsün.
Üçüncüsü ki müzmin bir hastalıktır doktorun olmamasıdır; zira doktorlar âlimlerdir.
Şu asırda âlimler şiddetli bir hastalığa tutulmuşlardır! Kendi hastalıklarını tedavi etmekten aciz kalmışlardır. Hastalığın umumî olması onlar için bir teselli olmuştur.
Böylece eksikleri ortaya çıkmaz. Bundan dolayı onlar halkı dalâlete götürmeye vc halkın hastalığını artıran şeyleri halka işaret etmeye mecbur oldular; zira helâk edici hastalık, dünya sevgisidir. Oysa bu hastalık doktorlara (âlimlere) galip gelmiştir! Onlar artık halkı bundan sakındırmaya güç yetirememektedirler. Kendilerine ‘Size ne oluyor ki ilâcı (ve tedaviyi) emrediyor, nefislerinizi unutuyorsunuz’ denmesinden çekinerek bunu yapmamaktadırlar! Bu sebepten ötürü hastalık halk arasında umumîleşti, veba büyüdü, tedavinin sonu kesildi. Doktorların (âlimlerin) olmamasından dolayı halk helâk oldu. Aksine (âlimler) doktorlar idlal etmenin (saptırmanın) ilimlerini elde etmekle meşguldürler. Keşke onlar, konuşmayıp susmuş olsaydılar. Çünkü onlar konuştukları zaman, ancak halk tabakasını tergib eden ve halkın kalbini kendilerine celbeden noktalarla ilgilenirler. Onlar bu hedefe ancak ümit vermek, ümidin sebeplerini korku sebeplerinden daha galip göstermek, rahmetin delillerini zikretmekle varabilirler. Zira bunları zikretmek kulaklara daha hoş ve tabiatlara daha hafif gelir.
Böylece halk, vaaz meclislerinden, günaha cüretkârlık yapmayı. Allah’ın faziletine fazlasıyla güvenmeyi öğrenerek dağılırlar. Ne zaman doktor cahil veya hain olursa, tedavi ile helâk eder. Çünkü ilâcı yerinde kullanmaz. Bu bakımdan ümit ve korku iki ilâçtırlar.
Fakat bu iki ilâç, illetleri zıd olan iki şahıs içindirler. Korkudan ötürü, dünyayı tamamen terkeden, nefsine gücü yetmeyeceği şeyleri yükleyen ve nefsini tamamen daraltacak derecede korku kendisine galip gelen bir kimseye ümit vermek gerekir. Çünkü o korku ancak bununla kırılır, itidale dönebilir.
Böylece günahlarda ısrar edip tevbe etmek isteyen fakat ümitsizliğe ve daha önce yapmış olduğu günahlarını büyük saymaktan dolayı ye’se kapılıp tevbeden uzak duran bir kimse de ümitle tedavi edilir ki tevbe’ııin kabulü hususunda ümitvar olup tevbe etsin!
Ümidin sebeplerini zikretmeden önce, günahlara alabildiğine dalan ahmaklığın tedavisine gelince, bu tedavi şifayı talep etmek gayesiyle fazlasıyla bal alıp tansiyonu yükselen bir kimsenin durumuna benzer. Bu, cahil ve ahmakların âdetidir, Madem ki durum budur, o halde doktorların fesadı (hastalığı) asla tedavi kabul etmeyen müzmin ve öldürücü bir hastalıktır.
Soru: Vaizin halkla beraber vaazda tâkib edeceği yolun ne olduğunu zikreder misiniz?
Cevap: Bu, oldukça uzar. Bunu saymak mümkün değildir. Evet! Israrın düğümünü çözmekte ve halkı günahları terketmeye teşvik etmekte fayda veren şeylere işaret edelim. Bunlar dört şeydir:
1) Günahkârları korkutan Kur’ân ayetlerini, hadîslerde ve eserlerde vârid olup inzâr edici rivayetleri zikretmektir.
Hiçbir gün ve hiçbir gece yoktur ki iki melek, dört sesle, bir birlerine cevap vermesin. Onlardan biri der ki: ‘Ah ne olurdu, keşke bu halk yaratılmasaydı!’ Diğeri ‘Ah ne olurdu,
keşke bu halk yaratıldıkları zaman niçin yaratıldıklarını bilmiş olsaydılar’. Başkası der ki: ‘Ah, ne olurdu, keşke onlar ne için yaratıldıklarını bilmediklerinde bâri bildikleriyle
amel etmişlerdir.
Hadîs bazı rivayetlerde şöyledir: ‘Keşke onlar bir arada otur-saydılar. Bildiklerini müzakere etseydiler Diğeri der ki: ‘Ah, ne olurdu, keşke onlar bildikleriyle amel etmedikleri için bari amel ettiklerinden tevbe etseydiler’.79
Seleften biri şöyle der: “Kul günah işlediği zaman, sağ tarafındaki meleği, sol taraftaki meleğin âmiri olduğu için ona şöyle emreder: ‘Altı saat o günahı yazma!’ Eğer tevbe eder, istiğfarda bulunursa o günah defterine yazılmaz. Eğer istiğfar etmezse, altı saatten sonra, o günahı yazar”.
Yine seleften bir zat şöyle demiştir: Kul günah işlediği zaman üzerinde bulunduğu yer kendisini yutmak hususunda izin ister! Üstünde bulunan semâ parçalanıp üzerine düşmek hususunda izin ister! Allah Teâlâ yer ve göğe der ki: ‘Benim kulumdan uzak durunuz! Ona mühlet veriniz! Zira onu siz yaratmış değilsiniz. Eğer siz onu yaratmış olsaydınız muhakkak ona şefkat gösterirdiniz. Kulumun bana dönüş yapması umulur, o zaman ben de onu bağışlarım. Umulur ki kulum, yaptığı günahın yerine sâlih bir amel işler, ben de o kötülüğü iyiliklere tebdil ederim’.
Andolsun ki zeval bulurlarsa onları O’ndan başka kimse tutamaz. Gerçekten O halîmdir azap için acele etmez! Çok bağışlayıcıdır.(Fâtır/41)
Mühür, arşın ayaklarından birine (veya ayağına) asılıdır. Allah’ın yasakları, ihlâl edildiği, haramları helâl sayıldığı zaman, Allah o mührü gönderir, kalplerin içindeki şeylerle beraber kalpleri onunla mühürler.80
Kalp, açık bir el gibidir. Ne zaman kul bir günah işlerse bir parmak kapanır. Bütün parmaklar kapanmcaya kadar kalbin açıklığı devam eder, Bütün parmaklar kapandığında kalp kapanır. İşte mühür bunun ta kendisidir.81
Hasan Basrî şöyle demiştir: ‘Kul ile Allah arasında günahlardan malûm bir hudûd vardır. Kül o hududa vardığı zaman, Allah onun kalbini mühürler. Ondan sonra da onu hayra muvaffak etmez’.
Tevbe edenlerin övülmesi ve günahkârların kötülenmesi hususunda sayılmayacak kadar hadîs ve eser vârid olmuştur. Bu bakımdan vâiz bir kimse, eğer Hz. Peygamberin vârisi ise, bu haber ve eserlerden çokça zikretmesi uygundur. Zira Hz. Peygamber, miras olarak altın ve gümüş bırakmamıştır. Ancak geride ilim ve hikmet bırakmıştır. Her âlim, isabet ettiği kadar, o terekeden nasibini almıştır.
2) Peygamberlerin ve selef-i salihînin hikâyelerinin ve günahlarından82 dolayı başından geçen maceraların halkın kalbine şiddetli tesir edip fayda verecekleri güneşten daha barizdir. Adem’in (a.s) isyanmdaki durumları ve cennetten atılması gibi… Hatta rivayet ediliyor ki Adem (a.s) yasak ağaçtan yediği zaman, onun bedeninden cennet zînetleri uçtular. Avret yerleri göründü. Bu bakımdan başındaki mücevherlerle süslenmiş taç ve cevherler utanarak başından uçmadılar. Cebrâil (a.s) yanına gelerek başından tacı aldı. Mikâil de alnından cevherleri çözdü. Arşın üstünden ona şöyle seslenildi: ‘Benim komşuluğumdan inin! Zira bana isyan eden bana komşuluk yapamaz’
Râvî der ki: Adem (a.s) ağlayarak Havva’ya baktı ve şöyle dedi: ‘İşte günahın ilk uğursuzluğu bizi Allah’ın komşuluğundan çıkarmasıdır!’
Rivayet edildiğine göre Hz. Süleyman83 (a.s) evindeki kadınlardan birinin isteği üzerine yaptırdığı babasının resmine, bu kadın kırk gün gizli olarak ibadet ettiği ve Hz. Süleyman buna sebebiyet verdiği için azarlanmıştır.
Diğer bir rivayette; Cerad isminde sevdiği bir kadın, bir davanın kendi akrabaları lehine karara bağlanmasını istedi. Hz. Süleyman söz verdi, fakat öyle hüküm vermedi. Diğer bir rivayette de ‘Bu kadının babasının lehine hüküm vermeyi içinden geçirmişti’ şeklindedir. İşte bu sebepten ötürü cezaya uğradı, kırk gün saltanattan uzaklaştırıldı. El açar dilenirdi,fakat kimse kendisine birşey vermezdi.Ben Süleymanım, beni doyurun’ dediği zaman kendisini dövüp kovarlardı. Yine birgün, bir hanımının evinden yemek istedi. Hanımı onu kovdu ve onun yüzüne tükürdü. Bir rivayette de ihtiyar bir kadın sidik dolu bir testiyi çıkanıp onun başına döktü. Bu durumlar devam etti. Sonunda Allah Teâlâ, Süleyman’ın mühürünü balığın karnından çıkardı. Cezanın kırk günü bittikten sonra mührü parmağına geçirdi.84 Yüzüğü parmağına geçirir geçirmez, kuşlar gelip başında gölge yaptılar. Cinler, şeytanlar ve vahşîler gelip etrafında toplandılar. Kendisine karşı suç işleyenlerden bazıları kendisinden özür dilediler. O da ‘Daha önce yaptığınızdan dolayı sizi kınamam. Şimdiki özür dileyişinizden dolayı da sizi övmem. Bu bir emirdir. Gökten geldi muhakkak olacaktır!’ dedi.
İsrâiliyat’ta şöyle rivayet ediliyor: Adamın biri başka bir beldeden bir kadınla evlendi ve onu getirmesi için kölesini gönderdi. Kadın yolda köleye zina teklifinde bulundu ve ısrar etti. Köle ise kadınla mücadele edip korundu. Bunun üzerine Allah Teâlâ, o köleyi, takvasının bereketinden ötürü İsrâiloğulları’na peygamber yaptı.
Hz. Musa Hızır’a ‘Allah seni gayb ilmine ne ile muttali kıldı?’ diye sordu. Hızır da ‘Allah için günahları terketmekle…’ karşılığını verdi.
Rivayet ediliyor ki birgün rüzgâr, Hz. Süleyman’ı gitmek istediği yere götürüyordu. Bu sırada Hz. Süleyman (a.s) yeni gömleğine bakıp onu beğenir gibi oldu. Bunun üzerine rüzgâr derhal Hz. Süleyman’ı yere bıraktı! Hz. Süleyman ‘Niçin böyle yaptın? Ben sana beni bırakmanı emretmedim ki’ deyince rüzgâr ‘Biz ancak Allah’a itaat ettiğin sürece sana itaat ederiz!’ karşılığını verdi.
Rivayet ediliyor ki Allah Teâlâ, Hz. Yakub’a (a.s) vahiy göndererek ‘Seni evladın Yusuf tan niçin ayırdığımı biliyor musun?’ diye sordu. Hz. Yakub ‘Hayır, bilmiyorum!’ dedi. Allah Teâlâ “Senin, Yusuf un kardeşlerine ‘Sizin gafil olduğunuz bir sırada kurdun gelip onu yemesinden korkuyorum’ deyişinden dolayı aranıza bu ayrılığı soktum. Kurdun gelip onu yemesinden korktun da benden ümidini kestin. Neden kardeşlerinin gafletine bakıp da
benim onu koruyamayacağımı düşündün? Peki Yusuf u sana niçin tekrar bahşettin: biliyor musun?” buyurdu. Yakub ‘Hayır!’ deyince Allah Teâlâ şöyle buyurdu; Çünkü sen rica ettin ve şunları söyledin:
Umulur ki Allah onların hepsini bana getirir! (Yusuf/83)
Ey oğullarım!* Gidin de Yusuf ve kardeşinden, iyice araştırarak (haber getirin)! Allah’ın lûtfundan ümidinizi kesmeyin!(Yusuf/87)
Allah Teâlâ, Yusufun (a,s) Mısır melikinin adamına (hapishane arkadaşına) söylediği “Beni efendinin (kralın) yanında an (suçsuzluğumu ona hatırlat!)” sözlerine karşılık şöyle buyurmuştur:Şeytan Yusuf a Rabb’inin zikrini unutturdu da bundan dolayı zindanda birkaç sene durdu.(Yusuf/42)
Bu gibi hikâyeler sayılamayacak kadar çoktur. Kur’ân ve hadîsler bu hikâyeleri laf olsun diye zikretmemiştir. Bilakis bu hikâyelerden gaye insanların ibret almaları ve hakikatleri görmeleridir ki peygamberlerin küçük günahlarının (zellelerinin) bile bağışlanmadığını bilsinler! Bu durumda peygamber olmayanların büyük günahlarından nasıl vazgeçilir? Evet peygamberlerin saadeti, işledikleri küçük günahlara karşılığını bu dünyada görmelerinde ve cezaların ahirette tehir edilmemesindedir. Şakî kimselere gelince, Allah Teâlâ günahları daha da artsın diye, bunlara mühlet vermekte; ahiret azabı daha şiddetli ve daha büyük olduğundan onların azaplarını tehir etmektedir. Buna benzer sözlerin, hikâyelerin günahta ısrar edenlerin kulağına çokça gelmesi gereklidir; zira Allah’ın izniyle bunlar, insanları tevbeye teşvik ettiğinden çok faydalıdır.
3) İnsanların zihinlerinde günahlarının cezasının bu dünyada derhal verileceği fikrinin ve ‘Kulun başına gelen musibetler suçları yüzündendir’ kanaatinin yerleşmesidir. Nice kul vardır ki âhirette verilecek cezalara pek aldırmaz; cehaletinin çokluğundan dolayı Allah’ın bu dünyada vereceği cezalardan daha fazla korkar. Bu bakımdan böyle bir kulun bu şekilde korkutulması daha uygundur.
Davud ve Süleyman (a.s) kıssasında olduğu gibi, çoğu zaman günahların cezası bu dünyada hemen verilir. Hatta günahlarından ötürü bazen kulun rızkı bile daralır. Halk arasındaki mertebesi düşer. Düşmanları kendisine galip gelir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kul (bazen), işlediği günahtan dolayı rızıktan mahrum olur.85
İbn Mes’ud da ‘Zannediyorum kul, işlediği günahtan dolayı ilmi unutur!’ demiştir. İbn Mes’ud’un bu sözü, şu hadîs-i şerifin mânâsındadır:
“Bir günah işleyen kimseden, bir daha geri dönmemek üzere
bir akıl (ilim) ayrılır.86
Seleften bir zat şöyle buyurmuştur: ‘Lânet yüzde görülen bir siyahlık ve malda görülen bir eksiklik değildir. Lânet ancak bir günahtan çıkmadan, benzeri veya daha şerli bir günaha girmektir!’
Selefin bu sözleri çok doğrudur. Çünkü lânet, (ilahî rahmetten) kovulmak ve
uzaklaştırılmaktır. Bu bakımdan hayra muvaffak olamayan ve kolayca kötülük yapabilen kimse ilâhî rahmetten uzaklaştırılmış demektir. Tevfîk rızkından mahrum olmak, mahrumiyetin en büyüğüdür. Her günah insanı başka bir günaha davet eder ve böylece günahlar katmerleşir. Bu bakımdan kul işlediği günahtan dolayı günahları hor gören, âlimlerin ve salihlerin mecli sinden ibaret olan faydalı rızkından da mahrum olur. Hatta sâlih kimselerin de buğzetmeleri için Allah Teâlâ böyle kimselere buğzeder.
Ariflerden biri çamurlu bir yolda, elbiselerini toplayıp ayağının kaymasından sakınarak yürüyordu. Bu durum, ayağı kayıp düşünceye kadar devam etti. Düştükten sonra artık korunmaya gerek görmeksizin gelişi güzel yürümeye başladı. Bir yandan da ağlayarak şöyle diyordu: ‘Benim bu düşüşüm, kulun hâline benzer. Şöyle ki: Kul, durmadan günahlardan sakınır ve uzaklaşır. Ancak bir veya iki günah işleyince, artık alabildiğine günahlara dalar’.
Bu söz, günahın cezasının, insanı başka bir günaha çekmek suretiyle daha bu dünyada iken verildiğine işarettir. Bu sırra binaendir ki Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ‘Senin zamanın bozulduğundan ve arkadaşlarının katılaşmasından duyduğun sıkıntılar, sana günahların tarafından miras bırakılmıştır’.
Bir zât şöyle buyurmuştur: ‘Ben merkebimin huysuzluğunda bile günahımın cezasını görürüm’.
Bir başkası da şöyle demiştir: ‘Ben günahımın cezasını evimin farelerinde bile görürüm’.
Şam sûfîlerinden biri şöyle anlatıyor: “Birgün güzel yüzlü bir hristiyan çocuğu gördüm. Durup ona hayranlıkla bakmaya başladım. O sırada Dimeşkli İbn Celâ yanıma gelerek elimden
tuttu. Bunun üzerine utanarak ‘Ey Ebû Abdullah! Sübhanallah! Ben bu güzel yüze, bu ince sanata hayran oldum. Bunun ateş için yaratılmış oluşuna şaşıyorum’ dedim. Bu sözlerim üzerine İbn Celâ elimi sıktı ve ‘Bunun cezasını bir zaman sonra muhakkak göreceksin!’ dedi. Gerçekten de otuz sene sonra bunun cezasınaçarpıldım!”
Ebû Süleyman ed-Dârânî ‘İhtilâm olmak bir cezadır’ buyurmuştur. Bir keresinde de ‘İnsan, cemaat namazını, ancak işlemiş olduğu bir günahtan dolayı kaçırır’ demiştir.
Hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
Zamanınızdan inkâr ettiğiniz (hoşunuza gitmeyen) şeyler, muhakkak ifsâd ettiğiniz (bozduğunuz) amellerinizden ötürü meydana gelmiştir.87
Allah Teâlâ bir hadîs-i kudsî’de şöyle buyurmuştur:
Şehvetini benim taatime tercih eden kuluma vereceğim cezaların en küçüğü, onu münacaatımm lezzetinden mahrum etmekliğimdir!88
Ebû Amr b. Ulvan, uzun bir kıssada şöyle anlatır:
“Bir gün ayakta namaz kılıyordum. Aniden kalbimde bir arzu uyandı. Bunu uzun uzadıya düşünürken sonunda şehvetim kabardı. Bundan dolayı yere düştüm: Bütün bedenim simsiyah kesildi. Bu olay üzerine üç gün dışarı çıkmadım. Bu arada giderebilmek için sabunla yıkandığım halde siyahlık gittikçe artıyordu. Bu durum üç günden sonra kayboldu. O sırada Rikka’da (Irak’ta bir yerdir) oturuyordum. Birgün, beni yanına çağıran Cüneyd-i Bağdadî’ye gittim. Oraya vardığım zaman Cüneyd bana ‘Allah’tan korkmadm mı? O’nun huzurunda dimdik durduğun halde nefsine bir şehvet koydun. Öyle ki bu şehvet seni istilâ edip Allah’ın huzurundan çıkardı. Eğer ben senin için Allah’a yalvarmasaydım, sana vekâleten tevbe etmeseydim sen Allah’a o siyahlıkla kavuşacaktın!’ dedi. Ben Rikka’da, Cüneyd de Bağdad’da olduğumuz halde benim bu durumumu nasıl bildiğine hayret ettim. (Ona bu durumu bildiren Allah’dır)”.
Biliniz ki kul, herhangi bir günah işlediğinde kalbinin yüzü siyahlaşır. Eğer günah işleyen, said bir kimse ise, günahtan sakınsın diye, bu siyahlık bedeninin zahirinde de görünür. Yok eğer şakî ise, günahlara daha fazla dalsın ve ateşe müstehak olsun diye bu siyahlık kendisinden gizlenir. Günahların bu dünyada fakirlik, hastalık ve benzerleri gibi âfetlere yol açtığı hakkında gelen haberler pek çoktur.
Günahın dünyadaki cezalarından biri de kişinin günahı işledikten sonra onun sıfatını kazanmasıdır. Kişi neye mübtelâ olursa, o şey kendisi için ceza olur. Bahtsızlığının (şekâvet) katmerleşmesi için rızkın güzelinden mahrum olur. Eğer kendisine bu durumda bir nimet verilirse bu bir istidrâc (kandırma ve oyalama) olur. Dahası nankörlüğünden dolayı, cezaya çarptırılması için fikrin güzelinden mahrum olur.
İtaatkâr (mutî) kimselere gelince; böylelerinin her nimetin şükrünü edâ edebilmesi başına gelen her belânın günahlarının keffareti olması ve derecelerini yükseltmesi, taatinin mükâfaatı bereketidir.
4) Hased, kibir, gıybet, cana kıyma, hırsızlık, zina ve içki gibi günahların herbiri için gelen cezaları ayrı ayrı anlatmaktır. Bütün bunlar hep birlikte söylenmesi mümkün olmayan şeylerdendir. Ehil olmayan bir kimseye bu şekilde söylemek, ilacı, yara olmayan bir yere sürmek gibi olur. Alim kişinin hâzık bir doktor gibi olması gerekir. Önce nabız yoklamak, tansiyon ölçmek ve hareketlerin yönlerini öğrenmek suretiyle içteki hastalıkları keşfetmeli; ilaçlarıyla sonra uğraşmalıdır. Bu bakımdan âlim önce görünen hallerin karîneleriyle gizli sıfatların neler olduğunu tesbit eder; sonra Hz. Peygambere uyarak vâkıf olduğu şeylerden bahseder.
Nitekim Hz. Peygamber ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bana kısa bir tavsiyede bulun’ diyen bir kimseye ‘Öfkelenme!’89 buyurmuştur.
‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bana tavsiyede bulun!’ diyen bir başkasına da şunları söylemiştir: ‘Halkın elindeki servetlerden ümidini kes; onlara göz dikme! Çünkü asıl zenginlik budur. Tamahkârlıktan sakın! Çünkü bu hazır bir fakirliktir. Namazlarını sanki dünyaya vedâ ediyormuşun gibi kıl! Sonunda özür dilemek zorunda kalacağın fiillerden sakın’.90
Muhammed b. Vâsi de ‘Bana tavsiye de bulun!’ diyen birine ‘Dünya ve âhirette padişah olmaya çalış!’ dedi. Adamın ‘Bunu nasıl becerebilirim? demesi üzerine de ‘Dünyada zâhidlik eteğine yapış!’ buyurdu.
Hz. Peygamber tavsiye isteyen ilk kişide öfke belirtileri gördüğü için onu öfkeden menetmiştir. İkinci kişide ise halkın elindekilere göz dikme ve uzun emel besleme belirtileri görmüştür. Muhammed b. Vâsi de kendisinden tavsiye isteyen kişide dünyaya harislik alâmetleri görmüştü.
Muaz ‘Bana tavsiyede bulun!’ diyen bir kişiye ‘Sen şefkatli ol ki ben de senin için cennete kefil olayım!’ dedi. Muaz bu kişide katılık ve merhametsizlik eserleri sezdiğinden böyle söylemiştir.
Bir kişi İbrahim b. Edhem’e ‘Bana tavsiyede bulun!’ dedi. Bunun üzerine İbrahim ona şunları söyledi: ‘Halktan sakın! Bununla birlikte onların arkadaşlığına yapış; zira bu senin için gereklidir. Halk halktır; ancak bütün halk olgun değildir. Halk gitmiş Nesnas (bir deniz hayvanı veya bir ayaklı insan veya ye’cûc ve me’cûc demektir) kalmıştır; yani azizler gitmiş, reziller kalmıştır. Ben onları halk olarak görmüyorum. Bilakis onlar ümitsizlik denizine dalmışlardır.’
İbrahim, bu kişi için halkın arasına girmeyi (ihtilât) doğru bulmamış ve onun haline galip olan durumu dile getirmiştir; zaten bu kişi çoğu zaman halktan eziyyet görürdü. (Bu kişinin halkla kaynaşmasını, halkın şerrinden korunsun veya halk onun şerrinden korunsun diye menetmiştir.) Soranın haline ve seviyesine göre konuşmak, ona cevap verenin kendi haline ve seviyesine göre konuşmasından daha evlâdır.
Muâviye, Aişe validemize mektup yazarak ‘Bana tavsiye ve nasihat içeren bir mektup yaz. Hiç çekinmeden, istediğini yaz!’ dedi. Aişe validemiz de bu isteğe binaen ona şöyle yazdı:
Âişe’den Muaviye’ye! Selâm sana! Ben, Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu işittim:
Allah Teâlâ halkı kızdırmayı göze almak suretiyle rızasına olan kimseyi halka muhtaç etmez. Kim de halkı razı edebilmek için Allah’ın kızmasını göze alırsa, Allah onu halka havale eder. Vesselâm!
Hz. Âişe’nin bu ince anlayışına dikkat edildiğinde onun, idarecilerin içerisinde kıvranmakta oldukları âfeti nasıl dile getirmiş olduğu anlaşılır. Bu âfet de halkı gözetmek ve onların rızasını talep etmektir!
Aişe validemiz, başka bir keresinde de Muâviye’ye şöyle yazdı:
Allah’tan kork! Muhakkak ki sen kendisinden korktuğunda Allah seni halktan korur. Halktan korktuğunda ise onlar seni Allah’tan gelecek hiçbir şeyden koruyamazlar. Vesselâm!
Madem ki durum budur; o halde her nasihatçi, gayretini gizli sıfatları anlamaya, asıl halleri öğrenmeye sarfetmelidir ki önemsizleri bırakıp önemli olan ile meşgul olsun. Çünkü herkese şeriatın bütün mev’izelerini anlatmak mümkün değildir. Kişinin, karşısındakinin ilgilenmediği ve onun durumuna uygun olmayan bir mevzu hakkında meşgul olması, zamanını zayi etmesinden başka birşey değildir.
Soru: Bir cemiyette konuşan veya halinin iç yüzüne vâkıf olmadığı bir kimseye vaaz etme durumunda kalan vâiz ne yapacaktır?
Cevap: Böyle bir durumda vaizin takip edeceği yol, bütün halkın ya genel olarak veya en fazla ortaklaşa muhtaç oldukları mevzuda vaaz etmesidir; zira şer’î ilimler gıda ve deva diye iki kısma ayrılır. Gıdalar, bütün halk içindir. Devalar ise, sadece hastalık sahipleri içindir. Buna misal olarak şu eseri gösterebiliriz: Adamın biri, Ebû Said el-Hudrî’ye ‘Bana tavsiyede bulun!’ diye rica etti. Ebû Said de ‘Allah’ın takvasına yapış; çünkü bu her hayrın başıdır. Cihaddan ayrılma; çünkü cihad İslâm’ın ruhbanlığıdır. Kur’ân oku; çünkü o senin için, yeryüzü sakinleri arasında bir nur, gökyüzü sakinleri arasında ise zikirdir. Hayır hariç, susmayı tercih et; zira bu şekilde şeytanı mağlup edersin!’dedi.
Bir kişi Hasan Basrî’ye ‘Bana tavsiyede bulun!’ dedi. Hasan Basrî de ‘Allah’ın emrini aziz et ki Allah da seni aziz etsin!’ buyurdu.
Lokman Hekîm oğluna şöyle nasihatta bulundu: ‘Ey oğul! Dizlerini âlimlerin dizlerine yapıştır. (Âlimlerin dizlerinin dibinden, meclisinden ayrılma!) Onlarla mücadele etme ki sana buğzetmesinler. Dünyadan nasibini unutma! Kazancının fazlasını âhiretin için sarfet. Dünyayı tamamen terketme ki başkasının eline bakmış ve boynuna yük olmuş olmayasm! Oruç tuttuğun zaman namazına zarar verecek şekilde değil şehvetini kıracak şekilde tut! (Zayıf düşmene sebep olacak orucu tutma!) Muhakkak ki namaz, oruçtan daha faziletlidir. Ahmaklarla oturma. İki yüzlülerle arkadaşlık yapma!’
Lokman Hekîm oğluna, şunları da söyledi: ‘Ey oğul! Gereksiz yerde gülme! İhtiyatla yürü! Seni ilgilendirmeyen şeyin peşine düşme! Başkasının malını korumak için, kendi malını zayi etme! Muhakkak ki senin asıl malın âhiretin için önden gönderdiğindir. Arkada bıraktıkların ise başkalarının malıdır. Kim merhamet ederse ona merhamet edilir; kisusarsa, o selâmette kalır; kim hayır söylerse ganimet sahibi olur; kim kötü söz söylerse günahkâr
olur; kim de diline hâkim olmazsa pişman olur’.
Bir kişi Ebû Hâzım’a ‘Bana tavsiyede bulun!’ dedi. Ebû Hâzım91 da ‘Ölüm geldiğinde senin için ganimet olacağını bildiğin şeyleri yap. Yine ölüm geldiğinde başına bela olacağını bildiğin şeylerden de kaçın!’ buyurdu.
Musa (a.s) Hızır (a.s)’a ‘Bana tavsiyede bulun!’ dedi. O da şunları söyledi: ‘Güler yüzlü ol! Öfkeli olma! Fayda verici ol; zarar verici olma. Mücadeleden kaçın! İhtiyacın olmadığında yürüme. Hayret verici bir hareket olmaksızın boş yere gülme. Yanılanları, yanılgılarından dolayı ayıplama! Ey İmran’ın oğlu! Hatalarından dolayı ağla!’
Muhammed b. Kerram92 ‘Bana nasihatta bulun!’ diye rica eden birisine şunları söyledi: ‘Hiç olmazsa nefsinin rızası için çalıştığın kadar yaradanın rızası için de çalış.
Bir kişi Hâmid el-Leffâf a ‘Bana tavsiyede bulun!’ dedi. Hamid de ‘Dinin için, Kur’an’ın kılıfı gibi bir kılıf yap ki âfetler onu kirletmesin’ buyurdu. Adamın ‘Dinin kılıfı nedir?’ diye sorması üzerine de ‘Zarurî miktarı hariç, dünya isteğini; mecburî olanı hariç çokça konuşmayı; gerekli olan hariç, halkla ihtilât etmeyi (insanlar arasına girmeyi) terketmektir’ dedi.
Hasan Basrî, Ömer b. Abdülaziz’e şöyle yazdı:
Allah seni neyle korkutmuş ise ondan kork! Neden sakındırmış ise ondan da sakın. Elindeki servetten önündeki yolculuk için kendine azık edin. Ölüm anında sana kesin haber gelecektir. Vesselâm!
Ömer b. Abdülaziz, Hasan Basrî’ye bir mektup yazarak kendisine nasihat etmesini istedi. Bunun üzerine Hasan, ona şu mektubu yazdı.
Muhakkak ki önünde çok büyük korkular ve ürkütücü şeyler vardır. Bunları görmen kaçınılmazdır. Sonunda da ya kurtuluşa ereceksin veya helâk olacaksın. Bil ki nefsini hesaba çeken kâr; ondan gafil olansa zarar eder. Neticeleri (akıbetini) düşünen kurtulur, hevasına itaat eden dalâlete düşer; hilm gösteren de ganimet sahibi olur. Korkan kimse emin olur. Emin olan kimse ibret alır; ibret alan kimsenin (basîret) gözü açılır; gözü açılan anlar; anlayansa bilir. Kaydığın zaman dönüş yap. Pişman olduğunda günahtan el çek! Bilmediğin zaman sor! Öfkelendiğinde nefsine hâkim ol!
Mutarrıf b. Abdillah, ömer bin Abdülaziz’e şöyle yazdı:
Muhakkak ki dünya ceza evidir. Dünya için ancak aklı olma-v yankimseler servet edinir. İlmi olmayan dünyaya aldanır. Bu bakımdan ey mü’mirilerin emîn! Sen bu dünyada, yarasını tedavi eden ve hastalığın kötü neticesinden korktuğundan dolayı ilacın acılığına katlanan kimse gibi ol!
Ömer b. Abdülazizİtiraz: Bu durumda her iş imana dönüşmüş (bağlanmış) olmaktadır. Çünkü günahı terketmek, ancak sabretmekle mümkün olur. Sabretmek, korkunun marifetiyle (yardımıyla); korku da ancak ilimle olur. İlim ise ancak günahların zararının büyüklüğünü tasdikle olur. Günahların zararının büyüklüğünü tasdik etmek de Allah Teâlâ’nm ve Hz. Peygamberin tasdiki demektir. Bu ise imandır. Böylece günahta ısrar eden kimse mü’min olmadığından dolayı ısrar etmiş gibi olmaktadır!
Cevap: Günahta ısrar etmek imanın yokluğundan değil, bilakis imanın zayıflığından ileri gelir; zira her mü’min günahın, Allah’tan uzaklaşmaya ve âhirette ceza görmeye sebep olduğunu bilir. Müzminin günaha girmesinin ise birçok sebebi vardır ki bunlardan biri va’dedilen cezanın gaib olup hâzır (gözönünde) olmamasıdır. Nefis ise, hâzırdan etkilenecek şekilde yaratılmıştır. Bu bakımdan nefsin va’dedilenle etkilenmesi, hâzır ile etkilenmesine oranla zayıftır. İkincisi, insanı günahlara teşvik eden şehvetler, zatından dolayı derhal yapılır; çünkü şehvetler şu anda hâzır olup insanın gırtlağına yapışmış; âdet ve ülfiyet (alışkanlık) sebebiyle kuvvet bularak onu istilâ etmiştir. Âdet beşinci bir tabiattır.
Geleceğin korkusuyla hâzırdan (şu anda elde bulunandan) ayrılmak, nefse çok ağır gelir.
Hayır! Hayır! Doğrusu siz peşin’i (çabuk geçen şu dünya zevklerini) seviyorsunuz. da âhireti bırakıyorsunuz!(Kıyâmet/20-21)
Fakat siz şu dünya hayatını (âhirete) tercih ediyorsunuz.(A’lâ/16)
Cennet mekruhlarla (zorluklarla); ateş (cehennem) ise şehvetlerle ve nefsin hoşuna giden şeylerle çevrilmiştir.93
Allah Teâlâ cehennemi yarattığında Cebrail’e ‘Git cehenneme bak!’ buyurdu. Cebrail cehenneme baktıktan sonra İzzetine yemin ederim ki cehennemi işiten hiç kimse buraya girmez!’ dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ, cehennemi şehvetlerle (nefislerin istekleriyle) çepeçevre donattı. Sonra Cebrail’e ‘Git! Cehenneme bir daha bak!’ emrini verdi. Cehenneme ikinci kez bakan Cebrail İzzetine yemin olsun ki ben hiç kimse kalmaksızın herkesin buraya girmesinden korkarım’ dedi. Allah cenneti yarattı ve Cebrail’e ‘Git cennete bak!’ emrini verdi. Cebrail oraya baktıktan sonra ‘İzzetine yemin ederim ki cenneti işiten herkes buraya girecektir’ dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ, cenneti mekruhlarla (zorluklarla) sardı. Sonra Cebrail’e ‘Git, cennete bir kere daha bak!’ emrini verdi. Cebrail, bu ikinci bakışından
sonra İzzetine yemin olsun ki ben hiç kimsenin cennete girmeyeceğinden korkarım’ dedi.
Demek ki şehvetin hâzırda ve boğucu olması ile cezanın ertelenmesi ve daha sonra gelecek olması insanoğlunun, iman aslının varlığıyla birlikte, günahlara alabildiğine dalmasının iki açık sebebidir. Bu şuna benzer: Hastalığı sırasında çok susadığından dolayı, kar suyu içen herkes, tip ilminin esasını inkar etmediği gibi bu suyun kendisine zarar vermediğini iddia ediyor da değildir. Fakat şehveti galebe çalmış, sabrın elemi de o anda yakasına yapışmış olduğundan gelecek (sonraki) elem ona kolay görünmektedir.
Üçüncüsü, hiçbir günahkâr mü’min yoktur ki çoğu durumda tevbe etmeye azimli bulunmasın veya günahlarını sevaplarla gidermeye taraftar olmasın. Öte yandan Allah tarafından da günahın tevbe ile telâfi edileceği kendisine va’dedilmiştir. Ancak çoğu zaman, emelin uzunluğu (uzun yaşama arzusu) tabiatlara galip gelir ve kişi durmadan tevbe gerektiren işler yapar; tevbe ümidi olduğundan çoğu zaman imanla beraber günaha yönelir!
Dördüncüsü, yakîn sahibi hiçbir mü’min yoktur ki günahların, affı mümkün olmayan bir cezayı gerektirmediğine inanmasın. Yakîn sahibi mü’min, bir taraftan günah işler, öbür taraftan da Allah’ın fazlına dayanarak af bekler. İşte bunlar, iman aslının devamıyla birlikte günahlarda ısrara yol açan dört sebeptir.
Evet! Günahkâr bazen de imanın esasına zarar veren beşinci bir sebeple günah işler. Bu sebep de kişinin peygamberlerin doğruluğunda şüpheye düşmesidir. Bu ise küfrün ta kendisidir. Bu durum tıpkı şu hastanın hâline benzer: Kendisini bir yiyecekten sakındıran doktorun tıbbı bilen bir âlim olmadığına inanıp onu yalanlayan veya hakkında şüpheye düşen hasta, doktorun bu tavsiyesini önemsemez ve buna aldırış etmez. Bu ise, küfrün (inkârın) ta kendisidir!
Soru: Peki bu beş sebebin ilacı nedir?
Cevap ki: Bunların ilacı, düşüncedir. Şöyle ki: Azabın tehirinden ve daha sonra gelecek oluşundan ibaret olan birinci sebepte kişi nefsine ‘Her gelen gelecektir. Bekleyen için yarın yakındır. Muhakkak ki ölüm herkese, ayakkabı bağından daha yakındır.
Unutma ki kıyamet yakındır’, fikrini yerleştirmelidir. Dahası nefsine şunları da hatırlatmalıdır:
Nefis daima gelecekte olacak dünyevî işlerin korkusuyla yorulmakta; deniz seferlerine çıkıp zahmetler çekmektedir. Hatta kişi hasta olup da bir Hristiyan doktor kendisine ‘Soğuk suyun içilmesi zarar vericidir ve seni ölüme sevkedecektir’ dese, soğuk su yanında en lezzetli şey olsa bile derhal terkeder. Ölümün elemi ise insanoğlu ölümden korkmadığı takdirde bir an meselesidir. İnsanoğlu elbette birgün dünyadan ayrılacaktır. Acaba sonsuz bahtsızlığa; ezelî ve ebedî yokluğuna oranla dünyadaki varlığı ne kadar zaman tutabilir?
Madem ki durum budur, insanoğlu dikkat etmelidir ki bir zimmî (İslâm devletinin himayesinde bulunan gayr-i müslim) ve doktorluğunu mucizelerle isbat edemeyen bir hristiyanm sözüyle, hoşuna giden en lezzetli şeyi terketme hususunda nasıl acele ediyor? Bunları düşünen kimse kendi kendisine ‘Mucizelerle teyid edilmiş peygamberlerin sözlerini; doktorluğu mucize ile isbat edilmemiş olan ve doktorluğunun şahidi ancak halk tabakası olan ve nefsini doktorluk iddiasında bulunan bir hristiyanm sözünden daha aşağı telâkki etmek insan aklına nasıl uygun düşebilir? Ateş (cehennem) azabı, katımda, hastalığın azabından nasıl daha hafif gözükebilir? Oysa ahiretin bir günü, dünya zamanıyla elli bin sene kadardır’ der. Bu düşünce sayesinde nefse galip gelinebilir ve ona bu lezzet terkettirilebilir. Kişi bu konuda şöyle düşünmelidir: “Madem birkaç günden ibaret olan bir hayatın lezzetini terketmeye gücüm yetmiyor, peki bunu sonsuza dek nasıl terkedeceğim? Sabrın elemini çekmeye bile güç yetiremiyorum, ateşin elemini ; nasıl çekeceğim? Berraklığın bulanıklıkla karıştığı dünya süslerine sabredemiyorum, o halde âhiret nimetlerinin elden çıkmasına nasıl sabredeceğim?”
Tevbe’nin gecikmesine gelince, bu da cehennem ehlinin çoğunun tevbeyi geciktirdiklerinden dolayı feryat ettiklerini düşünmek suretiyle tedavi edilir. Çünkü tevbeyi geciktiren kimse, işini, kendi elinde ve tasarrufunda olmayan bir temel üzerine bina etmiştir ki bu da baki kalma (yarına çıkma) ümididir. İhtimal ki bu kişi ertesi güne çıkmayacaktır. Çıksa bile yarın belki de günahı terketmeye gücü yetmeyecektir! İnsanın bugün tevbe etmesini engelleyen şey şehvetin galebe çalmasından başka ne olabilir? Şehvet ise yarın da insandan ayrılmaz. Bilakis katmerleşir; zira şehvet âdetten ötürü gittikçe kuvvet kazanır. Âdetten ötürü güçlendirilip geliştirilen şehvet, geliştirilmeyen gibi değildir. Bu sırra binaendir ki tevbeyi tehir edenler helâk olmuşlardır. Çünkü onlar benzerler arasında fark bulunduğunu zannetmişlerdir. Günlerin şehvetleri terketmenin zorluğu bakımından birbirlerine benzediğini unutmuşlardır.
Tevbeyi tehir eden kimse bir ağacı kökünden sökmek zorunda olan ve bunun büyük bir zahmetten sonra sökülebileceğini anlayıp da Ben bu ağacı bir sene daha bırakayım. Ondan sonra gelip sökerim!’ diyen kimseye benzer.
Oysa bu kişi ağacın, gittikçe kök saldığını ve kendisininse ihti-yarladıkça zayıfladığını çok iyi bilir. Bu bakımdan dünyada bu kimsenin ahmaklığından daha büyük bir ahmaklık tasavvur olunamaz; zira bu kişi kuvvetli olduğu sırada yenemediği zayıf bir şeyi yenmek için başladı kendisinin zayıf düştüğü, onun da kuvvetleneceği bir zamanı beklemeye..;
Allah’ın affını beklemekten ibaret olan dördüncü mânâya gelince; bunun tedavisi daha önce geçtiği şekildedir. Bu durumdaki insan, bütün malını infak ederek kendi nefsini ve çoluk- çocuğunu fakir bırakıp da Allah Teâlâ’nm, fazlından kendisine bir hazine göndermesini bekleyen kimse gibidir; zira günahın affının mümkün olması, böyle bir hazine}e rastlamanın mümkün olması gibidir. Yine bu gibi kimseler, memleketinde bulunan zâlimler tarafından yağma edileceğini bildiği ve gizlemeye gücü yettiği halde mallarını saklamayıp evinin avlusuna rastgele bırakıp da şöyle diyen kimse gibidir: ‘Ben Allah’ın bu yağmacı zâlimlere bir felâket veya gaflet vereceğini umuyorum ki evime gelmeye fırsat bulamasınlar veyahut da evime gelebilseler dahi kapımda ölsünler. Çünkü ölüm de gaflete dalmak gibi mümkündür. Daha önce de buna benzer olaylar olmuştur. Bu bakımdan ben de Allah’ın fazlından bunun benzerini ummaktayım’. Bu söylenilenler olmayacak şeyler değildir; fakat ahmaklık ve cehaletin son derekesidir; zira bu bazen mümkün olur, bazen ise olmaz!
Peygamberlerin doğruluğunda şüpheye düşmekten ibaret olan beşinci mânâya gelince, bu küfürdür; tedavisi ve ilacı ise kişinin, kendisine peygamberlerin doğruluğunu gösteren sebeplere başvurmasıdır ki bunları saymak uzun sürer. Fakat böyle bir kimsenin, aklına uygun ve yakın olan bir ilimle bu hastalığını tedavi etmesi mümkündür. Bu bakımdan kendisine denilir ki: ‘Mucizelerle takviye edilen peygamberlerin söylediklerinin doğru olması mümkün müdür? Yoksa sen bir şahsın aynı anda iki yerde birden bulunmasının imkansız olduğunu bildiğin gibi buna da mı imkansız diyorsun?’
‘Evet ben onu bu şekilde imkansız görüyorum’ derse, o insanların en ahmağı ve budalasıdır. Eğer ‘Ben bunda şüphe ediyorum’ derse, kendisine şöyle deriz: “Meçhul bir şahıs sana ‘Evde bıraktığın yemeği yılan yaladı ve içine zehirini bıraktı’ dese ve sen de bunun mümkün olacağını bilsen, o yemeği yer misin, yoksa bırakır mısın? Velev ki o yemek, yemeklerin en lezzetlisi olsun”. Şüphesiz bu durumda ‘Bırakırım’ dedikten sonra sözüne şunu ekleyecektir: ‘Çünkü eğer o kişi yalan söylemişse, bu yalanla yalnızca o yemeği kaçırmış olurum ve ben bu yemeksizliğe sabredebilirim. Yemeksiz sabretmek zor ise de bu durum geçicidir. Yok eğer doğru ise ve ben de buna rağmen o yemeği yersem, hayatımdan olurum.
Yemeğe sabredip zahmet çekmek ve onu kaçırmak ölüme göre çok hafif olur’.
Bu bakımdan ona denir ki:
– Hayret! Nasıl olur da mucizelerine rağmen bütün peygamber
lerin, bütün evliyanın, ulemânın, hukemânın, hatta bütün akıllılar
zümresinin doğruluğunu bırakırsın?
– Ben akıllılar zümresiyle, halk tabakasının cahillerini değil,
bilakis akıl ve basiret sahiplerini kastediyorum
– Nasıl olur da bütün bunların doğruluğunu, hali meçhul bir kişinin doğruluğu kadar itibara almaz da terkedersin? Üstelik halimeçhul olan kişinin bu sözlerde bir maksadı da olabilir. Öyleyse ancak son günü doğrulayan, sevap ve cezaya inanan kimse akıllılardan sayılabilir. Her ne kadar kadar akıllılar son günün keyfiyetinde, sevap ve ikabmın nasıl olacağında ihtilâf etmişlersede… Onların (hâşâ) yalan söylemiş olmaları durumunda senin
elinden ancak şu bulanık ve fâni dünyanın birtakım şehvetleri çıkar. Bu bakımdan akıllı kimselerde, bu fikirle beraber, artık tereddüt diye birşey kalmaz; zira ebedî bir âleme oranla dünya hayatının hiçbir kıymeti olamaz. Dünya küçücük daneli darılarla dolu olsa ve bir kuş da bir milyon senede bir bu darılardan bir tanesini olsa, bu darıların sonu gelir; fakat ebedî olan hayattan hiçbir şey eksilmez. Durum bundan ibaret olduğuna göre, akıllı bir
kimse meselâ yüz sene şehvetlere nasıl sabretmez? Ebedî bir saadet için buna nasıl katlanmaz?
İşte bu sırra binaendir ki Ebulalâ Ahmed b. Süleyman et-Tenuhî el-Maarrî şöyle demiştir:
Müneccim ile tabip ‘Ölüler diriltilip haşre gönderilmeyecekler! dediler.
Sözünüz doğru ise, ben zarar edecek değilim; fakat ya benim sözüm doğru ise?
Yine bu sırra binaendir ki Hz. Ali, işlerin tahkikine (iç yüzüne) aklı ermeyen ve dolayısıyla şüpheye düşen birine şöyle buyurmuştur: ‘Eğer senin dediğin doğru ise, hepimiz birden kurtuluruz. Aksi takdirde ben kurtulurum, sense helâk olursun!’ Akıllı kimse her işinde, emniyet yolunu seçer ve bu yolda yürür.
Soru: Bunlar tabiî şeylerdir; fakat ancak tefekkür ve tezekkür ile ulaşılabilir. Peki nasıl oluyor da bu fikir kalplerde barınamıyor ve onlara ağır geliyor? Kalpleri ve özellikle de şeriatın (dinin) aslına ve tafsilâtına iman eden kimseleri bu düşünceye yöneltme-nin yolu nedir?
Cevap: İnsanı bu düşünceden iki şey alıkoyar. Bunlardan biri faydalı fikirdir; âhiretin azabını, dehşetlerini, şiddetlerini, âsî kimselerin daimî nimetten mahrum olmanın hasretini çekeceklerini düşünmektir. Bu düşünce fazlasıyla ısırıcı ve kalbi acıtıcıdır. Bundan dolayı kalp bundan ürkmekte; dünya işleri hususunda düşünmekten daha fazla zevk al;naktadır. İkincisi fikir şu andaki dünya lezzetlerine ve şehvetin yerine getirilmesine mâni olan bir meşgaledir. Hiçbir insan yoktur ki hallerinin ve nefeslerinin her birinde, kendisine musallat olup onu kölesi hâline getiren bir şehveti bulunmasın; dolayısıyla aklı şehvetinin emrine girmiş olmasın! Öyleyse o hile düzenlemekle meşguldür. Onun, hilesini gerçekleştirmek için gösterdiği çabadan aldığı lezzet, şehvetini bilfiil tatmin etmekten daha mükemmeldir. Fikir ise, onu bundan meneder,
Bu iki mâninin ilacına gelince, bu ilaç, kişinin kalbine şöyle demesidir: ‘Ölüm ve sonrası hakkında seni düşünmekten alıkoyan şey ahmaklığındır. Ölümün elemini hakir ve hafif saymakla birlikte onu hatırlamaktan elem duyarak kaçıyorsun. Bu bakımdan ölümü ve ölümden sonrasını düşünmeye sabredemeyerek elem çekiyorsun!’
İkincisine gelince, bu da düşüncenin, dünya lezzetlerini elden kaçırıcı olmasıdır. Bu ikincisi, ahiret lezzetlerinin kaçırılmasının daha şiddetli ve tehlikesinin de daha büyük olduğunu kesinlikle bilmektir. Çünkü ahiret lezzetlerinin sonu yoktur ve bunlarda bulanıklık sözkonusu değildir. Dünyanın lezzetleri ise hızla tükenir ve bulanıklıkla karışıktır. Bunlarda bulanıklıktan kurtulan bir lezzet yoktur. Oysa günahtan tevbe edip ibâdete yönelmekte, Allah’ın münacaatından zevk alma marifeti, taati; onunla uzun zaman ünsiyet peyda etmekte ise istirahat vardır. Allah’a itaat eden bir insan için. amelinden ötürü hissettiği ibâdet zevkinden ve Allah’ın münacaatından elde ettiği ünsiyet ruhundan başka bir mükâfat olmasa bile bunlar kendisine kâtı gelir. Buna bir de ahiret nimetinden eklenecek olanlar ilâve edilirse (o zaman nasıl olur)
Evet! Bu lezzet, tevbe’nin başlangıcında alınamaz. Fakat insan bir müddet tevbeye devam eder de daha önce şer olan tabiatı hayır olursa, o zaman bu zevk meydana gelir; zira nefis, neyi âdet edinirse ona alışır. Hayır âdet; şer ise inatlık ve serkeşliktir. Bu fikirler lezzetlerden alıkonma sabrını kuvvetlendiren ve korkuyu kabartan fikirlerdir. Bu fikirleri kabartansa vaizlerin vaazı ile birtakım uyarılarıdır ki bunlar saymakla tükenmez. Bunlar kalbe yerleştiğinde fkir tabiata uygun hâle gelir ve kalp ona meyleder. Hayra sebep olan fikir ile tabiatı özleştiren sebep, tevfîk diye tâbir olunur; zira tevfîk irade ile âhirette fayda verici taattan ibaret olan mânâyı özleştiren demektir.
Uzun bir hadîste rivayet edildiğine göre Ammar b. Yasir Hz. Alinin huzurunda ayağa kalkarak ‘Ey müzminlerin emîri! Bize küfürden bahset! Acaba küfür hangi temel üzerine bina edilmiştir?’ diye sordu. Hz. Ali de şöyle cevap verdi; “Küfür dört temel üzerine bina edilmiştir:
a) Cefa,
b) Körlük
c) Gaflet
d) Şek v 3 şüphe
Dolayısıyla kim cefaya mübtelâ olursa (katılaşırsa) hakkı hakir görür, bâtılı ha3darır, âlimlere buğzeder. Kim körleşirse, zikri unutur. Gafîllerse hidayetten sapar. Kim de şüpheye düşerse emanîler (emeller ve istekler) onu aldatır, hasret ve pişmanlık onun yakasına yapışır. Hiç beklemediği şeyler Allah tarafından karşısına çıkartılır”.
Bu, söylediklerimiz, düşünceden gafil olmanın âfetlerinden yalnızca bir kısmının beyanıdır.
Tevbe hususunda bu anlattıklarımız kâfidir. Ancak tevbe’nin devam etmesinin rükünlerinden olan sabr’m da izahı gerekir. Bu bakımdan eğer Allah dilerse biz sabrı başlıbaşına bir bölümde ele alacağız!
77) İmam Ahmed, Tabcrânî 4
78) Parantez içine aldığımız ibare bazı nüshalarda vardır. Meşhed, büyük bir yatırın bulunduğu yer demektir.
79) Deylemî
80) İbni Adîy, İbn Hibban, (hz. Ömer’den)
81) Beyhakî, (Mücahid’den)
82) Peygamberlerin hatalarına günah değil zelle demek daha doğruysa da biz
müellifin kullandığı tabiri değiştirmeye 3’etkili olmadığımızdan ifadeyi ay
nen naklettik.
83) Bkz. İthafus-Saade ,
84) Hakîm, (Ali b. Zeyd ve Said b. Müseyyeb tarikiyle); Bkz. İthaf’us-Saade, VIII/616
85) İbn Mâce, Hâkim
86) Daha önce geçmişti.
87) Beyhakî, er-Rikak
88) Garib bir hadistir ve lâfzına tesadüf edilmemiştir. (Irâkî)
89) Daha önce geçmişti.
90) İbn Mâce, Hâkim
91) Adı Seleme b. Dinar el-Medeııî’dir. Tâbiîndendi. A’rec diye şöhret
bulmuştur.
92)Abdullah es-Sicistanî’nin oğlu olan bu şahıs H. 355’de vefat etmiştir.
93) Müslim, Buhârî
- I) Tevbe’nin Devamında Kulların Kısımları
Tevbe edenler, dört tabakaya ayrılırlar:
Birinci Tabaka
Birinci tabaka, âsi bir kimsenin tevbe etmesi, ömrünün sonuna kadar, tevbesinde dosdoğru kalmasıdır. Böylece âsi, kusurlarım telâfi eder. Nefsi ikinci bir defa günaha dönmeyi tasarlamaz. Ancak âdetlerde, beşerin kurtulmadığı hatalar bu hükmün dışındadır.
Evet, beşer peygamberlik mertebesinde olmadıkça bu hatalardan kurtulamaz. İşte tevbe üzerinde istikamet bu demektir. Tevbe’nin sahibi, hayırları elde eden, günahları hasenelerle değiştiren bir kimsedir. Bu tevbeye tevbeyi nasûh denir. Bu nefse nefs—i mutma
inne denir. Öyle bir nefs-i mutmainne ki rabbinden razıdır ve rabbinin katına rızasına mazhar olduğu halde dönüş yapar.
Bunlar o kimselerdir ki Hz. Peygamberin şu hadîs-i şerîfiyle onlara işaret vardır:
Allah’ın zikriyle âdeta mest olan müteferridler herkesi geçtiler. Zikir onlardan ağır yüklerini kaldırmıştır. Onlar rîrpf* kıyamet gününde hafif yüklü olarak mahşere varırlar!62
Bu hadîs-i şerifte onların yük altında bulunduklarını ve zikir sayesinde o yüklerin onların omuzlarından indirildiğine işaret vardır. Bu tabaka da şehvetlere iştiyak duymamak bakımından birçok mertebelere ayrılırlar.
Bir tevbe edici vardır ki marifetin kahrı altında şehvetleri sükûnet bulmuş, şehvetlere olan iştiyakı gevşemiştir. Onu, hak yolun yolculuğundan şehvetin boğuşması alıkoymaz. Kimi de vardır ki nefsin münazaa ve mücadelesinden ayrılmaz, fakat nefisle mücâhede etmeye ve nefsi reddetmeye muktedirdir.
Sonra şehvetten kesilmenin dereceleri de çokluk, azlık ve müddetin değişmesi ve çeşitlerin değişmesi itibariyle değişirler. Onlar ömrün uzaması bakımından da değişik durumlar arzetmektedirler. Kimi vardır ki tevbe ettikten hemen sonra ölür. Bundan dolayı da kâr eder. Çünkü selâmet kalmış ve tevbesi gevşemeden ölüp gitmiştir. Kimi vardır ki uzun yaşar. Nefsiyle cihadı, sabrı ve istikameti oldukça uzar. Hasenatı çoğalır.
Bu kimsenin hali, daha yüce ve daha üstündür; zira her günah ancak bir hasene ile mahvolur. Hatta bazı âlimler demiştir ki; ‘Günahkârın işlemiş olduğu günah, ancak, şehvet ile beraber on defa onu yapmaya muvaffak olduğu halde yapmayıp sabreder ve Allah korkusundan şehvetini kırarsa keffaretlendirilmiş olur.
Fakat bu şartı ileri sürmek, uzak bir ihtimaldir. Her ne kadar kabul edilirse büyük tesiri inkâr edilmezse de… Fakat zayıf bir mürid için bu yolda gitmek uygun değildir. Çünkü şehveti kabarır, sebepler hazır olur. Öyle ki günah işlemek imkânına sahip olur. Sonra günahtan menedilmeye tamah eder; zira bu durumdaki bir insan, şehvetin dizgininin elinden çıkmasından emin değildir. Dolayısıyla günah işleyip tevbesini bozmaktan korkar. Bunun yolu, günahı kolaylaştıran sebeplerin başlangıcından kaçmaktır ki nefsi için şehvetin yollarını kapatmış olsun. Bununla beraber gücü dahilinde olanla şehvetini kırmaya çalışır. Oysa böyle yaparsa başlangıçta tevbesi selim kalabilir.
İkinci Tabaka
İkinci tabaka, tevbe eden, ibâdetlerin esaslarında istikamet yolunda yürüyen, fâhiş günahların büyüklerinin tümünü terkeden bir kimsedir.
Ancak bu kimse arada sırada arız olan günahlardan bir türlü kurtulamaz. Fakat bu günahları da kasden veyahut maksadını buna yöneltmek suretiyle yapmaz. Bunları yapmak azmi kendisinde olmaksızın ancak hallerin cereyan ettiği yollarda bunlarla müptela olur. Fakat bunları yaptıkça nefsini kırar, pişman olur, teessüf eder. Yeniden bu günahları önüne çıkaran sebeplerden sakınmak için gayret gösterir. Bu nefis, levvâme nefis olmaya uygundur; zira levvâme nefis, sahibini kötü hedefinden dolayı kınar. Görüş’ün ve kastın tahmininden, azmin kesinliğinden kınamaz.
Bu mertebe her ne kadar birinci tabakanın mertebesinden aşağı ise de yüksek bir mertebedir. Bu, tevbe edenlerin çoğunun durumudur. Çünkü şer, ademoğlunun çamurundan yoğrulmuştur. Ademoğlu az şerden kurtulabilir. Ademoğlu’nun çalışmasının en son gayesi; hayır tarafının şer tarafına ağır basmasıdır ki mizanı ağırlaşsm, hasenat kefesi ağır gelsin.
Seyyiat kefesinin tamamen boş kalmasına gelince, bu gayet uzak bir ihtimaldir.
Bunlar için Allah’ın güzel bir vadi vardır!
Onlar ki günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden sakınırlar, yalnız bazı küçük hatalar işleyebilirler. Muhak-kak rabbin geniş mağfîretlidir. (Necm/32)
Bu bakımdan küçük günah ve vâki olan her hareket, nefsi o günahta yerleştirmek yolundan gelmiyorsa, bağışlanmaya lâyıktır.
Ve onlar ki bir kötülük yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı anarlar ve günahlarının bağışlanmasını dilerler. (Al-ı İmran/135)
Bunlar nefislerine zulmetmelerine rağmen Allah bunları övmektedir. Çünkü pişman olmuşlar ve nefislerini bu zulümden dolayı kınamışlardır.
Hz, Ali’nin rivayet etiği şu hadîs-i şerifte de bu mertebeye işaret vardır:
Sizin hayırlılarınız, günah işleyip tevbe etmiş kimselerdir.63
Mü’min sünbül gibidir. Bazen doğru olur, bazen de meyleder.64
Mü’min zaman zaman günah işleyebilir.65
Bütün bunlar kesin delillerdir ki bu kadarcık bir hata tevbeyi bozmaz. Tevbe sahibini günahta ısrar edenlerin derecesine ilhak etmez. Kim böyle bir kimseyi tevbe edenlerin derecesinden mahrum ederse, o sıhhatli bir insanı aldığı meyveler daimî değilse de arada sırada yediği sıcak yemeklerden dolayı sıhhatinden ümitsiz eden doktor gibidir veya Fıkıh peşine düşen bir insanı, tekrar etmekten ve bazı vakitlerde, uzun ve çok olmaksızın kit ablarının kenarına haşiyeleri talik edip yazmakta gevşeklik gösterdiğinden dolayı fâkihlerin derecesine varmaktan ümitsiz eden bir fakih gibidir.
Bu, doktorun ve fakîhin eksikliğine delâlet eder. Aksine dinde fakih olan bir kimse halkı saadetlerin derecelerinden ümitsiz etmez. Onların birtakım gevşekliklerinden ve arada sırada yapmış oldukları günahlardan ötürü bu derecelere varmaktan onları ümitsiz etmez.
Ademoğullarmm hepsi hatalıdır. Hatalıların en hayırlısı, tevbe eden ve günahlarının affını talep edenlerdir.66
Mü’min bir kimse rabbine karşı zayıf, günahını tevbe ile kapatan bir kimsedir. Bu bakımdan mü’minlerin en hayırlısı tevbesi üzerinde ölen kimsedir.67
İşte onlara sabretmelerinden ötürü mükâfaatları iki kere verilir. (Kasas/54)
Görüldüğü gibi Allah hakikî mü’minleri ‘asla günah işlememezlik’le vasıflandırmamıştır.
Üçüncü Tabaka
Üçüncü tabaka, kişinin tevbe etmesi, bir müddet istikamet üzere yürümesi, sonra bazı günahlarda şehvete maruz kalması, şehvet kastıyla, o günahları, şehveti kahretmekten aciz olduğu için işlemesidir. Ancak bununla beraber ibâdetlere devam eder, kudret ve şehveti olmasına rağmen günahların bir kısmını terkeder, ancak onu bir veya iki şehvet mağlup etmiştir, o şehveti de yoketmeye ve şerrinden sakınmaya Allah’ın kendisini muktedir kılmasını istediği halde onu yapar. Şehvetini yerine getirdiği durumda bile temennisi budur. Arzusu geçtikten sonra pişman olur ve şöyle der:
‘Keşke onu yapmasaydım! Gelecekte ondan tevbe edeceğim. O şehveti kahretmek hususunda nefsimle mücâhede edeceğim!
Fakat nefsi kendisine birtakım mazeretler gösterir, zaman zaman tevbesini tehir eder. Günden güne geciktirir. İşte bu nefis müsevvile (kolaylaştırıcı, süslendirici) diye adlandırılan nefistir.
Bu nefsin sahibi, haklarında Allah Teâlâ’nın şöyle dediği kimselerdendir:
Başka bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler. İyi bir işle kötü bir işi birbirine karıştırdılar. (Tevbe/102)
Bu kimsenin durumu, ibâdetlere devam etmesi ve yapmış olduğu günahtan nefret etmesi bakımından ümitlidir. Allah’ın onun tevbesini kabul etmesi umulur. Sonucu ise, tevbeyi tehir ettiği için tehlikelidir. Bazen tevbe imkânı bulamadan ölür.
Durumu Allah’ın meşiyetine kalmış olur. Eğer Allah ona yetişir, eksikliğini tamamlarsa tevbeyi ona minnet ederse sâbikûn zümresine iltihak eder. Eğer şekavet ona galip gelir, şehvet kendisini kahrederse sonuçta, ezeldeki hükmün üzerine vâki olacağından korkulur; zira fıkıh öğrenen bir kimseye, öğrenmekten insanı meşgul eden sebeplerden sakınma imkânı zorlaştığı zaman, onun zorlaşması ezelde cahillerden olmasının sebkat ettiğine delâlet eder.
Dolayısıyla böyle bir kimse hakkında ümit zayıflar. Tahsile devam etmenin sebepleri, kendisine kolaylaştığı zaman, bu durum delâlet eder ki ezelde onun âlimler zümresinden olacağı sebkat etmiştir. Böylece ahire-tin saadetlerinin ve derekelerinin sevap ve günahlarının irtibatı, sebeplerin müsebbibi olan Allah’ın takdir hükmüyledir. Tıpkı hastalık ve sıhhatin gıdalar ve ilâçları almaya bağlı bulunması, dünyada fakih olup yüce mertebeleri kazanmak için tembelliği terketmeye, fakih olmak için devamlı çalışmaya bağlı olduğu gibi…
Nasıl ki riyaset, kadılık ve ilmen önde olmak ancak fıkıh öğrenmekle mümkün ise, aynen öylece, ahiret mülküne ve nimetine ve âlemlerin rabbine yakın bulunmaya ancak selim olan ve temizlenen kalp elverişlidir. İşte Allah’ın ezeldeki tedbir-i ilâhîsi de bu şekilde sebkat etmiştir.
Nefse ve onu düzenleyene, ona bozukluğunu ve korunmasını ilhanı edene andolsun ki nefsini yücelten iflah olmuş, onu alçaltan da ziyana uğramıştır. (Şems/7-10)
Bu bakımdan kul ne zaman bir günah işlerse, günahı peşin bir felâket olur, tevbesi ise borç! Bu da mahrumiyetin alâmetlerindendir.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Muhakkak kul cennet ehlinin ameliyle yetmiş sene amel eder. Halk ‘bu adam cennet ehlindendir’ der. Onunla cennet arasında ancak bir karışlık mesafe kalır. Bu meyanda onun üzerine kitâb (kader) sebkat eder ve ateş ehlinin ameliyle amel eder ve ateşe girer!
Madem ki durum budur, tevbeden önce son nefesin gelip çatmasından korkmak lâzımdır. Çünkü her nefes, kendisinden önceki nefesin sonuncusu olabilir; zira ölümün o nefesle bitişik olması mümkündür. Bu bakımdan insanoğlu, nefesleri murakabe etmelidir. Aksi takdirde tehlikeye girer. Pişmanlığın fayda vermediği bir anda pişmanlıkları devam eder!
Dördüncü Tabaka
Dördüncü tabaka, tevbe edip, bir müddet istikamet üzerine yürüyüp, sonra günahı veya günahları nefsinde tevbe etmeyi niyet etmeden ve yapmış olduğu günahlardan ötürü hasret çekmeden işlemesidir. Şehvetlerinin arkasından koşan bir gafil gibi dalar.
İşte bu kimse günahta ısrar eden biridir. Bu nefis, hayırdan kaçan ve kötülüğü emreden nefislerdendir. Böyle bir nefsin kötü sonucundan korkulur! Bu nefsin durumu Allah’ın meşiyetindedir. Eğer kötülükle sonuçlanırsa, ardı gelmeyen bir şekavete girmiş olur! Eğer iyilikle sona erip tevhid üzerinde ölürse, bir zaman sonra da olsa ateşten kurtulması beklenir. Bizim muttali olmadığımız gizli bir sebepten dolayı affın şümulüne dahil olması da aklen muhal değildir. Nasıl ki bir hazine görmek için harabelerin arasına giren bir insanın, hazine bulmasının muhal olmadığı ve öğrenmeksizin, âlim olmak için evinde oturanın âlim olmasının muhal olmadığı gibi…
Nitekim peygamberler böyledir. Bu bakımdan ibâdetlerden ötürü mağfireti talep etmek, çalışmak ve tekrar etmekle ilmi, ticaret ve denizlerde sefer yapmak ile serveti talep etmek gibidir. Amellerin bozulmasına rağmen sadece ümide dayanarak mağfiret talep etmek, harabelerden hazine ve meleklerden ilim talep etmek gibidir. Keşke çalışan öğrenmiş olsaydı! Keşke ticaret yapan zengin olsaydı! Keşke oruç tutan ve namaz kılan bağışlansaydı! Bu bakımdan insanların tümü, âlimler hariç saadetten mahrumdurlar.
Âlimlerin tümü de ilmiyle amel edenler hariç mahrumdurlar, ilmiyle amel edenler de ihlâs sahipleri hariç mahrumdurlar. İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerin dedirler.68
Nasıl ki evini yakıp malını zayi eden, nefsini ve aile efradını aç bırakan, ‘Ben Allah’ın faziletini bekliyorum ki harabe evimin altından bana bir hazine ihsan etsin’ diyen bir kimse her ne kadar onu beklediği Allahın kudretinde muhal değilse de basiret sahiplerinin nezdinde ahmak ve mağrur kimselerden sayılırsa, aynen onun gibi ibâdette kusurlu, günahlara ısrarla dalmış, mağfiret yolunun yolcusu olmadığı halde Allah’ın mağfiretini bekleyen bir kimse de kalp erbabının nezdinde serserilerden sayılır. Bu serserinin aklına ve güzel bir ibare ile ahmaklığını süslü göstermeye çalışmasına hayret etmeli; zira der ki ‘Allah kerîmdir. O’nun cenneti benim girmemden dar almaz. Benim günahım O’na zarar vermez ya!’
Sonra onu görürsün ki denizlerde seyahat eder. Dağlık, taşlık ve korkulu yolları para için aşar. Kendisine bu hususta ‘Allah kerîmdir. O’nun hazineleri senin fakirliğini önlemekten âciz değildir. Ticarette tembellik gösterirsen sana zarar vermez. Bu bakımdan evinde otur.
Umulur ki Allah senin ummadığın bir yerden rızkını gönderir!’ denildiği zaman, böyle diyen kimseyi ahmak sayar. Bu sözü söyleyenlerle alay eder ve der ki: ‘Bu hevese nereden kapıldın? Gök, altın ve gümüş yağdırmıyor. Servet ancak çalışmakla elde edilir. Sebeplerin müsebbibi olan Allah böyle takdir etmiştir. O’nun kanunu böyle cari olmuştur. Allah’ın kanunu değişmez.
Bu aldanmış adam ahiret ile dünyanın rabbinin bir olduğunu, O’nun kanununun ne ahiret, nede dünya hakkında değişmediğini bilmez.
Allah şöyle haber vermiştir:
İnsana çalışmasından başka birşey yoktur. (Necm/39)
Öyle ise bu adam, nasıl ahiret hakkında Allah’ın kerim olduğuna inanıyor da dünya hakkında kerîm olduğuna inanmıyor? Nasıl malı kazanmak için gevşeklik göstermek ‘Keremliğin muktezası değildir’ der de ‘daimî bir mülk ve daimî bir nimet için çalışmaktan gevşemek keremliğin muktezası ve isteğidir’ der ve ‘Bu gevşeklik keremin hükmüyle meydana gelmiştir.
Ahiret hakkında gayret göstermeksizin Allah hükmüne binaen kerem verecektir! Allah dünya işlerinin çoğunda şiddetle çalışmasına rağmen meneder vermez’ der de
Allah Teâlâ’nın şu ayetini unutur?
Gökte rızkınız da var, uyarıldığınız da var! (Zâriyât/22)
Biz körlük ve dalâletten Allah’a sığmıyoruz. Bu inanç, tepetaklak olmak ve cehaletin karanlıklarına dalmak demektir. Bu inancın sahibi şu ayetin hükmüne dahil olmaya lâyıktır:
Rablerinin huzurunda başlarını eğerek ‘Ey rabbimiz! Gördük, işittik bizi (dünyaya) geri çevir. Salih amel işleyelim, artık kesin olarak inandık’ demekte olan suçluları bir görsen! (Secde/12)
Yani ‘senin insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır’ dediğinde doğru söylediğini gözümüzle gördük. Bu bakımdan bizi dünyaya geri gönder de çalışalım. Fakat böyle dedikleri anda dünyaya gönderilme imkânından mahrumdurlar ve kendilerine gereken azap kesinleşir. Bu nedenle biz, cehaletin, şüphenin ve zarurî olarak insanoğlunu kötü bir sığmağa sürükleyen şekkin isteklerinden Allah’a sığınırız!
62) Tirmizî
63) Beyhâkî
64) Ebû Yala, İbn Hibban
65) Taberânî, Beyhâkî
66) Tirmizî
67) Taberânî, Beyhâkî
68) Ebû Muhammed Sehl et-Tüsterî’den.
İ) Tevbe’nin Hakikati ve Tanımı
Tevbe fiil, hâl ve ilimden meydana gelen tertipli üç şeyden, gelişen ve birleşen bir mânâdan ibarettir. Bu terkibdeki birinci madde ilimdir, ikincisi MZ’dir, üçüncüsü fiildir. Birincisi ikincisini, ikincisi de üçüncüsünü gerektirir. Bu, Allah’ın mülk ve melekûttaki değişmez kanununun gereği olan bir gerektirmedir.
İlim, günahların zararının büyüklüğünün ve kul ile sevdiğinin arasında perde olduğunun bilinmesidir. İnsan, kesin bir şekilde bunu bildiği ve kalbine gelen bir yakîn ile buna vakıf olduğu zaman bu bilgiden sevdiği elinden çıkacağı için kalbinde bir elem meydana gelir; zira kalp, sevdiği şeyin elden gideceğini sezdiği an üzüntü duyar. Eğer sevdiği şeyin elden gitmesi fiil ile olursa, o fiilden dolayı esef ve üzüntüye dalar! Sevdiği şeyi elinden çıkartan fiilinden duyduğu elemine nedamet (pişmanlık) adı verilir. Bu elem, kalbe galebe çalıp kalbi kapladığı zaman kalpte bulunan bu elemden hâl, mâzi ve istikballe alâkası bulunan bir fiilî irade ve kasdetme adı verilen başka bir hâl doğup meydana gelir.
Bu durumun hali hazırla olan alâkasına gelince, bu alâka yapmış olduğu günahı terketmekten ileri gelir… İstikballe olan ilgisine gelince, o da sevdiği şeyi elden kaçırtan günahı terketmeye hayatının sonuna kadar azimli olmasından meydana gelir. Mâzi ile ilgili bulunmasına gelince, o da eğer cebretmeye gücü varsa elden kaçan fırsatları telâfi edip kaza etmek suretiyle telâfi etmeye çalışmakla meydana gelir.3 Bu bakımdan ilim, bütün bunların başı ve hayırların doğuş merkezidir. Buradaki ilimden gaye; iman ve yakîndir; zira iman, günahların helâk edici zehirler olduğunu tasdik etmekten ibarettir. Yakîn, bu tasdîki te’kid ve takviye etmekten, şüpheyi imandan uzaklaştırmak ve kalbe hâkim kılmaktan ibarettir. Dolayısıyla bu imanın nuru kalp üzerine doğduğunda, pişmanlık ateşini meydana getirir. Dolayısıyla kalp, iman nurunun parlamasıyla sevdiğinden perdelendiğini gördüğünden dolayı elem duyar. Tıpkı daha önce karanlıkta bulunduğu halde birden bulutların dağılmasıyla veya perdenin kaldırılmasıyla nura kavuşan ve sevgilisinin ölümle pençeleştiğini gören bir kimse gibi! Bu manzara karşısında onun kalbinde sevgi ateşi alevlenir. O ateş vasıtasıyla iradesi elinden kaçırdığı fırsatları telafi etmek için harekete geçer.
İlim, pişmanlık, hâl ile istikbâlin terki ve mazinin telâfisiyle ilgili bulunan niyetin oluşmasıyle beraber üç şeyden müteşekkildir. Tevbe ismi bunların tümüne birden verilir. Çok zaman da tevbe ismi, sadece pişmanlık mânâsına ıtlak olunur. İlim onun mukaddimesi, pişmanlığın gereği olan terk ise, onun semeresi ve onun arkasından gelen tabii birşey gibidir. Bu itibarla Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: ‘Pişmanlık tevbedir’. Zira pişmanlık, hiçbir zaman, pişmanlığı gerektiren ilimden ve ondan sonra gelen azimden hâli değildir. Bu bakımdan pişmanlık, bu iki şeyle sarılmış vaziyettedir. Bu iki şeyden kasdım, pişmanlığın meyvesi olan azim ve azmi gerektiren ilimdir. Bu itibarla tevbe nin tarifinde şöyle denilmiştir: Tevbe, geçmiş hatadan dolayı yüreğin elem duymasıdır’. Çünkü bu, mücerred elemden bahsetmektedir.
Bu sırra binaen şöyle denilmiştir:
O bir ateştir. Kalpte alevlenir.
O yürekte meydana gelen bir çatlaktır ki kabuk tutmaz!
Tevbe’nin meyvesi olan günahın terk edilmesi itibariyle tevhe’nin tarifinde şöyle denilmiştir: ‘Tevbe, cefa elbisesini çıkarmak, vefa sergisini yaymaktır’.
Sehl b. Abdullah et-Tusterî şöyle demiştir: ‘Tevbe kötü olan hareketleri, güzel olan hareketlerle değiştirmektir. Bu da ancak halvete çekilmek, susmak ve helâl yemekle tamam olur’. Sanki bu sözüyle tevbe’nin üçüncü mânâsına işaret etmiştir.
Tevbe nin tarifindeki sözler sayılmayacak kadar çoktur. Sen bu üç mânâyı anladığın ve birbirinin mülâzımı olduğunu bildiğin zaman, tevbe’nin tarifi hakkında söylenen sözlerin tevbe’nin bütünmânâlarını toplayamadığını anlarsın. İşlerin hakikatlerini bilmek, mücerred lâfızları bilmekten daha mühimdir,
3) Yani terk edilen günahlar, namaz gibi kazası mümkün olan ile mushafa abdestsiz dokunmak gibi telâfisi mümkün olmayan kısımlara ayrılır. Bu ikinci kısım pişmanlıkla affolunur.
- j) Tevbe’nin Tamamı, Şartları ve Hayatın Sonuna Kadar devamlılığı
Biz tevbe’nin azim ve kasdî gerektiren bir pişmanlıktan ibaret olduğunu söyledik. O pişmanlığı, günahların insan ile sevdiğinin arasında perde olduğunu bilmek doğurur.
İlim, pişmanlık ve azmin her biri için devamlılık ve tamam olmak sözkonusudur. Bunların tamam olmalarının alâmeti, devamlılıklarının da şartları vardır. Bu bakımdan onları belirtmek gerekir. İlim, ilmi düşünmek, tevbe’nin sebebini düşünmek ve tedkik etmek demektir. Bu ileride gelecektir.
Pişmanlığa gelince, pişmanlık sevdiğinin elden kaçacağını hissettiğinde kalbin elem duyması demektir. Bunun alâmeti; hasretin, üzüntünün, gözyaşı dökmenin, ağlamanın ve düşünmenin meydana gelmesidir.
Bu bakımdan evlâdının veya nezdinde aziz olan bazı kimselerin başına gelen bir felâketi hisseden bir kimsenin musibeti ve ağlaması uzar. Acaba insanın nezdinde nefsinden daha aziz olan ne vardır? Ateşten daha şiddetli hangi felâket sözkonusudur? Felâketin gelişine günahtan daha fazla delâlet eden hangi şey vardır? Acaba Allah ve peygamberinden daha doğru olan hangi haber verici vardır? Eğer doktor denilen bir tek insan kişiye ‘evladının hastalığı iyileşmeyen bir hastalıktır’ ve ‘evladın ölecektir’ dese, derhal onun üzüntüsü artar. Bu bakımdan evladı nefsinden daha aziz, doktor da Allah’tan ve Hz. Peygamber’den daha sadık ve bilgin, bu üzüntü de ölüm ve ateşten daha şiddetli değildir.
Günahların Allah’ın öfkelendiğine delâlet etmesi, hastalığın ölüme delâlet etmesinden daha keskindir. Günahlarla ateşe maruz kalmak, hastalıkla ölüme mâruz kalmaktan daha şiddetlidir. Bu bakımdan pişmanlığın elemi ne kadar şiddetli olursa, günahların pişmanlıktan ötürü bağışlanması da o kadar fazla ümit edilir. Öyleyse pişmanlığın doğruluğunun alâmeti kalbin rikkati, gözyaşlarının fazlasıyla akmasıdır.
Tevbe edenlerle oturun! Çünkü onların kalbi daha incedir.53
Pişmanlığın doğruluğunun alâmetlerinden biri de o günahların rahatlığı yerine acısının kalbe yerleşmesidir. Bu bakımdan günaha meyletmenin yerini günahtan tiksinme, günaha rağbetin yerini de nefret alır.
İsrailiyat’ta şöyle vârid olmuştur ki peygamberlerinden biri, uzun seneler ibâdete daldıktan sonra tevbesinin kabul olunmasına dair bir işaret görmeyen bir kulun tevbesini kabul etmesi hususunda Allah’a ricada bulunduğu zaman, Allah Teâlâ o peygambere şöyle buyurmuştur: ‘İzzet ve celâlim hakkı için, eğer göklerin ve yerin ehli, bu kişi hakkında şefaatta bulunsalar bile, kendisinden tevbe ettiği günahın tadı kalbinde oldukça onun tevbesini kabul etmeyeceğim’.
Soru: Günahlar tabiaten sevilen amellerdir. Bu bakımdan kişi bunların acısını nasıl hissedecektir?
Cevap: İçinde zehir elan bir balı yiyen, lezzeti sebebiyle onu idrâk etmezse ve lezzetli sayarsa hastalanır, hastalık ve elemi uzarsa, kılları dökülürse, azaları felç olursa, bu durumda ona o zehir gibi içinde zehir bulunan bir bal ikram edilse, o da aç ve tatlıya iştiyaklı ise böyle bir kimse o baldan nefret eder mi, etmez mi? Eğer ‘Hayır etmez!’ dersen, senin bu sözün, görüneni ve zarurî olanı inkâr etmektir. Aksine o kişi, içinde zehir olmayan baldan da zehirli bala benzediği için çoğu zaman nefret eder.
İşte tevbe edenin günahın acılığını hissetmesi de böyle olur. Çünkü bilir ki her günahın zevki, balın zevki gibidir. Yapacağı da zehirin yapacağı şeydir. Tevbe ancak böyle bir iman ile olduğu zaman sahih olur. Böyle bir iman pek nadir olduğundan dolayı tevbe de pek nadir olur. Tevbe edenleri Allah’tan yüzçevirmiş, günahları hafife almış ve üzerinde ısrar eder görürsün!
İşte tevbe’nin tamam olmasının şartı budur ve bu şartın ölüme kadar devam etmesi gerekir. Bütün günahlarda da bu acıyı hissetmesi gerekir. Her ne kadar o günahlar daha önce işlenmemiş ise de…. Nitekim bal içinde zehir içen bir kimse ne zaman soğuk suyun içinde, balın içinde olduğu gibi zehir olduğunu bilse, soğuk sudan dahi nefret eder; zira onun zararı baldan değil de balın içindeki zehirden gelmektedir.
Tevbe edenin zararı da yaptığı hırsızlık ve zina cihetinden gelmez. Aksine bu hareketin Allah’ın emrine muhalefet olması cihetinden gelir. Bu her günahta câridir.
Bundan doğan niyete gelince, o niyet geçmişi telafi etmenin iradesidir. Onun hal-i hazırla ilgisi vardır. O hal-i hazırda yapmış ve hal-i hazırda yapmakta olduğu her mahzurlu şeyin terkini gerektirir. Hal-i hazırda kendisine teveccüh eden her farzın edasını vâcib kılar. Onun mâzi ile de ilgisi vardır, o da ölüme kadar ibadetlerin ve günahı terketmenin devamlı olmasıdır. Mazi ile ilgili olan tevbe’nin doğru olmasının şartı şudur: Fikrini bâliğ olduğu ilk güne döndürüp, geçmiş ömrünü sene be sene, ay be ay, gün be gün, nefes be nefes tedkik etmektir. Geçmiş ibâdetlerde hangi kusurları işlemiş olduğuna bakmalıdır. Geçmişte hangi günahları işlediğine bakmalıdır! Eğer bir namazı terketmişse veya o namazı pis bir elbise ile kılmışsa veya niyetin şartını bilmediğinden sahih olmayan bir niyetle kılmışsa, onu kaza etmelidir.
Eğer elden kaçırdığının sayısında şüphe ederse bâliğ olduğu müddetten itibaren hesap etmelidir. Kesinlikle edâ ettiği miktardan geri kalanı kaza etmelidir. Bu hususta zann-ı galiple hükmedebilir. Zann-ı galibe ise araştırma ve ictihâd yoluyla varır.
Oruca gelince, eğer onu sefer halinde terketmiş, daha sonra kaza etmemiş ise veya kasden bozmuşsa veya gece niyeti unutmuş ve orucunu kaza etmemiş ise, bütün bunları araştırma ve ictihadla anlamalı ve kazasıyla meşgul olmalıdır.54
Zekâta gelince, bütün malını saymalı, malı kazandığı günden itibaren senelerin sayısını hesaplamalıdır, bâliğ olduğu zamandan itibaren seneleri hesaplamasına gerek yoktur. Çünkü çocuğun malında da zekât vâcibdir.55
Zann-ı galiple zimmetinde olduğunu bildiği zekâtını vermelidir. Eğer mezhebine uygun bir şekilde değil de başka bir şekilde zekâtını vermişse, mesela ayette bahsi geçen sekiz sınıfa değil de (Hanefî mezhebinde olduğu gibi) bazılarına vermiş ise veyahut da Şafiî mezhebinden olduğu halde malın bizzat kendisini zekât olarak vermemiş de (Hanefî mezhebinde olduğu gibi) bedelini vermişse, bütün bunları kaza etmelidir. Çünkü mezhebine muhalif vermiş olduğu zekât kâfi değildir. Zekâtın hesabı ve onu bilmek oldukça uzar. Burada şifa verici bir düşünceye ihtiyaç vardır. Bunu zimmetinden çıkarması için âlimlerden bu mesuliyetten çıkış keyfiyetini sorması gerekir.
Hacca gelince, eğer geçmişte hacca gitmeye gücü olduğu halde, bir türlü hacca gitmemiş, şimdi ise iflas etmişse bu durumda hacca gitmesi gerekir. Eğer iflasla beraber, hacca, gitmeye gücü yetmiyorsa, bu durumda helâlinden yol azığı kazanmalı (ve hacca gitmelidir). Eğer kazancı ve malı yoksa, bu takdirde, halktan zekât veya sadaka isteyip, onunla hacca gitmelidir; zira haccetmeden önce ölürse âsi olarak ölmüş olur.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
(Kendisine farz olup da) haccetmediği halde ölen bir kimse, ister yahudi, ister hıristiyan olarak ölsün!56
Güçten sonra meydana gelen âcizlik, hac farizasını düşürmez. İşte ibâdetleri tedkik ve telafi etmenin yolu budur.
Günahlara gelince, bâliğ olduğunun başlangıcından itibaren kulağını, gözünü, dilini, karnını, elini, ayağını, tenasül uzvunu ve diğer azalarını tedkik etmesi farzdır.
Sonra günlerinin ve saatlerinin tamamını gözden geçirmelidir. Günahlarının defterini tafsilatlı bir şekilde incelemelidir ki günahlarının küçük ve büyük hepsine birden muttali olsun! Kendisiyle Allah arasında vâki olan, kulların zulmüyle ilgisi bulunmayan, mahrem olmayan kadına bakmak, cünüp olarak camide oturmak, abdestsiz mushafa dokunmak, bir bid’ata inanmak, içki içmek, çalgı dinlemek ve kulların zulmüyle ilgili olmayan diğer günahlar gibi… Bu günahlardan tevbe etmek, pişmanlık ve bunlardan ötürü hasret duymakla olur. Şöyle ki: Büyüklük ve müddet bakımından o günahların miktarım saymalı ve o günahların her biri için o günaha uygun bir ibadet yapmalıdır. Bu bakımdan günahlar kadar sevap yapmalıdır.
Bunu da Hz. Peygamber’in şu hadîsinden ilham alarak ayarlamalıdır:
Nerde olursan ol, Allah’tan kork! Günahın akabinde sevap işle ki günahı silsin!57
Çünkü haseneler (sevaplar) günahları giderir. (Hûd/114)
Bu bakımdan çalgı aletlerini dinleyen bir kimse, bunları Kur’ân dinlemekle, zikir meclisinde oturmakla telafi etmelidir. Abdestsiz olarak mushafa dokunmaya, mushafa ikram etmek ve onu çokça okumak ve öpmek suretiyle telafi etmelidir. Bir mushaf yazdırıp telafi etmelidir, İçki içmeyi, helâl içecekleri sadaka vermekle telafi etmelidir. Bu helâl içecekleri de o haramdan daha güzel ve nezdinde daha sevimli olduğu halde sadaka olarak vermelidir.
Bütün günahları saymak mümkün değildir. Ancak maksad, günahın zıddı oları yola girmektir; zira hastalık zıddıyla tedavi edilir. Öyleyse kalbe günahtan ötürü gelen her karanlık ancak o günahın zıddı olan bir haseneyle gelen nur ile silinir. Zıdlar birbirlerine uygun olanlardır. Bunun için her günahı cinsinden olan bir hasene ile silmek uygundur. Fakat bu hasene onun zıddı olmalıdır; zira beyaz siyahla giderilir. Hararet veya soğuklukla değil… Bu tecrîd ve tahkik, silme yolunda hakîmâne hareket etmenin bir kısmıdır. Bu bakımdan burada ümit daha doğrudur, ibâdetlerin bir türüne devam etmekten daha fazla buna güvenilir. Her ne kadar ibâdetin bir türüne devamlılık da günahı silmekte müessir ise de…
İşte Allah ile kul arasındaki günahın silinmesi hakkındaki hüküm budur. Birşeyin zıddıyla telafi edilmesine ‘Dünyanın sevgisi, her hatanın başıdır’ hadîsi delâlet eder. Dünya peşine gitmenin alâmeti, onunla sevinmek, ona meyletmektir. Bu bakımdan şüphe götürmez durum şudur: Müslümana isabet eden ve ondan dolayı müslümanın kalbini dünyadan nefret ettiren her eziyet müslüman için kefaret olur; zira kalp, üzüntülerden ve sıkıntılardan dolayı üzüntülerin evinden (dünyadan) uzaklaşır.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Günahlardan bir kısmı vardır ki onlara ancak üzüntüler kefaret olur ve sildirtir.53
Hadîsin başka bir lâfzında ‘Ancak. maişeti aramaktan ileri gelen yorgunluk ve üzüntü onun kefareti olur’ diye vârid olmuştur.
Hz. Âişe’nin (r.a) hadîsinde ‘Kulun günahları çoğaldığı ve o günahların kefareti olacak amelleri olmadığı zaman, Allah Teâlâ o kulun üzerine üzüntüleri sevkeder. Dolayısıyla günahlarına kefaret olur’ şeklinde vârid olmuştur.
Şöyle denilmiştir: ‘Kulun bilmediği halde kalbinin üzerine akan üzüntü, günahların zulmetidir. O zulmetten dolayı üzülmek ise, kalbin hesaba çekileceğini ve mahşerin dehşetini sezmesidir.
Soru: İnsanoğlunun üzülmesi, çoğu zaman malından, evladından ve mertebesinden dolayıdır. Böyle bir üzüntü hatadır. Nasıl günahına kefaret olabilir?
Cevap: Yukarıda bahsi geçenleri sevmek hatadır. Onlardan mahrum olmak ise günahların kefaretidir. Eğer insanoğlu onlarla lezzetlenmiş olsaydı günahı tamam olurdu.
Nitekim rivayet edilmiştir ki Cebrail (a.s), Yusuf (a.s) hapiste iken yanma varmış, Yusuf Cebrail’e şöyle sormuş:
– Sen o mahzun ihtiyarı (Hz. Yakub’u kastediyor) ne durumda
iken gördün de buraya geldin?
– İlk çocuğunun matemini tutan yüz kadının üzüntüsü kadar
senin için üzüldüğü halde bırakıp geldim!
– Bu üzüntüden dolayı Allah katında, onun ne gibi bir mükâfatı
vardır?
– Yüz şehidin mükâfatı!59
Madem ki durum budur, üzüntüler de Allah’ın haklarının kefaretleri olurlar. Bu, kul ile Allah arasındaki şeylerin hükmüdür. ?Kullara yapılan zulümlere gelince, o zulümlerde de hem günah, hem de Allah’ın hakkına tecavüz vardır. Çünkü Allah Teâlâ, kullara zulmetmeyi de yasaklamıştır. Bu bakımdan o zulümden Allah’ın hakkıyla ilgili olan kısmı, pişmanlık, hasret çekmek, gelecekte onları yapmamak ve zıdları olan haseneleri yapmakla telafi eder.
Öyle ise halka yapmış okluğu eziyet onlara iyilik yapmakla telafi edilir. Gasbettiği malların yerine helâl mülkünden sadaka vermekle günahını telafi edebilir.
Gıybet ve tenkid etmek suretiyle dokunduğu namusların hakkını, diyanet ehlini övmekle, akran ve emsalinin iyiliklerinden bildiklerini izhar etmekle öder. Adam öldürmeyi, köleleri âzâd etmekle telafi edebilir. Çünkü köleleri âzâd etmek, onları diriltmek demektir; zira köle, nefsi için değil, efendisi için vardır. Âzâd etmek ise insanın daha fazlasına gücü yetmeyeni var etmesi demektir. Bu bakımdan yok etmeye var etmekle karşılık vermelidir.
Bununla anlaşıldı ki günahların keffaretlendirilmesi ve sildirilmesi hususunda zıtlarıyla hareket etmekte zikretmiş olduğumuz yolun şeriatta aslı vardır. Nitekim katl (öldürmek), kö
leyi âzâd etmekle kefaretlendirilmiştir. Sonra kişi bunların hepsini yaptığı zaman, kullardan zulmen aldıklarını ödemedikçe kendisine kâfi gelmez. Kullara yapılan zulümler, ya canlarda veya mallarda veya namuslarda veyahut kalplerdedir. Bundan katıksız eziyeti kastediyorum.
Canlara gelince, eğer yanlışlıkla birini öldürürse, onun tevbesi, diyetini teslim etmek ve o diyeti hak sahibine ya kendi malından veya yakınlarının inalından ulaştırmaktır. O diyet yerine ulaşmadan önce, kişi onun mesuliyeti altındadır. Eğer kasten ve kısası gerektirecek bir şekilde öldürmüşse, tevbesi kısasla kabul olunur. Eğer ne şekilde cereyan ettiğini bilmezse, kan sahibinin yanında bunu öğrenmeli ve onu ruhuna hâkim kılmalıdır. Kan sahibi dilerse onu affeder, dilerse onu öldürür. Bu sorumluluk, ancak bu şekilde boynundan sâkıt olur. Bunu gizlemek kendisi için asla caiz değildir. Bu zina ettiği veya içki içtiği veya hırsızlık yaptığı veya yol kestiği veya kendisine Allah’ın cezasının farz olduğu birşeyi yapması gibi değildir. Çünkü bu takdirde tevbe ettiği zaman nefsini rezil etmeye, perdesini yırtmaya ve vali de Allah Teâlâ’nm hakkını kendisinden almayı talep ötmeye mecbur değildir. Aksine Allah’ın örtüsüyle örtmeli, cezasını mücâhede çeşitleriyle nefsine tatbik etmelidir; zirâ sadece Allah’ın affı, pişman olarak tevbe edenlere yakındır. Eğer bu işi valiye götürüp vali tarafından cezayı nefsine tatbik ettirirse yerini bulur, tevbesi sahih ve Allah katında makbul olur.
Delili de şu rivayet edilen ha-dîs-i şeriftir:
Maîz b. Mâlik Hz. Peygambere gelerek dedi ki: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Ben nefsime zulmederek zina ettim. Beni temizlemeni istiyorum!’ Hz. Peygamber onu reddetti. Ertesi gün yine gelerek ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Ben zina ettim’ dedi. Hz. Peygamber ikinci defa onu reddetti. Üçüncü gün de tekrar gelince Hz. Peygamber onun recmedilmesini emretti. Kendisi için bir çukur açtılar ve recmettiler! Bunun üzerine halk, Maiz hakkında iki gruba ayrıldı kimi ‘Maiz helâk oldu! Günahı onu kapladı dedi. Kimi de ‘Onun tevbesinden daha doğru bir tevbe yoktur dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
O öyle bir tevbe yaptı ki onun tevbesi bir ümmetin fertleri arasında taksim olunsa, onların hepsini kaplayacak ve yetecek niteliktedir.60
Gamidiye kabilesine mensup bir kadın Hz. Peygambere gelerek şöyle dedi: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Ben zina ettim. Beni temizle!’ Hz. Peygamber onun sözünü kabul etmedi ve kendisini reddetti. Ertesi gün yine ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Maiz’i reddettiğin gibi beni de reddetmek mi istiyorsun. Allah’a yemin ederim, ben gebeyim!’ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: ‘Şimdi git! Çocuk doğuncaya kadar bekle!’ Kadın doğurduğu zaman beze sarılmış bir çocuğu Hz. Peygamber’in huzuruna getirerek şöyle dedi: ‘İşte çocuğu doğurdum!’ Hz. Peygamber şöyle dedi: ‘Git onu sütten kesilinceye kadar emzir’. Kadın çocuğu sütten kestiği zaman, çocukla, çocuğun elinde bir parça ekmek olduğu halde Hz. Peygamber’in huzuruna geldi ve şöyle dedi: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! İşte ben onu sütten kestim. Yemeği de yedi!’ Bunun üzerine Hz. Peygamber çocuğu müslümanlardarı birine teslim etti. Sonra kadın hakkında emir verdi. Bir çukur açıldı. Göğsüne kadar kadını çukura gömdüler. Halka emir verildi. Kadını recmettiler. Hâlid b. Velid bir taş ile gelip onun başına attı. Kan, Hz. Halid’in yüzüne sıçradı. Bunun üzerine Hz. Hâlid kadına küfretti. Hz. Peygamber, Halid’in ona yaptığı küfrü işitti ve şöyle buyurdu:
Ey Hâlid! Yavaş ol! Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim! O öyle bir tevbe yaptı ki eğer o tevbeyi haraç sahibi bile yapsa onun günahı da bağışlanırdı.
Sonra Hz. Peygamber şöyle devam etti: ‘Onun namazı kılınıp cenazesi defnedilsin!’61
Kısas ve kazfm (zina iftirası) cezasına gelince, bu hususta hak sahibi olan kimseden helâllik istemek lâzımdır. Eğer almış olduğu mal ise, o malı gasb veya hainlik veya bir nevi kandırma ile bir muamelede çürük malı tervic etmek veya satılan malın ayıbını örtmek gibi veya ücretlinin ücretini eksiltmek veya menetmek gibi kandırmak yoluyla elde etmiş ise bütün bunları tedkik etmesi lâzımdır.
Ancak bâliğ olduğu andan itibaren değil, varlığının müddetinin başlangıcından itibaren incelemelidir. Çünkü çocuğun malında verilmesi farz olanı, eğer velisi onu vermek hususunda kusur etmişse, çocuk bâliğ olduktan sonra vermek mecburiyetindedir. Eğer çocuk bunu yapmazsa, zâlim olur ve sorumludur; zira çocuk ve bâliğ ikisi de malî haklarda eşittirler.
Bu bakımdan hayatının ilk gününden, tevbe ettiği güne kadar nefsini, habbeler ve danikler (para birimleri) üzerine, kıyamette hesaba çekilmeden önce hesaba çekmelidir. Sorguya çekilmeden önce kendini sorguya çekmelidir. Çünkü dünyada nefsi ile hesaba girişmeyen bir kimsenin âhirette hesabı oldukça uzar. Eğer üzerinde olan şeylerin toplamı galip bir zanla ve bir nevi ictihadla hâsıl olursa, zulme uğrayan kimselerin isimlerini teker teker yazmalıdır.
Dünyanın dört köşesine gidip onları aramalıdır. Onlarla helâlleşmeli veya haklarını ödemelidir. Bu tevbe zâlim ve tüccar kimselere zor gelir. Çünkü onlar kendileriyle muamele ettikleri insanların hepsini aramaya muktedir değildirler, varislerini de aramaya muktedir değildirler. Fakat onların her birine mümkün olanı yapmak gerekir. Eğer bunu yapmaktan aciz ise, çıkar yolu fazla sevap işlemesidir ki kıyamet gününde sevapları fazla olsun ve sevabları alınıp zulme uğrayanların terazilerine konulsun! Bu bakımdan sevaplarının çokluğu zulümlerinin çokluğu nisbetinde olmalıdır; zira sevapları zulümlerine karşılık veremezse, zulme uğrayanların günahlarından alınır, kendisinin günahlarına eklenir. Dolayısıyla başkasının günahlarıyla helâk olur.
İşte zulümleri telafi etmekte tevbe etmenin yolu budur. Bu da ömrünü sevapları işlemeye vermeyi gerektirir. Eğer zulüm müddetinin uzunluğu nisbetinde ömrü uzarsa böylece telafi edebilir. Acaba bilmeyen bir kimsenin bu husustaki durumu ne olabilir? Çoğu zaman da ecel yakın olur. Bu bakımdan vakit dar olduğu zaman, sevaplara dalması, vakitlerin genişliğinde günahlara olan dalışından daha kuvvetli olmalıdır. Bu da kişinin zimmetinde sabit olan zulümlerin hükmüdür.
Hazır olan mallara gelince, eğer o malların sahibini biliyorsa, derhal sahibine vermelidir.
Sahibini bilmediği bir mala gelince, onu sadaka vermesi gerekir. Eğer helâl harama karışırsa, ictihâd etmekle haramın miktarını takdir etmesi lâzımdır. Helâl ve haram bahsinde tafsilatı geçtiği gibi, o miktarı sadaka vermelidir.
Halka kötü söz söylemek veya gıyablarmda onları kötülemek suretiyle kalplere karşı işlenen cinayete gelince, diliyle kime hücum etmiş, bir fiiliyle kimin kalbini kırmış ise, teker teker onlardan helâllik istemelidir. Kim ölür ve kaybolursa, artık ondan helâllik istemek, mümkün değildir. Bu bakımdan fazla sevaplar işlemek suretiyle otıu telafiye çalışmalıdır ki kıyamette o kötülüğün bedeli olarak sevaplarından alınmış olsun. Ama gotüp de rızasıyla helâlliğini elde eden kimseye gelince, bu helâllik onun kefareti olur. Ona karşı yaptığı kötülüğün miktarını ve ona ne kadar taarruz ettiğini söylemesi boynunun borcudur.
Bu bakımdan mübhem bir şekilde helâllik kâfi değildir. Çoğu zaman, kişi o kötülüğü bilse kötülüğün çokluğunu anlasa onu helâl etmeye razı olmaz. Onu kıyamette kendisine zahîre yapar, onun hasenatından alır veya günahlarını ona yükletir. Başkasına yaptığı kötülüklerin arasında öyle bir kötülük vardır ki onu söyleyip, mazlumu ondan haberdar etse, mazlum onu bilmekle ezaya uğrar. Mesela cariyesiyle veya zevcesiyle zina ettiği veya diliyle mazlumu gizli ayıplarından birine nisbet etmesi gibi… Bunu diliyle söylediği zaman, mazlumun eziyeti oldukça büyür ve helâl etme yolu da kapanmış olur. Bu bakımdan kapalı bir şekilde helâllik istemelidir. Sonra bir kısım zulmü kalır. Onu da ölünün veya kaybolanın hakları sevaplar işlemekle telafi ettiği gibi, sevaplarla telafiye çalışmalıdır.
Günahı söylemeye ve tarif etmeye gelince, bu yeni bir günahtır. Bu günahtan helâllik istemek farzdır. Ne zaman bir kötülüğü hatırlarsa ve kendisine karşı kötülük işlenen bir kimse de bunu biliyorsa, fakat bir türlü nefsi helâllik istemeye müsamaha etmiyorsa o zulüm, kötülük işleyenin üzerinde kalmış olur. Çünkü bu kişinin hakkıdır. Bu bakımdan o mazlum kişiye yumuşak davranmak, onun mühim işlerine koşmak, onun kalbini razı edecek tarzda kendisine şefkat göstermek ve muhabbetini izhar etmek zâlimin vazifesidir; zira insan iyiliğin kulu ve kölesidir. Kim bir kötülükle ürkütülmüş ise, bir iyilikle kalbi zâlime meyledebilir. Bu bakımdan kalbi, suçlunun sevgisi ve yumuşaklığıyla dolduğu zaman nefsi helâl etmeye yanaşır. Eğer suçlunun bütün iyi davranışlarına rağmen yine de helâl etmemekte ısrar ederse, suçlunun ona karşı gösterdiği yumuşaklık ve beyan ettiği mazeret, suçlunun sevaplarına eklenir. Öyle sovaplar ki kıyamette onlarla kötülüğünün kapatılma imkânı olabilir.
Bu bakımdan suçlunun mazlumu sevindirmek hususunda çalışması, kalbinin sevgisini izhar etmek ve yumuşak davranmakla mesrur etmesi, eziyeti nisbetinde olmalıdır. Hatta bu iki durumdan biri diğeriyle eşitlik veya fazlalık arzederse, Allah’ın o fazlalığın üzerine hükmetmesiyle kıyamette fazla olanın bedeli alınır. Tıpkı dünyada bir malı telef edip, sonra onun mislini getirdiğinde, mal sahibinin o getirilen malı kabul etmekten imtina etmesi gibi. Çünkü bu takdirde hakim, ister mal sahibi istesin, ister istemesin, telef edilen malının mislini kabul etmeyi kendisine gerekli kılar. Kıyamette hâkimlerin hâkimi ve adillerin adili Allah da böyle hükmeder.
Sahîh-i Müslim ve Sahîh-i Buhârinin ittifakla Ebû Said el-Hudrî’den rivayet ettikleri bir hadîste Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
Sizden önce, geçmiş milletlerin içinde bir kişi vardı. Bu kişi doksan dokuz kişiyi öldürmüştü. Bu katil yeryüzünün en âlim kişisini sordu. Kendisine bir âbid gösterildi. Katil, âbi-din yanma vardı ve dedi ki:
– Ben doksan dokuz kişiyi öldürdüm! Acaba tevbe edersem
kabul olunur mu?
– Hayır! Kabul olunmaz!
Katil, bunun üzerine âbidi de öldürdü ve böylece öldürdüklerinin sayısı yüz oldu. Sonra yeryüzünün en âlimini sordu. O âlim bir kişiye gönderildi. O âlim kişiye dedi ki: ‘Ben yüz kişi öldürdüm. Acaba tevbe edebilir miyim?’ Âlim dedi ki: ‘Evet! (Tevbe edebilirsin). Seninle tevbe arasına kim girebilir? Şöyle şöyle bir memlekete git. O memlekette Allah Teâlâ’ya ibâdet eden birtakım insanlar vardır. Onlarla beraber Allah’a ibadet et! Sakın memleketine dönme. Çünkü memleketin kötülük memleketidir’. Bu söz üzerine katil, âlimin yanından ayrıldı. Yolun yarısına gelince ölüm meleği yakasına yapıştı. Bu manzara karşısında rahmet ile azap melekleri bunun hakkında tartıştılar. Rahmet melekleri ‘Tevbe ettiği ve kalbiyle Allah’a yöneldiği halde geldi dediler. Azap melekleri ‘O hayatında hiçbir hayır işlememiştir3 dediler. Bunun üzerine insan suretinde bir melek onların yanma geldi ve o meleği aralarında hâkem yaptılar. O hâkem dedi ki: ‘İki memleketin arasını Ölçün! Hangisi daha yakın ise o memleketin malıdır!’ Bunun üzerine melekler, esas memleketi ile ibâdet yapmak üzere gittiği memleket arasını ölçtüler. Gitmek istediği memlekete daha yakın olduğunu gördüler. Bunun üzerine rahmet melekleri onu alıp götürdüler.
Hadîsin başka bir rivayetinde ‘Sâlih memlekete, öbür memleketten bir karış daha yakın idi. Bu bakımdan sâlih memleketin ehlinden oldu’ şeklinde vârid olmuştur.
Başka bir rivayette “Allah Teâlâ o kötü memlekete biraz uzaklaş, sâlih memlekete de biraz yaklaş diye vahyetti ve şöyle buyurdu: ‘İki memleketin arasını ölçün!’ Bunun üzerine onlar kulun, sâlih memlekete bir karış daha yakın olduğunu gördüler. Bundan dolayı kul affedildi”.
İşte bu hadîsle anlaşılmıştır ki kurtuluş ancak sevapların zerre kadar da olsa, ağır gelmesine bağlıdır. Bu bakımdan tevbe eden bir kimse için fazla sevap işlemek gerekir. İşte mâzi ile bağlı bulunan niyetin hükmü budur.
İstikbâl ile bağlı bulunan azme gelince, o şu demektir: Allah ile kuvvetli bir akid yapmalıdır. Bir daha o günahlara ve onların benzerlerine dönmemeye söz vermelidir. Tıpkı hastalığında, meyvenin kendisine zarar verdiğini bilen ve hastalığı iyileşmedikçe meyve yememeye azmeden bir kimse gibi… Zirâ bu azim -her ne kadar ikinci halde şehvetin ona galebe çalması tasavvur edilirse de hal-i hazırda kuvvet bulur. Fakat azmi hal-i hazırda kuvvetli olmadıkça kişi tevbe etmiş sayılmaz. Bu kuvvetli azmin tevbe eden bir kimse için ilk başta tamam olmasının düşünülmesi ancak uzlete çekilmek, susmak, az yemek ve az uyumakla ve helâl gıdayı edinmekle mümkün olur. Eğer helâl ve babasından kalan bir malı varsa veya nafakası kadar kazanç temin eden bir sanatı varsa, sadece bununla yetinmelidir; zira günahların başı haram yemektir. Haram yemekte ısrar eden bir kimse nasıl tevbe etmiş olabilir? Giyecek ve yiyeceklerde şehvetlerin terkine gücü yetmeyen ve mübhemleri terketmeye tâkat yetiremeyen bir kimse, helâlle nasıl iktifa edebilir? Bir zat şöyle demiştir: ‘Kim şehvetin terkinde doğruluk gösterip Allah için nefsiyle yedi defa cihad ederse, o şehvetle müptela olmaz!’
Bir başkası da şöyle demiştir: ‘Kim bir günahtan tevbe eder ve yedi sene istikamet gösterirse artık ebediyyen o günaha dönemez!’
Tevbe eden bir kimsenin mühim vasıflarından biri, eğer âlim değilse, gelecekte kendisine farz ve haram olanları bilmektir ki istikamet imkânını bulabilsin. Eğer uzlete çekilmeyi tercih etmezse, mutlak mânâda istikamete varamaz. Ancak günahların bir kısmından tevbe etmiş olur. İçkiden, zinadan ve öfkeden tevbe eden bir kimse gibi, bu tevbe mutlak bir tevbe değildir. Hatta bazı insanlar ‘Bu tevbe sahih değildir’ demiştir!
Başkaları ‘Sahihtir demiştir. Buradaki ‘doğruluk mânâsına gelen ‘sahih’ kelimesi mücmeldir. Biz ‘Sahih değildir’ diyene deriz ki: Eğer bu ibareden ‘kişinin bazı günahları terketmesi asla fayda vermez. Hatta terkedişin var olması, yok olması gibidir’ mânâsını kastediyorsan senin hatan pek büyüktür! Zira biz kesinlikle biliyoruz ki günahların çokluğu azabın çokluğuna, azlığı da azabın azlığına sebeptir. Ve yine ‘sahihtir’ diyene de deriz ki: Eğer bu ibareden gayen; ‘Bazı günahlardan tevbe etmek insanı kurtuluşa veya zafere vardıracak bir kabulü gerektirir’ ise, senin de bu hükmün yanlıştır. Kurtuluş ve zafer tümünü terketmekle olur. Zahirin hükmü budur. Biz Allah’ın affının sırlarının gizliliklerinden konuşamayız.
Eğer ‘Bazı günahların tevbesi sahih değildir’ diye hüküm veren kişi dese ki: ‘Ben bu hükümle şunu kastediyorum: Tevbe pişmanlıktan ibarettir. Hırsızlıktan insan ancak hırsızlık olduğu için değil günah olduğu için pişman olur. Eğer hırsızlık günah olduğu için, ona elem veriyorsa, zinadan pişman olmaksızın sadece hırsızlıktan pişman olması muhaldir. Çünkü pişmanlığın illeti, bunların ikisine de şamildir; zira evladının kılıçla öldürülmesinden dolayı ciğeri yanan bir kimse, bıçakla da öldürülse yine ciğeri yanar; zira ciğerin yanması sevdiğinin helâk olmasından ötürüdür. İster kılıçla, ister bıçakla ölsün farketmez. Kulun sevdiği için elden çıkmasından dolayı üzülmesi de böyledir. Sevdiği için bu çıkışı da masiyetle olur. İster hırsızlık, ister zina ile günahta bulunsun! Öyle ise nasıl olur da masiyetin bazısından elem duyar, diğerinden duymaz? Oysa pişmanlık öyle bir durumdur ki masiyetin, mâsiyet olduğundan mahbubu elden çıkarıcı olmasını bilmek bu durumu gerektirir. Bu bakımdan bu pişmanlığın günahların bazısından ötürü olup da diğerlerinden olmaması tasavvur olunamaz. Eğer böyle bir pişmanlık caiz olsaydı bir küpten şarap içmekten tevbe etmek, diğer küpten içmekten tevbe etmemek de caiz olurdu. Eğer böyle bir tevbe, iki tür şarap hususundaki günahın bir olması bakımından ve ancak ‘küplerin kap olmaları’ yönünden
muhal ise, günahların kendileri de günahın aletleridir. Günah, emre muhalefet bakımından birdir.
Bu bakımdan durum bu iken sahih olmamanın mânâsı şudur; Allah Teâlâ tevbe edenlere bir mertebe va’detmiştir. O mertebeye ancak pişmanlıkla varılır. Benzerlerin bazısından pişman olmak, bazısından olmamak tasavvur olunamaz. Bu bakımdan tevbe îcâb (verdim) ve Kabul (kabul ettim) üzerine terettüp eden mülk gibidir. Öyleyse icab ve kabul tamam olmadığı zaman ‘Akid sahih değildir!’ deriz. Bu bakımdan akdin semeresi üzerine terettüb etmez. O semere de mülktür. Bu itirazın tahkiki şöyledir: Mücerred terkin semeresi, geçmişi kefaretlendirmektir. Bu bakımdan hırsızlığın terki, hırsızlığın kefareti olmaz, hırsızlıktan dolayı nedamet duymak onun kefareti olur. Pişmanlık ancak hırsızlığın günah olmasından ötürü tasavvur olunabilir. Bu ise, bütün günahları kapsamaktadır.
Bu söz, anlaşılır bir sözdür. Bu söz insaf sahibini, tafsilatlı bir şekilde konuşturur. Bu tafsilat perdeyi kaldırır. Bu bakımdan deriz ki: Bazı günahlardan tevbe etmek, ya büyük günahlardan tevbe edip küçük günahlardan tevbe etmemektir veya küçük günahlardan tevbe edip büyük günahlardan tevbe etmemektir veya bir büyük günahtan tevbe edip diğerinden tevbe etmemektir. Büyük günahlardan tevbe edip küçüklerden tevbe etmemeye gelince, bu mümkün bir şeydir. Çünkü kişi bilir ki büyük günahlar, Allah katında daha büyük felâketi, Allah’ın öfke ve gazabını daha fazla celbedici-dirler! Küçük günahlar da affedilmeye daha yakındırlar. Bu bakımdan en büyükten tevbe edip onun için pişman olması muhal değildir.
Tıpkı padişahın aile fertlerine ve haremine karşı, bir de hayvanına karşı cinayet işleyen bir kimse gibi… Bu kimse, aile efradına karşı irtikâb ettiği cinayetten korkar. Hayvana karşı işlemiş olduğu cinayeti ötekine nisbeten hafif sayar. Pişmanlık günahın büyüklüğü nisbetinde ve günahın Allah’tan uzaklaştırıcı olmasına inanmak nisbetindedir. Bunun şeriatta varlığı mümkündür; zira geçmiş zamanlarda tevbe edenler pek fazladır, onlardan hiçbiri de masum değildi. Bu bakımdan tevbe, ismet sıfatını gerektirmez. Doktor bazen hastaja şiddetli bir şekilde baldan sakındırır. Ondan daha hafif bir şekilde şekerden sakındırır. Öyle bir şekilde sakındırır ki onunla beraber şekerin zararı asla görülmez. Bu bakımdan hasta, doktorun sözüyle baldan sakınır, şekerden sakınmaz. Bunun varlığı muhal değildir. Eğer ikisini birden yerse şekeri yemesinden değil, balı yemesinden pişman olmalıdır Kişinin büyük günahların bir kısmından tevbe edip bir kısmından tevbe etmemesi de imkân dahilindedir. Çünkü büyük günahların bir kısmı diğerinden daha şiddetli ve Allah katında daha fazla azabı gerektirici olduğuna inanmaktadır. Tıpkı cinayet, yağmacılık, kullara yapılan zulümlerden tevbe eden bir kimse gibi… Çünkü bu kimse bilir ki kulların defteri terkedilmez.
Kendisi ile Allah arasında vâki olan günahları daha çabuk bağışlanır. Küçük ve büyük günahların değişik olmalarının da mümkün olduğu gibi; zira büyük günahlar da haddi zatında ve günahkârın inancında değişiktirler. Bu sırra binaen günahkâr, kullarla ilgili bulunmayan birtakım büyük günahlardan tevbe eder. Nitekim zinadan değil de şarap içmekten tevbe ettiği gibi; zira ona şarabın serlerin anahtarı olduğu, akıl ortadan kalktığı zaman günahları bilmeden işleyebileceği ihtimali görünmektedir. İçki içmenin ve hameti kanaatinde daha galip geldiğinden dolayı, gelecek zamanda içki içmeyi terk ve geçmiş zamanda yapmış olduğu bu hatadan dolayı kendisinde pişmanlığı gerektiren bir korku oluşur.
Üçüncüsü bir veya birçok küçük günahlardan tevbe edip büyük olduğunu bildiği halde bir büyük günahta ısrar etmesidir. Gıybetten veya mahremi olmayan bir kadına bakmaktan veya bunların yerine geçen herhangi bir küçük günahtan tevbe eden bir kimse gibi… Oysa şarabın içilmesine devam eder. Böyle bir tevbe de mümkündür. Bunun imkân yönü şudur: Hiçbir mü’min yoktur ki günahlardan korkmasın, yapmış olduğundan ya zayıf veya kuvvetli bir şekilde pişman olmasın. Fakat onun o günahta nefsinin duymakta olduğu zevk, aynı günahtan kalbinin sezdiği korkuyu bastırmaktadır. Bu durum korkunun zafiyetini gerektiren cehalet ve gaflet gibi sebeplerden, şehvetin kuvvetini gerektiren birtakım diğer sebeplerden doğup meydana gelir. Bu bakımdan pişmanlık mevcuttur. Fakat azmi harekete geçirecek kuvvette değildir. Eğer korkudan daha kuvvetli bir şehvetten uzak ise, yani korkuya korkudan daha kuvvetli bir şehvet karşı çıkmazsa korku şehveti mağlup eder ve durum da günahı terketmeyi gerektirir. Bazen fâsık kimsenin şaraba karşı saldırganlığı oldukça şiddetlenir. Bir türlü şarapsız sahredemez hale gelir. Gıybet ve halkın iffetine tecavüz etme ve namahreme bakmak hususunda zayıftır. Fakat Allah’tan korkması öyle bir raddeye gelmiştir ki bu şehveti silip süpürür, fakat kuvvetli şehvete güç yetiremez. Bu bakımdan korku böyle bir kimseye günahı terketme azmini harekete geçirmeyi terkettirir. Hatta bu fâsık, nefsinde der ki: ‘Eğer şeytan, şehvetin galebe etmesi vasıtasıyla, bazı günahlarda beni yenmişse de tama
men dizginimi onun eline vermek ve haya perdesini tamamen yırtmak uygun değildir. Bazı günahlarda onunla mücadeleedeceğim. Umulur ki ben, onu bu hususta mağlup etmiş olayım.
Dolayısıyla bazı günahlarda onu mağlup etmem, bazı günahlarımın kefareti olur!’
Eğer bu durum, fâsık kişi hakkında düşünülmezse, fâsığm namaz kılması, oruç tutması da düşünülemez ve fâsığa şöyle denilir: ‘Eğer senin namazın Allah için olmazsa sahih olmaz! Eğer Allah için ise, fışkı da Allah için terket! Çünkü Allah’ın bu husustaki emri birdir. Bu bakımdan fışkı terketmek suretiyle Allah’a yaklaşmadıkça namazınla Allah’a yaklaşman düşünülemez’.
Bu durum muhaldir. Çünkü fâsık der ki: ‘Allah için üzerimde iki emir vardır. Muhalefetten dolayı benim için orada iki ceza gerekir. Ben ise şeytana galebe çalmaktan ötürü onların birinde güçlüyüm. Diğerinde ise acizim. Bu bakımdan ben güçlü olduğum yerde şeytanı mağlup ederim ve oradaki şeytanla olan çarpışmamın şehvetin galebesinden dolayı yapmaktan aciz olduğum şeylerin bir kısmına kefaret olmasını umarım’.
Fâsığm böyle demesi nasıl tasavvur olunamaz? Oysa bu, her müslümanın halidir; zira hiçbir müslüman yoktur ki ibadet ile mâsiyeti bir arada toplamamış olsun! Onun bundan başka sebebi yoktur. Bunu anladığın zaman, bazı günahlarda korkunun şehveti mağlup etmesinin mümkün olduğunu anlamış olursan! Korku, geçmiş bir fiilden dolayı ise pişmanlığı gerektirir. Pişmanlık da azmi gerektirir.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Pişmanlık tevbedir.
Oysa Hz. Peygamber (görüldüğü gibi) her günah için pişmanlığı şart koşmamıştır ve şöyle buyurmuştur:
Günahtan tevbe eden bir kimse günahı olmayan bir kimse gibidir.
Dikkat edilirse ‘bütün günahlarından tevbe eden’ dememiştir. Bu mânâlarla itirazcının şu sözü düşmüş oluyor: ‘Bazı günahlardan tevbe etmek mümkün değildir. Çünkü günahlar Allah’ın öfkesine maruz kalmak hakkında birbirine benzerler’.
Evet! Nebiz’in içilmesinden değil de, şarabın içilmesinden tevbe etmek caizdir. Çünkü şarap ile nebiz, Allah Teâlâ’nm öfkesini gerektirmek hususunda değişik özellikler taşırlar. Azdan değil, çoktan tevbe etmek caizdir. Çünkü günahın çokluğunun cezanın çokluğunda büyük tesiri vardır. Bu bakımdan aciz olduğu miktarla şehvete yardım etmiş olur. Bir kısım şehvetlerini de Allah için terkeder. Tıpkı meyve yemekten, doktor tarafından sakındırılan hastagibi… Bu hasta bazen biraz meyve yer, ama pek fazla yemez.
Bundan şu hüküm çıkar ki bir şeyden tevbe edip onun mislinden tevbe etmemek mümkün değildir. Aksine kendisinden tevbe ettiği günah boynunda kalan günaha zıt olmalıdır. Ya günahın şiddetinden veya şehvetin galebe çalmasından zıt olmalıdır. Buzıddiyet tevbe edenin inancından meydana geldiği zaman, korku ve pişmanlık hakkındaki halinin değişikliği de düşünülebilir. Bu bakımdan günahı terketmek hususundaki halinin değişikliği tasavvur edilir. O günahı işlemekten dolayı pişman olması, bir daha günah işlememek hususundaki azmini yerine getirmesi, hiç günah işlememiş bir kimseye kendisini ilhak ettirir. Her ne kadar bütün emir ve yasaklarda Allah’a itaat etmemiş ise de..
Soru: Cima’dan aciz olan bir kimsenin, aciz olmadan önce yapmış olduğu zinadan tevbe etmesi doğru mudur?
Cevap: Hayır! Kabul olunmaz! Çünkü tevbe, yapabileceği birşey hususunda terketnıe azmini gerektiren bir pişmanlıktan ibarettir. Yapmasına muktedir olunmayan birşey ise, o kişinin terkiyle değil kendiliğinden yok olmuştur. Fakat derim ki: Cima iktidarı olmadıktan sonra kendisinde bir keşif ve marifet meydana gelirse, onunla daha önce yapmış olduğu zinanın zararını kesinlikle bilirse, ondan dolayı içi yanar, hasret çeker, pişman olursa öyle ki eğer kendisinde cima şehveti olmuş olsaydı pişmanlık yangını o şehvetini söndürür mağlup ederdi bu takdirde bu tevbe’nin o eski günahına kefaret olacağını ümit ederim; zira iktidarsızlıktan önce tevbe edip hemen akabinde ölürse -velev ki şehvetini kabartan ve şehvetin isteğini kolaylaştıran bir hale maruz kalmasın- kasdî olsa dahi pişmanlığının, kaselini zinadan çevirecek bir raddeye varması itibariyle tevbe edici sayılır.
Durum bu iken cima’dan iktidarsız olan bir kimsenin pişmanlığının bu raddeye varması muhal değildir. Ancak bunu kendi nefsinde tanımamaktadır. Çünkü bir şeyi canı çekmeyen bir kimse onu terketmek hususunda az bir korku ile nefsinin muktedir olduğunu zan ve takdir eder. Oysa onun kalbine Allah muttalidir. Pişmanlığının miktarını Allah bilir. Umulur ki Allah ondan kabul eder. Zahire göre, Allah onun tevbesini kabul eder. Bütün bunlardan sonra hakîkat, günahın zulmeti kalpten iki şeyle silinir noktasına dönüşür:
Onlardan biri pişmanlıktan gelen yangın, diğeri gelecekte o günahı terketmek için yapılan mücâhedenin şiddetidir. Mücâhede, şehvetin ortadan kalkması ile kalkmış olur. Fakat pişmanlığın mücâhedesinin, günahın karanlığını silmeye güç yetirebilecek bir şekilde kuvvet kazanması muhal değildir. Eğer bu olmasaydı ‘Tevbe eden, tevbesinden sonra bir müddet yaşamadıkça, aynı şehvette nefsiyle birkaç defa mücâhede etmedikçe tevbesi kabul olunmaz’ demek gerekirdi. Fakat bu hükmün şart olmasına şeriatın zahiri delâlet etmez.
Soru: Tevbe eden iki kişiden birinin nefsi günaha iştiyak duymaktan sükûnete kavuşmuş, birinin kalbinde günaha karşı meyil vardır. Fakat nefsi ile mücâhede edip nefsini meneder. Bunlardan hangisi daha üstün ve faziletlidir?
Cevap: Bu husus, âlimlerin ihtilâf ettiği bir husustur. Ahmed b. Ebî Havarî ve Ebû Süleyman Dârânî’nin arkadaşları ‘Mücâhede eden daha üstündür’ demişlerdir. Çünkü mücâhede edene, tevbe ile beraber, cihadın fazileti vardır.
Basra âlimleri ‘Öbürü daha üstündür. Çünkü o, eğer tevbesinden gevşerse, cihaddan gevşemek tehlikesiyle karşı karşıya olan mücahidden daha fazla selâmete yakındır’ demişlerdir. Bu iki
grubun dediği ne haktan uzak, ne hakikatin kemâlindeki kusurdan uzaktır. Burada hakîkat şudur: Nefsinin iştiyakı tamamen kesilen bir kimsenin iki durumu vardır: Bu durumlardan biri; günaha olan iştiyakın kesilmesi sadece şehvetin nefsindeki gevşemesiyledir. Bu bakımdan mücâhid bundan daha üstündür;
zira mücahidin mücâhede yoluyla günahları terketmesi, yakînin kuvvetine ve dininin şehvetine galip gelmesine delâlet eder. Evet bu, yakînin ve dinin kuvvetine kesin bir delildir. Dinin kuvvetinden gayem; yakînin işaretiyle gelişen ve şeytanların işaretiyle ka
barmış şehveti silen irade kuvvetidir. Bunlar iki kuvvettir ki mücâhede bunlara delâlet eder.
İtirazcının ‘Bu daha üstündür, zirâ eğer gevşerse, günaha dönmez sözüne gelince, bu söz doğru bir sözdür. Fakat burada daha üstündür lâfzını kullanmak yanlıştır. Bu da itirazcının şusözü gibidir: ‘Cimâ iktidarı olmayan, iktidarı olandan daha efdaldir. Çünkü iktidarı olmayan, şehvetin tehlikesinden emindir. Çocuk, bâliğ bir kimseden daha efdaldir. Çünkü daha selâmettedir. İflas eden, kahredici ve düşmanlarını yok edici padişahtan daha
efdaldir; zira müflisin düşmanı yoktur. Padişah ise bazen mağlup olur. Her ne kadar çoğu zaman galip ise de!’
Bu konuşma, kalbi selim, nazarı sadece zahirlerde kalan kısa görüşlü, azizliğin tehlikelerde olduğunu bilmeyen, yüceliğin şartının tehlikelere dalmak olduğunu anlamayan bir kimsenin sözüdür.
Hatta bu söz, itirazcının şu sözü gibidir: ‘Atı ve köpeği olmayan avcı, avcılık sanatında köpeği ve atı olandan mertebe bakımından daha yücedir. Çünkü atı olmayan, atının kendisini düşürüp azalarının kırılmasından emindir. Köpeği olmayan, köpeğin kendisini ısırmasından ve kendisine saldırmasından emindir’. Oysa bu hüküm yanlıştır. Aksine at ve köpeğin sahibi, kuvvetli olduğu ve onları edeblendirme yolunu bildiği zaman, mertebe bakımından daha yüce, avcılık saadetini elde etme bakımından daha lâyıktır.
İkinci durum, günaha karşı olan iştiyakın yok olması, yakîn kuvvetinin ve geçmiş bir mücahedeııin doğruluğunun sebebiyledir; zira kişi öyle bir raddeye varmıştır ki şehvet heyecanını yok etmiştir. Sonunda şeriatın edebiyle edeplenmiş. Ancak dinden gelen bir işaretle kabarmaktadır. Din, şehvete galip geldiğinden dolayı, şehvet sakinleşmiştir. Böyle bir kimse şehvetin heyecanından ve gemlemesinden zahmet çeken bir mücahidden mertebe bakımından daha yüksektir. ‘Bu kimse için cihad fazileti yoktur’ denmesi, cihad maksadının ihâta edilmesindeki kusurluluğun ifadesidir. Çünkü cihad, zati için kasdedilir.
Cihaddan maksad, düşmanın saldırmasını kesmektir ki düşman seni şehvetlerine çekmesin veya seni şehvetlerine çekmekten aciz olursa, din yoluna devam etmekten alıkoymasın. Onu kahrettiğin zaman zaferyâb olursun. Mücâhede içinde bulunduğun müddetçe zaferin arkasında koşuyorsun demektir. Bunun misali, hâlâ savaş saflarında cihadla meşgul olup savaşa devam eden, nasıl selâmet kalacağını bilmeyen bir kimseye nisbeten, düşmanı kahredip köle edinen bir kimsenin misali gibidir. Bunun misali bir de hâlâ köpeğini ve atını terbiye etmekle meşgul olan bir kimseye nisbeten av köpeğini ve atını terbiye eden, köpeği saldırganlığı; atı da serkeşliği terk ettikten sonra yanında bulunan bir kimsenin durumuna benzer, Bir grup bu hususta hata etmiştir. Zannetmişler ki en yüce maksad, cihaddır.
Bilmemişler ki cihad, yolun tehlikelerinden kurtuluş için istenir. Başkaları da zannetmiştir ki şehvetleri frenlemek ve tamamen ortadan kaldırmak maksad ve hedeftir. Hatta bazıları nefsini denemiş, bundan aciz kalmıştır ve demiştir ki: ‘Bunu yapmak muhaldir’. Dolayısıyla şeriatı yalanlamış, herşeyi mübâh görme yoluna girmiş, şehvetlerin arkasından alabildiğine koşmuştur. Bütün bu hareketler, cehalet ve dalâlettir. Biz bunu Mühlikat bölümünün, Riyazet-i Nefis bahsinde takrir etmiştik.
Soru: Tevbe eden iki kişi var; biri günahı unutmuş onu düşünmekle meşgul olmamış, diğeri günahı gözünün önüne koymuş, daima onu düşünüyor, yana yakıla pişmanlık duyuyor. Bu iki kişi hakkında ne dersin? Hangisi daha üstündür?
Cevap: Bu hususta da âlimler ihtilâf etmiştir. Sehl Tüsterî ‘Tevbe’nin hakikati, günahı iki gözünün önüne getirmendir’ demiştir. Cüneyd-i Bağdadî de ‘Tevbe’nin hakikati, senin günahını unutmandır’ demiştir. Bu görüşlerin her ikisi de bizce doğrudur. Fakat iki duruma nisbet ve oranla… Tasavvufçuların konuşması, daima eksiktir. Çünkü onların herbirinin âdeti, sadece kendi halinden haber vermektir. Başkasının hali onu alâkadar etmez.
Böylece hallerin değişikliğinden dolayı cevaplar da değişik ve çeşitli olur. Bu himmet, irade ve ciddiyete nisbeten bir eksikliktir. Çünkü bunun sahibi sadece nefsinin halini tedkik eder. Başkasının durumu onu alâkadar etmez; zira onun Allah’a giden yolu nefsidir. O yolun konakları onun durumlarıdır. Bazen de kulun Allah’a giden yolu ilim olur. Bu bakımdan Allah’a giden yollar çoktur. Her ne kadar bu yollar, yakınlık ve uzaklıkta değişik manzaralar arzediyorlarsa da… Bütün bunlar hidayet esasında ortak olmakla beraber yol bakımından hangisinin daha doğru olduğunu Allah herkesten daha iyi bilir. Günahı düşünmek, hatırlamak ve günahtan dolayı ızdırab çekmek, mübtedi bir kimse hakkında kemâldir; zirâ mübtedi bir kimse günahı unuttuğu zaman yüreği yanmaz, iradesi ve hak yolda gitmesi kuvvet bulmaz. Bir de günahı unutmak, insanı o günahın benzerine dönmekten meneden korku ve üzüntüyü kalbinden çıkarır.
Bu durum da hak yolun yolcusuna nisbeten eksikliktir. Çünkü bu, hak yolda gitmekten insanı meneden bir meşguliyetir. Hak yolunun yolcusu, o yolculuktan başka birşeye kaymamahdır. Eğer kendisine, vâsıl olmanın başlangıçları görünürse, marifetin nurları ve gaybın pırıltıları belirirse, bu durum onu tamamen içine alır. Bu durumda geçmiş durumlarına bakmaya artık vakit kalmaz. Bu ise, kemâlin ta kendisidir. Herhangi bir memlekete giden bir yolcuyu taşkın bir nehir yoldan geri bırakırsa, o nehri geçinceye kadar misafirin yorgunluğu gayet uzar. Çünkü o nehir, daha önce bulunan bir köprüyü yıkmıştır. Eğer o kişi nehri geçtikten sonra nehrin kıyısında oturup nehrin köprüyü yıkmasından dolayı ağlarsa, bu da o mâniden kurtulduktan sonra kendisiyle meşgul olduğu ikinci bir mâni olur. Eğer vakit, göç etme vakti değilse, gece de yürümek zorlaşırsa, veyahut yolunda başka nehirler varsa, o nehirlerden geçmekten korkuyorsa, o zaman o gecede uzun uzadıya ağlasın, köprünün harâb olmasından dolayı üzüntü çeksin ki üzüntüsünden dolayı böyle bir harekete dönüş yapmaması hususundaki azmi kuvvet bulsun.
Eğer ‘boyle bir harekete’ dönüş yapmayacağına dair nefsinde bir uyarıcı durum hâsıl olursa, köprünün tahrib edilmesini anmak ve onun için ağlamakla meşgul olmaktansa, yola devam etmek daha iyidir. Bu durum, ancak yolu bilen, maksada vâkıf olan, engeli sezen, sülûkün yolunu iyice kavrayan bir kimse için sözkonusudur. Biz Kitab’ul-İlim’de ve Mühlikât bölümünde bunun birçok parıltılarına işaret etmiştik. Yine deriz ki tevbe’nin devam etmesinin şartı, çokça ahiret nimetlerini düşünmesidir ki o nimetlere karşı rağbeti artsın. Fakat eğer genç ise huri ve köşkler gibi, dünyada benzeri olan nimetlerin hiçbirinin hakkında uzun uzadıya düşünmemelidir. Çünkü böyle bir düşünce, bazen rağbet ve isteğini tahrik eder.
Bu bakımdan gelecek zamandaki nimete razı olmaz, acil ve hal-i hazırdaki nimeti ister. Genç bir yolcuya, Allah’ın cemaline bakmaktaki zevki düşünmek uygundur. Çünkü bu zevkin benzeri dünyada yoktur. Bu bakımdan günahın hatırlanması böylece bazen şehveti tahrik edici olur. Öyleyse mübtedi bir kimse de bazı defa günahı hatırlamakla zarar görür. Bu bakımdan onun günahı unutması, onun katında daha üstün olur. Davud’un (a.s) ağlamasından ve figan etmesinden hikâye olunan durumlar seni bu tahkiki tasdik etmekten menetmesin.
Çünkü kendi nefsini peygamberle kıyas etmen, dolaşıklığın zirvesinde olan bir kıyastır. Çünkü o peygamberler, söz ve fiilerinde ümmetlerine uygun derecelere inmişlerdir; zira onlar ümmetlerin irşâdî için gönderilmişlerdir. Bu bakımdan peygamberler ümmetlerin faydalanacağı şeyleri yaparlar. Her ne kadar bu durum onlar için yüce makamlarından aşağılara inmek ise de (yine böyle yapmak gerekir).
Meşayihten öyleleri vardır ki müridine bir riyazet işaret ettiği zaman, onunla beraber o riyazete katlanır. Oysa mücâhede devresini kapatmış, nefsini terbiye etmiştir. Fakat işi müridine kolaylaştırmak için bu duruma katlanır.
Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Ben unutmam! Fakat, hükümleri vaz’edeyim diye unuturum.
Başka bir lâfızda ‘Yol göstereyim diye unuturum’ şeklinde vârid olmuştur. Hz. Peygamberin bu hadîsine şaşmaman gerekir. Çünkü, çocukların babalarının şefkatinin himayesinde oldukları gibi, ümmetler de peygamberlerin şefkatinin himayesindedirler. Koyunların çobanın himayesinde oldukları gibi, ümmetler de peygamberlerin gözetimindedirler. Babayı görmez misin? Küçük çocuğunu konuşturmak istediği zaman nasıl onun derecesine iner? Nitekim Hz. Peygamber (s.a) Hz. Hasan’a ‘Kih, kih (at, at; alma, alma)’ demiştir.
Bunu Hz. Hasan, zekât hurmasından bir hurmayı alıp ağzına koyduğu zaman söylemiştir. Oysa Hz. Peygamberin fesahati ‘o hurmayı ağzından at! O haramdır’ diyemiyecek kadar eksik değildi. Fakat Hz. Peygamber, Hasan’m konuşmasını anlamayacağını bildiği için fesahati terkedip çocuğun derecesine iniverdi. Koyunu veya kuşu terbiye eden bir kimse, koyunun melemesine benzer veya kuşun ötüşüne benzer bir ses ile ona seslenir. Bunu da terbiyesinde yumuşaklık göstermek için yapar. Öyle işe bu gibi inceliklerden gafil olma. Çünkü bu gibi inceliklerden gafil olmak, değil gafillerin, ariflerin bile ayaklarını kaydırır! Allah Teâlâ’dan lütuf ve keremiyle, hüsn-i tevfîkini talep ederiz.
53) İbn Ebî Dünya, (Avn b. Abdullah’tan)
54) Geceleyin niyeti unutmakta Hanefî ve Mâlikî mezhebine göre bir sakınca
yoktur. Kuşluğa kadar niyet edilebilir.
55) Hanefîlere göre hüküm bunun aksinedir; yani çocuğun malında zekât
yoktur.
56) Hac bölümünde geçmişti.
57) Tirmizî
58) Taberânî; Ebû Nuaym, Hilye
59) İbn Cerîr
60) Müslim
61) Müslim, (Bureyde’den)
- K) Tevbe’nin Vücûbu ve Fazileti
Tevbe nin vücûbu, ayet ve hadîslerle apaçık ortadadır. Basiret gözü açılan, Allah tarafından iman nuruyla göğsü şerhedilen, her adımda kendisini hakikate doğru çeken bir öndere ihtiyacı olmadığı halde cehaletin karanlıklarında önündeki nuruyla, yürüme gücüne sahip olan bir kimsenin nezdinde de bu hüküm açıktır. Bu bakımdan sâlik (ahiret yolunun yolcusu) ya kördür, her adımında kendisini hakka doğru çeken bir rehbere muhtaçtır veya basiret sahibidir; yolun başına hidayet olunur, sonra kendi kendine o hidayet yolunda devam eder. Din yolunda insanlar da böyle kısımlara ayrılırlar. Nice insanlar vardır ki başkasını taklid etmekten kurtulamazlar. Bu bakımdan her adımda bir ayet veya bir hadîs dinlemeye mecbur olur. Bazen de bu durum onu sıkıştırır ve dolayısıyla hayretler içerisinde kalır. Böyle bir kimsenin seyr ü sülûkü ömrü ne kadar uzun olursa olsun, çalışması ne kadar çok olursa olsun eksiktir, adımları yetersizdir.
Nice said vardır ki Allah onun göğsünü İslâm için açmıştır ve o rabbinden gelen bir nur üzerindedir. Az bir işaretle en dolambaçlı yolda yürümeyi, en zor engelleri aşmayı becerir. Onun kalbine Kur’ân ve iman nuru doğar. O, içindeki nurun çokluğundan ötürü az bir beyan ile idare eder. Sanki o, yağma ateş dokunmasa bile parlayacaktır. Hele ateş dokunursa o vakit nur üzerine nur olur. Allah Teâlâ dilediğini nuruna hidayet eder.
Böyle bir kimse her hâdisede nakledilen bir nassa muhtaç olmaz. Bu bakımdan durumu böyle olan bir kimse, tevbe’nin farziyetini bilmek istediği zaman, önce basiret nuruyla tevbe’nin ne olduğunu tedkik eder. Sonra farziyet ile tevbe’nin mânâsını bir araya getirir. Bu mânânın tevbe için sabit olduğunda şüphesi kalmaz. Vâcib, ebedî saadete varmakta ve ebedî helakten kurtulmakta vâcib olan şey demektir; zira eğer saadet ve şekavet, birşeyin yapılmasına veya terkedilmesine bağlı değilse, o vakit o şeyi vâcib olmakla hiçbir mânâsı kalmaz.
Kişinin ‘(Ünsiyet!) icabla vâcib oldu’ demesi, sadece laftır ve faydadan uzak bir konuşmadır; zira bizim için ne hâl-i hazırda ne de gelecekte, yapılmasında veya terkedilmesinde bir fayda olmayan şey ile ister başkası onu bize vâcib kılsın, ister kılmasın meşgul olmamızın hiçbir mânâsı yoktur. Bu bakımdan kişi, vücubun (farziyetin) mânâsını bildiği ve bunun ebedî saadetin vesilesi olduğunu anladığı ve beka evinde saadetin ancak Allah ile mülâki olmakta olduğunu, Allah’a karşı mahcup olan herkesin elbette şakî olacağını, onunla tevbe arasına perdeler gerileceğim, ayrılık ve cehennem ateşiyle yanacağını, Allah ile mülâki olmaktan ancak şehvetlere tâbi olmanın uzaklaştırıcı olduğunu, bu fânî âleme gönül bağlamanın ve kesinlikle ayrılacağı şeylerin sevgisine bağlanmanın uzaklaştırıcı olduğunu, bunun yanında Allah ile mülâki olmaya yaklaştıracak şeyin ancak kalbi dünyanın sahte süslerinden kesip tamamen Allah’ın zikriyle, onun celâl ve cemâlinin marifetini gücü nisbetinde bilmekle, ona muhabbet göstermekle yakınlık sağlamanın ancak Allah’a yönelmekle olduğunu ve Allah’tan yüz çevirmek, Allah’ın huzurundan uzaklaştırılmış düşmanları olan şeytanlara tabi olmaktan ibaret olan günahların mahcubiyetine ve Allah’tan uzaklaşmasına sebep olduğunu bildiği zaman, yakınlığa varmak için uzaklaştıran yollardan dönüş yapmanın farz olduğundan şüphe etmez. Bu dönüş ancak ilim, pişmanlık ve azimle tamam olur. Çünkü kişi, günahların Allah’tan uzaklaştıran sebepler olduğunu bilmedikçe, pişman olmaz. Uzaklaştıran yollara devam ettiğinden ötürü elem duymaz. Elem duymadıkça dönüş yapmaz. Dönüş yapmanın mânâsı, elem verici hareketi terketmek ve azimli olmaktır. Bu bakımdan kişi, bu üç mânânın amaca ulaşmak için zarurî olduğundan şüphe etmez.
İşte basîret nuruyla hâsıl olan iman böyle olur. Fakat halkın çoğunun takatinin dışında olan şeylerde başkasına tâbi olması için geniş bir imkân vardır. O ancak taklidî imanla felâketten kurtuluşa varır. Bu bakımdan bu hususta Allah’ın, Hz. Peygamber’in ve selef-i sâlihinin sözlerini düşünmelidir!
Ey mü’minler! Hepiniz birden Allah’a tevbe edin ki felaha eresiniz.
(Nûr/31) Buradaki emir umumî bir emirdir.
Ey iman edenler! Allah’a yürekten tevbe edin! (Tahrîm/8)
Ayette bahsi geçen ‘Nasûh tevbesi’ hâlisen Allah için, şaibelerden temiz olarak yapılan tevbe demektir. Nasûh, nasihat kökünden türemedir. Tevbe’nin faziletine Allah Teâlâ’nın şu ayet-i celîlesi de delâlet eder:
Elbette Allah çokça tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever.
(Bakara/222)
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Tevbe eden bir kimse, Allah’ın dostudur ve günahtan halis tevbe eden bir kimse, günahı olmayan bir kimse gibidir.4
Muhakkak Allah Teâlâ’nın mü’min bir kulunun tevbesiyle sevinci, bir adamın tehlikeli, ıssız bir çölde bineği, yiyeceği ve içeceği olduğu halde biraz uyuduktan sonra uyandığında azığının ve bineğinin kaybolduğunu görüp, onu her tarafta aradıktan sonra ‘Konak yerine gideyim, orada ölüm uykusuna yatayım’ diyerek başını kolunun üzerine koyarak uykuya yatıp, bir müddet sonra uyandığında, azığı ile devesini yanında gördüğü zamanki sevincinden daha fazladır.5
Hadîsin bazı versiyonlarında geçtiği üzere deve sahibi, sevincinin şiddetinden ötürü Allah’a şükretmek için ‘Sen benim rabbimsin, ben de senin kulunum’ diyeceği yerde ‘Ben senin rabbinim, sen de benim kulumsun’ demiştir.
Hasan Basrî’den şöyle rivayet ediliyor: ‘Adem (a.s) tevbe ettiği zaman melekler onu, tevbesinin kabulünden ötürü tebrik ettiler. Cebrâil ve Mikâil onun yanma inip şöyle dediler: ‘Ey Adem! Allah’ın senin tevbeni kabul etmesinden ötürü gözün aydın olsun!’ Hz. Adem (a.s) Cebrail’e ‘Eğer bu tevbemden sonra yine sorgu sual var ise, benim makamım neresi olur?’ dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ vahiy göndererek şöyle buyurdu: ‘Ey Adem! Sen zürriyetine yorgunluk ve çok çalışmayı miras olarak bıraktın. Ben de onlara tevbe kapısını açtım. Bu bakımdan onlardan kim beni çağırırsa, sana cevap verdiğim gibi, ona da cevap vereceğim. Benden kim mağfiret isterse, ona mağfiret edeceğim. Çünkü ben yakınım. Çağırana cevap veririm. Ey Adem! Tevbe edenleri kabirlerinden, sevinçli bir durumda hasrederim. Onların duaları kabul edilmiştir’.
Bu hususta vârid olan rivayetler sayılmayacak kadar çoktur. Tevbe’niıı vâcib oluşunda ümmetin ittifakı vardır; zira tevbe’nin mânâsı, günahların helâk edici ve Allah’tan uzaklaştırıcı olduğunu bilmektir. Bu, imanın vücubuna dahildir. Fakat bazen gaflet insanı bundan habersiz bırakır. İşte ilmin mânâsı, bu gafleti ortadan kaldırmaktır. Bu bakımdan tevbe’nin farz olduğunda ihtilâf yoktur.
Tevbe nin bir mânâsı da günahları derhal terketmek, gelecekte de yapmamaya azimli olmak ve daha önce geçen kusurları telâfi etmeye çalışmaktır. Böyle yapmanın farz olduğunda şüphe yoktur. Geçmişe dair nedamet getirmek ve üzülmek farzdır. Bu ise tevbe’nin ruhunu teşkil eder. Günahların telâfisi bununla tamamlanır. Öyle ise tevbe nasıl farz olmasın? Tevbe bir tür elemdir ki Allah’ın öfkesini gerektiren ve zayi olan hayatın hakikatini bilmenin akabinde meydana çıkar.
Soru: Kalbin elem duyması, insanoğlunun elinde olmayan zarurî bir şeydir. Bu bakımdan böyle kendiliğinden olan bir şeyi Vacibdir’ diye vasıflandırmak nasıl olur?
Cevap: Bunun sebebi, kesinlikle sevdiği şeyin elden çıktığını bilmesidir. Bunun sebebini tahsil etmeye bir yol vardır. İşte bu mânânın benzeriyle ilim, vâcib olur. Yoksa ilim ‘kul tarafından yaratılır ve nefsinde meydana gelir’ mânâsına gelmez. Çünkü böyle yapması muhaldir. İlim, pişmanlık, fiil, irade, kudret ve kudretin sahibi olan insan bunların hepsi Allah’ın mahlûku ve fiilidir.
Oysa sizi de, yaptığınızı da Allah yaratmıştır. (Sâffât/96)
İşte basiret sahiplerinin nezdinde hak budur. Bunun ötesi dalâlettir.
Soru: Acaba kulun fiili yapmakta veya terketmekte herhangi bir ihtiyarı yok mudur?
Cevap: Evet vardır! Fakat onun varlığı bizim ‘hepsi Allah’ın mahlûkudur’ dememize ters düşmez. Kulun ihtiyar etmesi de Allah’ın mahlûkudur. Kul, kendi ihtiyarında mecburdur. Çünkü Allah Teâlâ sağlam eli, lezzetli yemeği, midede yemeğe karşı olan şehveti, kalpte ‘şu yemek şehveti teskin eder’ ilmini, ‘şu yemek, şehveti teskin etmesine rağmen, onda zararlı bir madde var mıdır, yok mudur? Onu aldatmaktan zorlaştırıcı bir mâni bulunur mu bulunmaz mı?’ diye çarpışan fikirleri, sonra ‘hiçbir mâni yoktur’ ilmini yarattıktan sonra bu sebepler bir araya geldiğinde yemeği yemeye insanı zorlayan irade kesinleşir.
Bu bakımdan çarpışan düşüncelerin gelip geçmesinden ve yemeğe olan şehvetin meydana gelmesinden sonra iradenin kesinliğine ‘ihtiyar’ (veya cüz-i ihtiyar) ismi verilir. Oysa sebeplerin tamamlanması, anında var olması lâzımdır. Bu bakımdan iradenin kesinliği Allah tarafından yaratıldığında, sıhhatli el şüphesiz lezzetli yemek cihetine meyleder; zira irade ve kudretin tamam olmasından sonra, fiilin meydana gelmesi zarurî olur. Bu bakımdan kudret ve kesin iradenin meydana gelmesinden sonra, Allah’ın yaratmasıyla hareket hâsıl olur. Oysa kudret ile iradenin ikisi de Allah’ın mahlûkudur. İradenin kesinliği, şehvetten ve mânilerin bulunmadığını bilmekten sonra hâsıl olur. Oysa onların ikisi de Allah’ın mahlûkudurlar. Fakat bu mahlûkların bir kısmı diğerinin üzerine terettüp etmektedir. Öyle bir tertip ki mahlûkların yaratılışında Allah Teâlâ1 nın âdet-i ilâhîsi o tertip üzere cereyan etmiştir.
Allah’ın fıtrî kanunu asla değişmez. Bu bakımdan Allah Teâlâ, elde kudret denilen bir sıfatı, hayatı ve kesin olan iradeyi yaratmadıkça, doğru bir yazıyı yazmak için elin hareketini yaratmaz. Kesin iradeyi de şehveti ve nefiste olan meyli yaratmadıkça yaratmaz. Nefisteki bu meyil, Allah Teâlâ ‘Bu meyil hâl-i hazırda ve gelecekte nefse uygundur’ ilmini yaratmadıkça tam manâsıyla harekete geçemez. İlmi de ancak hareket, irade ve ilme dönüşen birtakım başka sebeplerden sonra yaratır. Öyleyse ilim ve tabiî meyl daima kesin irade ve kudreti arkalarına takarlar. İrade de daima hareketi getirir.
İşte her fiilde bu tertip vardır. Hepsi Allah’ın yoktan var etmiş olduğu mahlûkudur. Fakat var edilenlerin bazısı diğeri için şarttır. Bunun için bazılarının öne alınması bazılarının da tehir edilmesi farz olur. Nitekim iradenin ancak ilimden sonra, ilimin ancak hayattan sonra, hayatın da ancak cisimden sonra yaratıldığı gibi… Bu bakımdan cismin yaratılışı hayatın var olması için şarttır. Ancak bu, hayatın cisimden doğduğu anlamına gelmez.
Hayatın yaratılması ilmin yaratılması için şarttır. Bu, ilim hayattan doğar anlamına gelmez. Fakat böyle olmakla beraber, cisimde hayat olduğu zaman ilmi kabul etmeye müsait olur. İlmin yaratılışı iradenin kesinliği için şarttır. Bu, ilmin iradeyi doğurduğu anlamına gelmez. Fakat buna rağmen iradeyi ancak diri ve ilim sahibi olan bir cisim kabul eder. Varlık âlemine ancak mümkün olan birşey girer. İmkânın bozulmayı kabul etmeyen bir tertibi vardır. Çünkü bozulması muhaldir. Bu bakımdan ne zaman vasfın şartı mevcut olursa, o şarttan ötürü o merkez, vasfı kabul etmeye müsait olur. Öyleyse o vasıf, istidadın huşûlu anında ilâhî cömertlik ve ezelî kudretten hâsıl olur. Şartlar sebebiyle istidadın bir tertibi vardır. Kul, bu tertipli hadiselerin cereyan merkezidir. O, bir oları Allah’ın hükmünde göz açıp kapatmak gibi bozulmaz bir küllî tertip ile tertiplenmiştir. Onun ayrıntılı olarak ortaya çıkması, bir ölçüye göredir ki o ölçüyü aşamaz.
Allah Teâlâ’nm şu ayet-i celîlesi bunu ortaya koymaktadır:
Gerçekten biz herşeyi (hikmetimiz icabı) bir kadere (ölçüye) göre yarattık.
(Kamer/49)
Şu ayet de küllî ve ezelî kazaya işaret etmektedir:
Bizim buyruğumuz yalnız bir tektir, göz açıp kapama gibidir.
(Kamer/50)
Kullara gelince, onlar kaza ve kaderin cereyanları altında musahhardır. Kâtibin elinde, kudret ve irade diye adlandırılan ve nefiste bulunan kesin ve kuvvetli bir meylin yaratılışından sonraki hareketi yaratmak kaderin cümlesindendir. Meylinin nereye olduğunu bildikten sonra bu kasda idrâk ve mârifet adı verilir.
Bu dört durum, ne zaman melekûtun iç âleminden, takdirin kahrı altında bulunan bir kulun cismi üzerinde belirirse, gayb ve melekût âleminden habersiz oları, sadece şehâdet ve mülk âlemini gören insanlar acele ederek derler ki: ‘Ey kişi! Sen hareket ettin. Sen attın. Sen yazdın’. (Fakat) gayb perdeleri ve melekûtun arkasından şöyle denilir:
(O gün) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü, attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı. (Enfâl/17)
Bu durum karşısında sadece şehadet âleminden haberdar olanların akılları hayrete kapılır. (Cebriler gibi) kimi ‘Bu halis bir cebr’dir’ der, kimi (Kaderîler gibi) ‘Bu sırf (kulun) bir icadıdır der.
Cebr ile kader arasında hareket eden bir çokları da fiillerin kulun kesbi olduğuna meyletmiştir.6
Eğer onlara gök kapıları açılmış olsaydı, onlar gayb ve melekût âlemine baksaydılar, her birinin bir yönden doğru olduğunu görürlerdi.
Fakat bunların hepsi de kusurludur. Hiçbiri bu işin hakikatini idrâk edememiş, onu ilminin kapsamına alamamıştır. Bunun hakikatine ancak gayb âlemine açılan pencereden doğan bir nur ile ulaşılabilir.
Gayb ve şehâdefin âlimi Allah Teâlâ’dır. Gaybma hiç kimseyi muttali kılmaz. Arıcak razı olduğu peygamberlerini muttali kılar. (Nitekim Kur’ân böyle haber vermektedir). Şehâdet âlemine ise, Allah’ın razı olmadığı kimseler de muttali olurlar.
Kim sebeplerle müsebbeblerin zincirini harekete geçirip bu zincirlemenin keyfiyetini bilir, o zincirlerin sebeplerinin müsebbiblerine nasıl bağlandığını anlar ve ona kaderin sırrı keşfolunursa, o yakînî bir ilimle bilmiş olur ki Allah’tan başka yaratan ve Allah’tan başka mûcid yoktur.
Soru: Sen, cebri savunan grubun, fiili tpıamen kula ait kabul eden ve kesbe meyleden sınıfların hepsinin bir yönden doğru olduğuna ve yine de kusurlu bulunduğuna hükmettin. Bu ise tenakuzdur. Bunun anlaşılması nasıl mümkün olur? Bunu bir misal ile zihinlere yaklaştırmak mümkün müdür?
Cevap: Körlerden bir cemaat memlekete fil getirildiğini duymuşlar, ona dokunup incelemek için filin yanına gelmişler. Körlerden biri filin bacağına, biri dişine, biri de kulağına dokunup yoklamış ve bunun üzerine “Biz fili anladık’ demişler. Filin yanından gittikleri zaman, diğer körler filin nasıl olduğunu onlara sormuşlar. Fili değişik değişik tarif etmişler. Filin bacağına dokunan demiş ki: ‘Fil, bir direk gibidir. Fakat direkten biraz yumuşaktır!’ Filin dişine dokunan kişi demiş ki: ‘Onun dediği gibi değildir. Aksine fil serttir. Onda yumuşaklık yoktur ve kaygandır. O direk gibi kalırı değildir. İnce bir sopa gibidir’. Filin kulağını elleyen demiş ki: ‘Hayatımla yemin ederim. Fil yumuşaktır. Onda sertlik yoktur. Benden önce konuşanlardan biri doğru söyledi’ dedikten sonra şöyle devam etmiş Takat fil ne sopa gibi, ne de direk gibidir. O kaim ve enli bir deri gibidir’. Körlerden her biri, bir yönden doğru söyledi; zira herbiri filin dokunduğu kısmından haber vermiştir. Hiçbiri filin vasfı hakkındaki tecrübesinden dışarı çıkmamıştır. Fakat üçü de filin suretinin hakikatini ihata etmekte kusur etmişlerdir.
Bu bakımdan bu misal ile gözünü aç ve ibret al! Zira bu misal, insanların hakkında ihtilâf ettikleri pekçok fikirlerin misalidir. Her ne kadar bu kelâm, mükâşefe ilminin denizine dalan, onun dalgalarını harekete geçiren bir konuşma ise de… Fakat bu bizim konumuz değildir. Şimdi biz tevbeye dönelim. Bahsini yaptığımız tevbe’nin üç parçası olan ilim, pişmanlık ve günahı terketmekle beraber vâcib olmasının beyanı ile pişmanlığın vücûb hükmüne dahil olduğunun beyanıdır. Çünkü pişmanlık, Allah Teâlâ’nm kulun ilmi ile iradesi arasında mahsur kalan fiillerine dahildir. Bunların arasına giren kudretinin cümlesindendir. Vasfı bu olan bir şeyi, vücûh ismi kapsar.
4) İbn Mâce
5) Müslim, Buhârî, (İbn Mes’ud’dan)
6) Fiili Allah’a isnâd ederek, kul için fiilde kesbi isbat edenler Eş’arîlerdir.
- L) Şartları Bulunduğu Zaman Tevbe’nin Makbul Oluşu
Kabulün mânâsını anladığın zaman, her sahih tevbe’nin makbul olduğunda şüphe etmezsin. Bu bakımdan Kur’an’m nurlarından istimdâd edenler ve basiretlerin nuruyla bakanlar bilirler ki her selîm kalp, Allah katında makbul, âhirette Allah’ın komşuluğuna lâyık ve Allah’ın cemâline bakmaya hazırdır. Bilirler ki kalp, esasında selîm olarak yaratılmıştır. Her doğan çocuk, fıtrat üzerine doğar. Kalbin selâmeti, ancak günahların zulmetinden kalbin yüzüne biriken paslarla ortadan kalkar.
Bilirler ki pişmanlık ateşi, o tozları yakıp kül eder. Hasenenin (sevabın) nuru, kalbin yüzünden o kötü karanlığı siler. Sevapların nuruna karşı günah zulmetinin direnme gücü yoktur. Tıpkı gündüzün nuruyla gece karanlığının yok olduğu, sabunun beyazlat-masıyla kirin yok olduğu ve kirli elbisenin sultanlar tarafından elbise olarak kabul edilmediği gibi… Bu bakımdan Allah Teâlâ karanlık kalbi komşuluğuna kabul etmez. Nasıl ki elbiseyi kötü yerlerde kullanmak kirletirse ve ancak sabunla temizlenirse, tıpkı onun gibi kalbi şehvetlerde kullanmak da kalbi kirletir! O kiri, göz yaşlarının suyu ile ve pişmanlığın yakıcılığıyla yıkamak tertemiz yapar. Her temiz elbise makbul olduğu gibi, her temiz kalp de makbuldür. Senin vazifen ancak tezkiye ve temizlemedir. Kabul etmek ise, önünde hiçbir engel olmayan ezelî kazâ ve kader ile sebkat eden bir vergidir. Buna şu ayette ‘felâh’ ismi verilmiştir:
Muhakkak nefsini tezkiye eden (veya nefsi Allah tarafından tezkiye edilen) felaha kavuşmuştur.(Şems/9)
Kim tahkik yolunda göz ile yapılan müşahededen daha açık ve daka kuvvetli bir mârifet]o kalbin günahlarla ve ibadetlerle zıt tesirlerin etkisinde kaldığını bilmezse, bunlardan birine ‘zulmet’ lâfzının cehalet için mecaz yoluyla kullanıldığı gibi kullanıldığını, diğerine ilim için kullanıldığı gibi ‘nur lâfzının kullanıldığını bilmezse ve yine ‘nur’ ile ‘zulmet’in arasında zarurî ve kaçınılmaz bir zıddiyetin olduğunu ve ikisinin bir arada bulunmasının tasavvur edilemeyeceğini bilmezse, bu kimse dinin sadece kabuğunu tanımış ve sanki dinin sadece isimleri bu kimseye yapışmış demektir.
Öyle ki kalbi dinin hakikatinden kaim bir perde ile perdelenmiştir. Hatta nefsinin hakikatlerinden, sıfatlarından da kalbi perdelenmiştir. Kim nefsini bilmezse, başkasını bilmek hususunda daha cahildir. Başkasından gayem, kalbidir; zira insan ancak kalbiyle kalbinin haricindeki şeyleri bilir. Bu bakımdan kalbini bilmeyen, başkasını nasıl bilecektir?
Tevbe’nin sıhhatli olup kabul edilmeyeceğini düşünen bir kimse, tıpkı güneşin doğup karanlığın zâil olmayacağını, elbisenin sabunla yıkanıp buna rağmen temizlenmeyeceğini düşünen bir kimse gibidir. Ancak kir uzun zaman birikip yerleştiğinden dolayı elbisenin dikişleri arasına ve içerisine nüfuz etmişse, bu takdirde sabun o kiri gidermeye güç yetiremez.
Bunun misali, günahlar kişide tabiat hâline gelinceye ve kalbinin üzerine pas oluncaya kadar birikip yerleşmeleridir. Böyle bir kalp, artık dönüp tevbe etmez. Evet, bazen dil ile ‘Tevbe ettim’ der. Bu, çamaşırcının diliyle ‘Ben elbiseyi yıkadım’ demesi gibidir. Oysa onun yıkadım demesi asla elbiseyi temizlemez. Bu durum elbisenin sıfatı, elbisede yerleşen sıfatın zıddıyla ve kullanılması mümkün olan bir şeyi kullanmak suretiyle değiştirmedikçe devam eder. İşte tevbe’nin aslının men olunmasının durumu budur. Bu uzak bir durum değildir.
Hatta dünyaya yönelen, Allah’tan tamamen yüz çeviren halkın çoğunun durumu budur.
Bu beyan, tevbe’nin kabulü hususunda basiret erbabı için kâfidir. Fakat biz bunu, ayet, hadîs ve eserlerle takviye edelim. Çünkü Kitab ve Sünnet ‘in doğrulamadığı hiçbir görüşe itimad yoktur.
Ayetler
O’dur ki kullarından tevbeyi kabul eder, kötülüklerden geçer ve bütün yaptıklarınızı bilir.(Şûrâ/25)
Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı şiddetli olan ihsan sahibi (Allah’tandır).(Mü’min/3)
Bunlardan başka daha nice ayetler vardır.
Hadîsler
Herhangi birinizin tevbesiyle Allah, yitirdiği devesini bulan kimseden daha fazla sevinir.,.Sevinmek, kabulden sonra gelir. O kabulün delili bir nimettir.
Elbette Allah Teâlâ tevbe ile kudret elini, gece günah işleyen için gündüze kadar, gündüz günah işleyen için de geceye kadar yayar (açar). Bu durum, güneşin batıdan doğuşuna kadar (kıyamet kopuncaya kadar) devam eder.10
‘Kudret elini açması tevbeyi talep etmekten kinayedir; yani Allah kullarının tevbe etmesini ister, İsteyen kabul edenin ötesindedir; yani kabul edeceği için ister. Zira çok kabul eden vardır ki istemez. Hiçbir isteyici yoktur ki kabul edici olmasın!
Göklere yetişinceye kadar hatalar işlemiş olduktan sonra pişman olsanız bile, muhakkak Allah tevbenizi kabul eder.11
İnsan (bazen) günah işler ve o günahtan ötürü cennete girer!
Denildi ki: ‘Ey Allah’ın Rasulü! Bu nasıl olur?’ Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
O günah daima gözünün Önünde olur. Ondan tevbe eder, ondan kaçar ve sonunda cennete girer.12
Günahın keffareti pişmanlıktır.13
Günahtan tevbe eden bir kimse günahı olmayan kimse gibidir.
Rivayet ediliyor ki Habeşistanlı biri şöyle sordu:
– Ey Allah’ın Rasûlü! Ben fahiş işler yapıyordum. Acaba tevbe
edebilir miyim?
-Evet!
– Ey Allah’ın Rasûlü! Ben o fahiş hareketlerde bulunurken
Allah beni görüyor muydu?
Hz. Peygamber ‘Evet deyince Habeşliden bir feryâd ve figanla beraber ruhu çıktı.14
Rivayet ediliyor ki Allah Teâlâ, İblis’e lânet okuduğu zaman, İblis, kendisine mühlet vermesini Allah’tan talep etti. Allah da ona kıyamet’e kadar mühlet verdi. İblis dedi ki: ‘Senin izzetine yemin ederim! Ademoğlunun ruhu oldukça onun kalbinden çıkmayacağım’.
Bunun üzerine Allah Teâlâ da şöyle dedi: ‘İzzet ve celâlime yemin ederim, onda ruh oldukça onun tevbesini kabul edeceğim’.
Muhakkak sevablar, suyun kiri götürdüğü gibi günahları silip götürür.15
Bu husustaki hadîsler sayılmayacak kadar çoktur.
10) Müslim, (Ebû Musa’dan)
11) İbn Mâce, (Ebû Hüreyre’den)
12) İbn Mübarek, Zühd
13) İmam Ahmed, Taberânî
14) Irâkî aslına rastlamadığını söylemiştir»
15) Tirmizî
2.Kitap
Sabır ve Şükür
Sabır Ve Şükür
Allah Hakkındaki Şükür Perdesini Kaldırmanın Yolları
Ashab’ın ve Âlimlerin Sözleri
Ashab’ın ve Âlimlerin Sözleri
Ashabın, Tabiinin ve Ümmetin Selef-i Sulehası’nın Korku ile İlgili Halleri
Fakr ve Zühd
Giriş
Havf – Korku
Korku Halini Temin Eden Çare
Korku’nun Dereceleri, Kuvvet ve Zayıflıkta Farklılık
Korku’nun Fazileti ve Korku’ya Teşvik
Korku’nun Hakikati
Korkulan Şeye Nisbetle Korkunun Kısımları
Korkunun mu, Ümidin mi Fazlası Daha Faziletlidir, Yoksa İkisinin de Normali mi Daha Faziletlidir?
Kuvvet ve Zaaf İtibariyle Sabrın Kısımları
Peygamberlerin ve Meleklerin Korku ile ilgili Halleri
Recâ’nın Fazileti ve Recâ’ya Teşvik
Recâ’nın Hakikati
Sabır İmanın Yarısıdır
Sabra İhtiyaç Olduğu Zannedilen ve Kulun Sabırdan Müstağni Olamadığı Hususlar
Sabredilen Hususlara İzafeten Sabrın Aldığı İsimler
Sabrın Fazileti
Sabrın Hakikati ve Anlamı
Sabrın İlacı ve Sabra Yardımcı Olan Hususlar
Su-i Hâtime’nin (Kötü Sonucun) Anlamı
Şükrün Fazileti
Şükrün Tanımı ve Hakikati
Şükür
Ümid’in Çaresi ve Sebepleri
*Giriş
Allah Teâlâ bitkileri yarattı. Bitki, yarlık bakımından taş, toprak, demir, bakır ve diğer madenlerden daha mükemmeldir; zira bitkide bir kuvvet yaratılmıştır. O kuvvetle bitki, kökü vasıtasıyla gıda alır. O kuvvetin içinde birtakım aletler vardır. Onlar gıdayı çekerler. O aletler bitkinin her yaprağında görülen incecik damarlardır. Sonra onlar kalınlaşır, dal budak salar. Durmadan incelir. Yaprağın bütün parçalarına yayılan kılcal damarlar haline gelir. Hatta görünmeyecek kadar incelir. Ancak bitki bu kemâlle beraber eksiktir; zira bitkiye kökü vasıtasıyla gelen gıda kesildiği zaman solar, kurur. Artık başka bir yerden gıda almak imkânından mahrum olur; zira gıda almak ancak matlûbu bilmekle olur. Ona intikal etmekle meydana gelir. Bitki ise, bundan acizdir. Bu bakımdan Allah’ın senin için hissedici ve gıdanın talebinde harekete geçirci aletler yaratması, sana verdiği nimetlerdendir.
Allah’ın beş duyuyu yaratmaktaki hikmetini dikkatle izle! O beş duyu idrâk aletidir. Onların birincisi dokunma duyusu’dur. Bu ancak şu hikmetten dolayı yaratılmıştır:
Yakıcı bir ateşe veya kesici bir kılıca dokunduğun zaman hisseder, derhal ondan sakınırsın. Bu, canlı için yaratılmış ilk histir. Bu hisse sahip olmayan hiçbir canlı düşünülemez; zira bunu hissetmeyen bir şey hayat sahibi değildir. Hiss derecelerinin en eksiği kendisine temas edeni hissetmektir; zira kendisinden uzak olanı hissetmek, şüphesiz daha mükemmel bir histir. Bu his, çamurdaki kurt dahil olmak üzere, her canlıda mevcuttur; zira çamurdaki kurda iğneyi batırdığın zaman kaçmak için toparlanır. Bitkiler gibi değildir. Çünkü bitki kesildiği halde toparlanmaz; zira kesmeyi hissedemez. Ancak, eğer insan için bu histen başkası yaratılmamış olsaydı, insan da böcek gibi eksik olurdu.
Senden uzak olduğu zaman gıdayı talep edemez, sadece bedenine temas edeni hisseder, onu çekerdin. Bu bakımdan uzak olanı hissetmek için başka bir hisse ihtiyaç vardır. İşte bunun için koku hissi (duyusu) yaratıldı. Ancak bununla koku idrâk edilebilir. Fakat hangi taraftan geldiğini anlaşılmaz. Böylece birçok tarafı aramak mecburiyetinde kalırsın. Bazen kokusunu aldığın gıdayı bulur, bazen de bulmazsın. Eğer bu koku hissinden başkası yaratılmamış olsaydı sen eksikliğin en aşağı seviyesinde olurdun. Bu bakımdan görme duyusu yaratıldı ki onunla uzağı görüp cihetini tesbit edesin ve dolayısıyla o cihete gitme imkânına ulaşabilesin. Ancak bundan başkası yaratılmamış olsaydı, yine eksik olurdun; zira sadece görme hissi ile duvarların ötesinde, perdelerin arkasında olanı hissetmezdin. Ancak arada perde bulunmayan düşmanı görürdün, seninle arasında perde olanı göremezdin. Perde ancak düşmanın sana yaklaştığı ve senin kaçmak imkânından aciz kaldığın bir zamanda kalkardı. Bu yüzden işitme hissi yaratıldı ki onun vasıtasıyla duvar ve perdelerin arkasındaki hareketlerin seslerini duyabilesin; zira gözle, ancak hazır olan bir şeyi görebilirsin. Gözle görülmeyeni ise, harf ve seslerden oluşan bir konuşma ile tanıman mümkündür. Bu da kulak sayesinde mümkün olur. Bu bakımdan işitme hissi yaratıldı.
Konuşmak ve anlamak sayesinde diğer hayvanlardan ayrıldın. Eğer sana zevk (tatma hissi) verilmeseydi bütün bunlar yine de seni müstağni etmezdi; zira gıda eline geçtiği halde onun sana uygun olup olmadığını idrâk edemezsin ve onu yiyip helâk olurdun. Tıpkı ağaç gibi… Onun köküne her zaman sıvı madde dökülür. Zevki olmadığı için bu dökülen maddeyi çeker. Çoğu zaman bu onun kurumasına sebep olur. Eğer dimağında hiss-i müşterek denilen başka bir idrâk yaratılmamış olsaydı bütün bunlar yine de yeterli olmazdı. Bu beş duyu ile idrâk olunanlar o hiss-i müşterek’e teslim edilir ve orada bir araya gelirler. Eğer o hiss-i müşterek olmasaydı senin için durum oldukça zorlaşırdı; zira sen, sarı bir madde yediğin zaman, onu acı ve tabiatına muhalif gördüğünde terkederdin. Onu başka bir zaman gördüğünde, eğer hiss-i müşterek olmasa, ikinci bir defa tatmadan zararlı ve acı olduğunu bilemezdin;
zira göz, sarılığı görür fakat acılığı müşahede etmez. Bu bakımdan hiss-i müşterek olmasaydı ondan kaçınmak mümkün olmazdı, zevk acılığı idrâk eder, fakat sarılığı idrâk etmez. Bu bakımdan bir hâkim lâzımdır ki onun yanında acılık ile sarılık bir arada toplansınlar ki rengi idrâk ettiğin zaman o maddenin acı olduğuna hükmedesin ve ikinci bir defa onu tatmaya muhtaç olmayasın!
Bütün bu durumlarda hayvanlar da seninle ortaktırlar; zira bütün bu duyular koyuna da verilmiştir. Bu bakımdan eğer bu duyulardan başkası yoksa, eksik olursun. Çünkü kurt koyunu yaka-ladığında koyun kendini nasıl müdafaa edeceğini ve bağlandığı takdirde nasıl kurtulacağını bilemez. Bazen kendini bir kuyuya atar, bunun kendisini helâk edeceğini idrâk edemez. Bu nedenle hayvan, hal-i hazırda lezzetli gördüğünü ikinci durumda kendisine zarar verse bile yer, hastalanır ve ölür, zira o ancak hazırdakini hissedebilir. Neticeleri idrâk edemez. Bu bakımdan Allah Teâlâ bütün bu sıfatlardan daha yüce olan başka bir sıfatla seni şereflendirdi ve hayvanlardan ayırdı. O da akıl sıfatıdır. Öyleyse akılla hâl-i hazırda ve gelecekte yemeklerin zararlısını, ve faydalısını idrâk edersin.
Yemeklerin nasıl pişirileceğini, hangi maddeyi hangisiyle karıştıracağını bilir ve sebeplerin hazırlanmasını idrâk edersin. Bu bakımdan sıhhatinin sebebi olan yemeklerden akıl vasıtasıyla faydalanırsın. Gıda aklî faydaların en hasisi, hikmetlerin en azıdır. Akıldaki en büyük hikmet, Allah’ın fiillerini ve âlemdeki hikmetini anlamak marifetidir. Aklın bu en büyük hikmeti tahak-kuk ettiğinde beş duyunun faydaları senin için değişir. Bu bakımdan bu beş duyu casuslar ve memleketin her tarafını taras-sud etmekle vazifeli haberciler gibidirler. Sen onların her birine bir işi havale edersin. Onlardan biri renklerin haberlerini getirir. Diğeri seslerin haberlerini, öbürü kokuların haberlerini, bir başkası yemeklerin, diğeri sıcak, soğuk, sertlik, temas, yumuşaklık, katılık ve başka şeylerin haberlerini getirir. Bu postacılar ve casuslar memleketin çeşitli bölgelerindeki haberleri toplar, hiss-i müşterek ‘e teslim ederler. Hiss-i müşterek de dimağın başına oturmuş, tıpkı padişahın kapısında oturup haberleri ve çeşitli bölgelerden gelen mektupları mühürlü olarak teslim alan postacıbaşı gibidir; zira onun vazifesi, gelen mektupları almak, toplamak ve korumaktır. Mektupların içerisindeki hakikatlerin marifeti onun vazifesi değildir. Fakat kalp, emir ve padişah olan akla rastladığı zaman, o sonuçları ona teslim eder. Çünkü onlar mü-hürlü olarak kendisine gelmiştir. Padişah onları teftiş eder, onlar vasıtasıyla memleketin sırlarına muttali olur. Onlarla memlekete hükmeder. Burada bütün o hükümleri saymak mümkün değildir. Kendisine uygun görünen hüküm ve maslahatlara göre askerler gönderir. Askerler azalardır. Bazen onları aramaya, bazen kaçmaya, bazen de kendisine göre tedbirleri tamamlamaya gönderir.
İşte bunlar, idrâkler hususunda Allah’ın sana olan nimetlerinin bir kısmıdır. Sanma ki biz bütün o nimetleri saydık. Çünkü zâhir olan havaslar (beş duyu) idrâklerin bir parçasıdırlar. Görme duyusu, o havaslardan biridir. Göz de bir tek alettir. Oysa göz, değişik olan on tabakadan meydana gelir: O tabakaların bazıları rutubetlerdir. Bazıları da perdeler…
Perdelerin bazısı, örümcek ağı gibidir. Bazısı da yeni doğan çocukla beraber dışarı çıkan yufka deri gibidir. O rutubetlerin bazısı yumurtanın beyazı gibidir. Bazısı da buz gibidir. Bu on tabakanın her birinin bir sıfatı, şekli, görünüşü, eni, yuvarlaklığı ve terkibi vardır. Eğer bu on tabakadan biri veya herhangi bir tabakanın sıfatlarından biri değişirse, görme duyusu zedelenir. Doktorlar ve sürme sürenler onu düzeltmekten aciz kılarlar.
İşte bu izah, bir duyu hakkındadır. O duyuya dinleme duyusunu ve diğer duyuları kıyas et. Allah Teâlâ’nın gözün cismindeki ve tabakalarındaki bütün hikmetlerini ve nimetlerinin çeşitlerini ciltlerce kitaba bile sığdırmak mümkün değildir. Oysa gözün tamamı küçücük bir cevizden bile büyük değildir. Acaba bütün bedenin, azalarının ve acaipliklerinin hakkında ne zannedersin? İşte bunlar, idrâkleri yaratmak sûretiyle Allah’ın nimetlerine işaretlerdir.
*Recâ’nın Hakikati
Hamd, senâ ehli olan Allah’a mahsustur!. Öyle Allah ki kibriyânın ridasıyla münferid, yücelik ve vecdin sıfatlarıyla mütevahhiddir ve veli kullarını genişlik ve darlıkta sabır kuvvetiyle belâ ve nimetlere karşı şükretme desteğiyle takviye edendir.
Salât ve selâm peygamberlerin efendisi Hz. Peygamber’in, iyilerin efendileri olan ashabının, muttakîlerin önderi olan âlinin üzerine olsun.
İman iki parçadan ibarettir. Bir parçası sabır, öbür parçası şükürdür. Nitekim eserler ve haberler buna şahidlik etmiştir.
1 Sabır ile şükür, Allah’ın vasıflarından iki vasıf ve en güzel isimlerinden iki isimdir; zira Allah kendisine Sabûr ve Şekûr ismini vermiştir.
Bu bakımdan sabrın ve şükrün hakikatini bilmemek, imanın iki tarafını da bilmemek demektir. Sonra bu husustaki bilgisizlik, Rahmân’ın vasıflarının ikisinden de gafil olmak demektir. Oysa Allah’a yaklaşmak, ancak imanla olur. İmanın varlığını teşkil eden şeyi bilmeksizin iman yolunda yürümek düşünülebilir mi? İmanın kendisiyle var olduğu şeyi bilmemek iman yolunda yürümenin düşünülmediğini gösterir.
Sabır ve şükrün marifetini elde etmekten geri kalmak, kendisiyle imanın ayakta durduğu ve imanın kendisiyle idrak olunduğu esasın marifetinden de geri kalmak demektir. Bu bakımdan bu iki şıkkı izah etmek büyük bir ihtiyaçtır ve zarurîdir. O halde biz bu iki şıkkı birbirine bağlı olduğundan dolayı Allah’ın izniyle bir bölümde izah edeceğiz
Bu bölümde sabrın fazileti, tarifinin ve hakikatinin beyanı, imanın yarısı olmasının, ilgilendiği hususların değişikliğine göre, değişik isimlere sahip olmasının, kuvvet ve zafiyet ihtilâfı he-sabıyla kısımlarının beyanı, sabra ihtiyaç duyulan yerin, sabrın ilâcının ve sabra ulaşmada yardımcı olan şeylerin beyanı vardır. Bu bakımdan bu şık yedi fasıldan ibarettir. Allah’ın izniyle bu fasıllar sabrın bütün maksatlarını ihtiva etmektedir.
1) Deylemî, Müsned’ül-Firdevs
*Recâ’nın Fazileti ve Recâ’ya Teşvik
Allah Teâlâ sabredenleri birçok sıfatlarla vasıflandırmış, Kur’an’ın yetmiş küsur yerinde sabrı zikretmiştir. Derece ve hayırların çoğunu sabra izafe etmiş ve onları sabrın meyvesi olarak göstermiştir.
Ayetler
Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları zaman onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten önderler yetiştirmiştik.(Secde/24)
Rabbinin İsrailoğullarına verdiği güzel söz, sabretmeleri sebebiyle tam yerine geldi.(A’raf/137)
Biz sabredenlerin mükâfatını, yaptıklarının en güzeliyle vereceğiz.(Nahl/96)
İşte onlara sabretmelerinden ötürü mükâfatları iki defa verilir.(Kasas/54)
Ancak sabredenlere ecirleri hesapsız ödenecektir.(Zümer/10)
Bu bakımdan hiçbir ibadet yoktur ki onun ecri takdir ve hesapla olmasın! Ancak sabır bu kaidenin dışındadır. Oruç sabırdan olduğu ve sabrın yarısı bulunduğu için Allah Teâlâ, bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur:
Oruç yalnız benim içindir. Onun ecri de bana aittir.
Görüldüğü gibi, Allah Teâlâ ibâdetler arasından orucu, kendi nefsine izafe etmektedir.
Sabredenlere kendileriyle beraber olacağını va’dederek şöyle buyurmaktadır:
Sabredin, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir. (Enfal/46)
Yardımı sabra bağlayarak şöyle buyurmuştur:
Evet sabreder sakınırsanız, onlar hemen şu dakikada üzerinize gelseler rabbiniz size nişanlı beş bin melekle imdad eder. (Âlu İmran/125)
Sabredenler için başkalarına vermediği birçok şeyleri bir araya getirerek şöyle buyurmuştur:
İşte rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.(Bakara/157)
Bu bakımdan hidayet, rahmet ve salâvatlar sabredenler için toplanmıştır. Sabır makamı hakkında vârid olan bütün ayetleri saymak oldukça uzun sürer.
Hadîsler
Sabır imanın yarısıdır.2
Nitekim sabrın imanın yarısı olmasının ne anlama geldiği ileride gelecektir.
Size verilenlerin en azından biri yakîn ve sabır azimetidir Kime bu iki hasletten nasibi verilmiş ise artık o kimse elinden kaçırdığı gece ibadeti ve oruç (sevapları için) üzülmez. Çünkü ondan daha üstününü elde etmiştir. Yemin olsun, eğer siz, üzerinde bulunduğunuz şey üzerinde sabredersiniz, bu benim nezdimde sizden bir kişinin hepinizin ameli kadar amelle bana gelmesinden daha sevimlidir. Fakat ben sizin üzerinize benden sonra dünyanın açılıp gelmesinden, bazınızın bazınızı inkâr etmesinden, o anda semavât ehlinin de (meleklerin de) sizi inkâr etmesinden korkuyorum. Bu bakımdan sabreden ve ecrini Allah’tan bekleyen, sevabın kemâlini elde eder.
Daha sonra Hz. Peygamber şu ayeti okudu: ‘Sizin yanınızdaki tükenir. Allah’ın yanındaki ise, bakidir. Yemin olsun, sabreden-lere ecirlerini hesapız vereceğiz’. (Nahl/96)3
Hz. Peygamber’i iman sorulduğunda, cevap olarak şöyle buyurmuştur:
(İman) sabır ve cömertlikten ibarettir.4 Sabır, cennet hazinelerinden bir hazinedir.5
Yine bir defasında ‘İman nedir?’ diye sorulunca cevap olarak şöyle buyurmuştur:
6 Bu hadîs-i şerif, Hz. Peygamber’in şu hadîs-i şerifine benzer:
Hac Arefe’de vakfe’dir.7 Yani haccın en büyük rüknü Arefe’dir.
Amellerin en üstünü nefislerin zorlandığı ameldir.8
Denildi ki: Allah Teâlâ Hz. Dâvud’a vahiy gönderek şöyle buyurmuştur: ‘Benim ahlâkımla ahlâklan! Muhakkak ben çok sabırlıyım!’
Atâ’nın İbn Abbas’tan rivayet ettiği hadîste deniliyor ki: Hz. Peygamber Ensar’ın yanına girip şöyle buyurmuştur: ‘Siz mü’min misiniz?’ Ensar sustu. Bu esnada orada bulunan Hz. Ömer (onların yerine) ‘Evet! Ey Allah’ın Rasûlü!’ diye cevap verdi. Hz. Peygamber devamla ‘Sizin imanınızın alâmeti nedir?’ dedi. ‘Biz genişlikte şükür, belaya karşı sabır ve kazaya karşı rıza gösteririz’ dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi:
Kâbe’nin rabbine yemin ederim ki durumu böyle olanlar mü’mindirler.9
Zoruna giden birşeye karşı sabır göstermende çok hayır vardır.
Hz. İsa (as) şöyle demiştir: Sizler sevdiklerinize ancak sevmediklerinize karşı gösterdiğiniz sabır sayesinde ulaşabilirsiniz.
Eğer sabır bir şahıs olsaydı muhakkak kerîm bir şahıs olurdu. Allah Teâlâ sabredenleri sever.
Bu husustaki haberler sayılmayacak kadar çoktur. Ashab’ın ve Âlimlerin Sözleri
Hz. Ömer’in Ebu Musa el-Eş’arî’ye göndermiş olduğu bir mektupta şunlar yazılıydı. ‘Sabra yapış! Bilmiş ol ki sabır, iki çeşittir: Biri diğerinden daha üstün ve faziletlidir. Musibetler hususundaki sabır güzeldir. Ondan daha üstün ve faziletlisi, Allah’ın haram kıldıklarına sabretmektir.
Bil ki sabır, imanın temelidir. Şöyle ki: Muhakkak takvâ, hayır yapmaktan üstündür. Takvâ da sabırla olabilir’.
Hz. Ali şöyle demiştir: İman dört direk üzerine bina edilmiştir: ‘Yakîn, sabır, cihad ve adalet’. Yine şöyle demiştir: İmanda sabrın yeri, vücuttaki baş gibidir. Başı olmayanın vücudu yok demektir. Sabrı olmayanın imanı yoktur’.
Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ‘Sabredenler için yükün iki kefesi ne güzeldir: O kefelerin üzerine konan alave ne güzeldir’.
Hz. Ömer yükün iki kefesinden namaz ile merhameti, Alave den de hidayeti kasdetmektedir. Alave, devenin sırtına vurulan yükün iki kefesinin üzerine konan şeye denir. Hz. Ömer bununla şu ayet-i celîleye işaret etmiştir:
İşte rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.(Bakara/157)
Habib b. Ebî Habib ‘Gerçekten biz onu sabredici olarak bulmuştuk. O ne güzel kuldu, o daima (bize) başvururdu’ (Sâd/44) ayetini okuduğu zaman ağladı ve şöyle dedi: ‘Hayret! Kendisi vermiş olduğu halde kendisi övüyor’.
Ebu Derdâ şöyle demiştir: ‘İmanın zirvesi, hüküm için sabır ve kadere de rıza göstermektir’.
İşte buraya kadar söylediklerimiz nakil bakımından, sabrın faziletinin beyanıdır. İbret gözüyle bakmak açısından ise, ancak sabrın hakikatini anladıktan ve mânâsını bildikten sonra anlarsın; zira faziletin ve rütbenin bilinmesi sıfatının bilinmesi demektir. Sıfatın bilinmesi ise mevsufu bilmeden önce hâsıl olmaz. Bu bakımdan biz sabrın hakikatini ve mânâsını zikredelim. Tevfîk ancak Allah’tandır!
2) Ebu Nuaym, Hatib, (Oruç bölümünde geçmişti).
3) İlim bölümünde geçmişti.
4) Taberânî, İbn Hibban, (Cabir’den)
5) Bu hadis, garîb’tir. Irâkî görmediğini söylemektedir.
6) Deylemî
7) Hac bölümünde geçmişti.
8) Irâkî, aslına merfû olarak rastlamadığını, bunun Ömer b. Abdülâziz’in
sözü olduğunu kaydetmektedir.
9) Taberânî, Evsat
*Sabrın Fazileti
Eğer uzaktaki gıdayı, idrâk etmen için sadece göz yaratılmış olsaydı, tabiatında gıdaya karşı bir meyil, bir şevk ve harekete geçirici bir şehvet yaratılmasaydı, göz muattal olurdu, zira nice hasta vardır ki yemeği görür, yemekte onun için eşyanın en faydalısı olduğu halde iştahı çekmediğinden dolayı yemeği almaz. Böylece göz ve idrâk bu kimse hakkında muattal olur. Bu bakımdan sen, sana uygun gelene meyleder ve şehvet diye adlandırılan bir şey ile sana uygun gelmeyenden nefret eden ve kerahet diye adlandırılan diğer bir şeye muhtaçsın. Şehvet ile tabiatına uygunu aramak, kerahet ile de tabiatına aykırı olandan kaçmak için bunlar yaratılmıştır.
Öyle ise Allah sende yemek şehvetini yaratmış şehveti sana musallat kılmış ve tıpkı seni yemek almaya mecbur eden hâkim gibi onu sana koruyucu yapmıştır ki bu sayede yemeği yiyebilesin ve gıda sayesinde ayakta durabilesin. Bu vasıf, bitkiler hariç hayvanların seninle ortak olduğu bir vasıftır. Sonra ihtiyaç miktarı aldığın zaman, eğer bu şehvet sükünete kavuşmazsa, israf eder ve nefsini helâk etmiş olursun. Böyce Allah Teâlâ tokluk anında senin için kerahati yarattı ki onun sayesinde yemeği bırakabilesin. Sen bitki gibi değilsin. Çünkü bitki bozuluncaya kadar köküne akan suyu çeker. Bu bakımdan bitki, gıdasını ihtiyaç miktarı takdir edip bazen ona su veren, bazen de ondan suyu kesen bir insana muhtaçtır. Nasıl ki yeyip bedeninin ayakta durması için sana bu şehvet yaratılmıştır. Eğer ana rahminin, hayız kanının, ceninin, meni ve hayız kanından oluşmasının erkek yumurtaları ve meninin merkezi olan omur iliğinden onlara inen damarların ve kadının göğüs kemikleri arasındaki damarlar vasıtasıyla suyunun (menisinin) sönüşünün keyfiyeti, rahmin derinliğinin birçok kalıplara taksim olunmasının, meninin o kalıbların bazılarına dökülüp erkeklerin oluşunun bazılarına da dökülüp kadın olmasının ve bu meniyi birçok istihalelerden geçirmenin keyfiyetini, önce kan pıhtısı et parçası, sonra kemik, et ve kan olarak yaratılmasını, azalarının baş, el, ayak, karın, sırt ve diğerlerine nasıl taksim olunduğunu söylersek, muhakkak Allah Teâlâ’nın seni yaratmasının başlangıcında, sana verdiği çeşitli nimetlerinden dehşetli bir şekilde sarsılıp hayrete kapılırsın! Şu anlattıklarımız da az değildir. Fakat bütün bunlara girmek istemiyoruz. Ancak yemekteki ilâhî nimetleri açıklamaya çalışacağız ki konuşma uzamasın.
Öyle yemek şehveti, irade çeşiterinden biridir. Fakat senin için o kâfi gelmez; zira helâk ediciler dört taraftan sana hücum etmektedir. Eğer sende, sana zıt düşenlerin hepsini bertaraf et-mekte kullandığın öfke yaratılmamış olsaydı, sen âfetlere maruz kalırdın. Elde etmiş olduğun gıdanın tamamı da senden alınırdı; zira senin elindeki gıdaya tamah ederlerdi.
Bu bakımdan iştahı çekeni defetmek ve onunla mücadele etmeye sevkeden bir kuvvete muhtaçsın. O kuvvet, sana uygun olmayıp zıt düşen her şeyi defetmekte kullandığın öfke kuvvetidir. Bu da sana kifayet etmez; zira şehvet ve öfke ancak insanı hal-i hazırdaki zarar ve fayda veren şeye davet ederler. Gelecekte ise, bu irade onlar hakkında kâfi değildir. Bu bakımdan Allah senin için başka bir irade halketti. O irade, neticeleri bildiren aklın işaretine müsahhardır. Nitekim hal-i hazırı idrâk eden hissin idrâkine müsahhar olduğu halde şehvet ve gazabı yarattığı gibi…
Böylece o irade ile akıldan faydalanman tamamlandı; zira sadece şehvetin sana zarar verdiğini bilmen bildiğinin gereğiyle amel etmeye yönelten bir meyil olmadıkça ondan korunmak hususunda sana kâfi değildir.
Sen bu irade vasıtasıyla ademoğullarına verilen bir ikram ve şeref olarak hayvanlardan ayrılmış oldun. Nitekim (aklın özelliği olan) neticelerin marifetiyle ayrıldığın gibi… Biz bu iradeye dinî teşvikçi diye isim verdik. Bu hususta Sabır bahsinde buradakinden daha fazla izah verdik.
*Ümid’in Çaresi ve Sebepleri
Sabır, dinin makamlarından bir makam ve sâliklerin uğrak yerlerinden bir konaktır. Dinin bütün makamları üç şeyden tanzim edilir:
a. Mârifetler
b. Haller ve durumlar
c. A’mâl (ameller)
Mârifet, kalplerde sabit olan asıl ve temellerdir. Bu temel halleri doğurur. Haller de amelleri meyve olarak verir. Bu bakımdan mârifet gövde, haller dallar, ameller de meyveler gibidir.
Bu kaide, Allah’a doğru giden bütün sâliklerin konaklarında şaşmaz bir kaidedir.İman ismi, bazen marifetlere tahsis edilir, bazen tümüne birden denir. Nitekim biz bunu Kavaid’ulAkaid bahsinde İman ve İslâm terimlerinin birbirinden farkları hususunda zikretmiştik.
Sabır da ancak geçmiş bir mârifet ve kâim olan bir hâl ile tamam olur. Bu bakımdan sabır hakikatte bu marifetten ibarettir. Amel, meyve gibidir, ondan çıkar. Bu da melekler, insanlar ve hayvanlar arasındaki tertibin keyfiyetini bilmekle ancak bilinir; zira sabır insanın özelliğidir. Sabır, hayvan ve meleklerde düşünülemez. Hayvanlarda eksik olduklarından dolayı, meleklerde de kâmil olduklarından dolayı düşünülemez.
Bunun beyanı şöyledir: Hayvanlara şehvet musallat kılınmıştır. Hayvanlar şehvetlere esir olmuşlardır. Bu bakımdan hayvanları harekete veya hareketsizliğe sürükleyen şey şehvettir. Hayvanlarda şehvetle çarpışan ve şehveti engelleyen bir kuvvet yoktur ki o kuvvet, şehvetle çarpışsın ve isteği karşısında ayakta kalsın, dolayısıyla sabır ismi ona verilsin.
Meleklere gelince, onlar rubûbiyyet (rablık) huzuruna iştiyak ve o huzura yakınlık derecesiyle herşeyden arınmışlardır. Onlara, bu hasletten çevirici bir şehvet musallat kılınmamıştır ki onlar kendilerini celâlin huzurundan caydırmak isteyen kuvvetle çarpışıp galip gelecek orduya muhtaç olsunlar.
İnsanlara gelince, o çocukluk devresinin başında hayvan gibi eksik olarak yaratılmıştır. Onda muhtaç olduğu gıdanın şehveti ancak bu devrede yaratılmıştır. Sonra onda oyun ve süse karşı olan istek belirir. Sonra tertip üzere evlenme şehveti başgösterir. Onun için hiçbir şekilde sabır kuvveti yoktur; zira sabır, bir ordunun başka bir ordu karşısında -aralarında savaş olduğu zaman sebat etmekten ibarettir. Çünkü iki ordunun istek ve maksadları zıddır. Oysa çocukta ancak hayvanlarda olduğu gibi hevâ-i nefsin ordusu vardır. Fakat Allah Teâlâ fazl ve cömertliğinin genişliğiyle in-sanoğlunu keremli kılmış, onların derecesini hayvanların derece-sinden yükseltmiştir. Bülûğ (erginlik) çağına yaklaşınca ona iki melek tahsis etmiş, onlardan biri onu hidayet, diğeri de takviye eder. Böylece iki meleğin yardımıyla hayvanlardan ayrılır. O iki sıfatla tahsis edilmiştir. Onların biri Hz. Peygamber’in marifeti, diğeri de neticelerle bağlı bulunan maslahatların marifetidir. Bütün bunlar hidayet ve tarif etmek vazifesi elinde bulunan melekten gelir.
Hayvanın marifeti yoktur, onun neticelerin maslahatına hidayet olunması sözkonusu değildir. Aksine o, hali hazırdaki şehvetlerinin peşine sevkedilir. Bunun için o lezzetliyi arar.
Hâli hazırda zarar verici olmasına rağmen faydalı olan devaya gelince, hayvan onu aramaz ve bilmez. Bu bakımdan insanoğlu hidayet nûruyla şehvetlerin arkasında gitmenin kötü sonuçlar doğurduğunu bilir.
Fakat bu hidayet eğer zarar vericiyi terketmeye gücü yetmiyorsa kâfi gelmez. Nice zararlı vardır ki insan onu bilir. Mesela insanın bedenine isabet eden hastalık gibi! Fakat insan onu defetmeye muktedir değildir. Öyleyse insanoğlu, şehvetlerin göğsüne saplamak için bir kuvvet ve kudrete muhtaçtır ki o kuvvetle şehvetlerle mücahede edip onları nefsinden uzaklaştırmış olsun.
Böylece Allah Teâlâ ona başka bir meleği vekil kıldı ki o melek onu doğrultur, takviye eder ve Allah Teâlâ, onun görmediği ordularla kendisini takviye eder. Allah Teâlâ, bu ordulara, şehvet ordularıyla harbetmeyi emretmişir. Bu ordu bazen zayıflar, bazen güçlenir. Bu durum da Allah Teâlâ’nın takvi-yesiyle bu orduya imdat etmesine bağlı bir durumdur. Nitekim hidayetin nûru da halk hakkında değişik olur. Öyle bir değişiklik ki inhisar altına alınması mümkün değildir. Bu bakımdan bu sıfata ki insan onunla şehvetleri yok etmek hususunda hayvanlardan ayrılır- dinin teşvikçisi adını verelim. Şehvetlerin isteğine de hevâ-i nefsin teşvikçisi adını verelim.
Savaş din teşvikçisi ile hevâ-i nefis teşvikçisi arasında cereyan etmektedir. Bu iki haslet arasındaki savaş daimîdir. Bu savaşın yeri, kulun kalbidir. Din teşvikçisinin imdadı, Allah’ın hizbini des-tekleyen yardımcı meleklerden gelir. Şehvet teşvikçisinin imdadı, Allah’ın düşmanlarına yardım eden şeytanlardan gelir. Bu bakımdan sabır, şehvetin teşvikçisinin karşısında din teşvikçisinin sebat etmesinden ibarettir. Eğer din teşvikçisi şehvet teşvikçisini kahredecek ve şehvetin muhalefetinde devam edecek şekilde sebat gösterirse, bu takdirde Allah’ın hizbine yardım etmiş olur ve sab-redenler zümresine iltihak eder. Eğer perişan olur, şehvetin ken-disine galebe çalacağı kadar zayıf düşerse, şehveti defetmekte sabır göstermezse, şeytanın hizbine iltihak etmiş olur. Madem durum
budur, arzu edilen fiillerin terkedilmesi, sabır diye adlandırılan bir hali ve neticeyi meyve olarak veren bir ameldir.
Bu da şehvet teşvikçisinin karşısında bulunan din teşvikçisinin sebatıdır. Din teşvikçisinin sebatı, öyle bir durumdur ki onu şehvetlerin düşmanlığını bilmek doğurur, Şehvetlerin dünya ve ahirette saadetlerin sebeplerine zıd olduğunun marifetini meyve olarak verir. Bu bakımdan kişinin yakîni kuvvet bulduğu (iman diye adlandırılan marifeti geliştiği) zaman ki bu iman da şehvetin Allah’a giden yolu kesici bir düşman olduğuna kesinlikle inanmaktır din teşvikçisinin sebatı kuvvetlenir. Bu sebat güçlendiği zaman fiiller şehvetin isteğinin hilafına tamamlanır. Bu bakımdan şehveti terketmek ancak şehvet teşvikçisine zıd olan din teşvikçisinin kuvvetiyle tamam olur. Marifetin ve imanın kuvveti, şehvetlerin görünmez taraflarını ve kötü neticesini çirkin gösterir. O iki melek, bu iki orduyu Allah’ın izni ve orduları onlara musahhar kılmasıyla yürütmeyi tekeffül ederler. O iki melek Kirâmen Kâtibîn denilen meleklerdir. Onlar her insanı idare eden iki melektir.
Hidayet edici meleğin rütbesinin, takviye edici meleğin rütbesinden daha yüce olduğunu anladın, o halde tarafların şereflisi olan sağ tarafın o meleğe teslim edilmesinin gerekli olduğu da anlaşılmıştır. Bu bakımdan o melek, bu durumda sağın arkadaşıdır. Diğeri ise sol tarafın arkadaşıdır. Kulun gaflet, düşünce, başıboş gitmek ve mücahede hususunda iki tavrı vardır. Bu bakımdan kul, gafletten ötürü sağın arkadaşından yüz çevirir, ona kötülük yapar ve o da onun yüz çevirmesini bir kötülük olarak kaydeder. Düşünce ile ona yönelir ki ondan istifade etsin. Bu bakımdan bu durumda sağın arkadaşına iyilik etmiş olur. Sağın meleği de kendisine bu yönelişini bir hasene olarak kaydeder. Böylece de sol taraftaki melekten yüz çevirir, ondan imdad istemeyi terk eder, böylece sol taraftaki meleğe kötülük yapmış olur.
Melek de onun kötülüğünü, onun aleyhine yazar. Mücahede yapmakla askerinden imdad ister. Böylece melek onun için bir hasene yazar. Bu sevap ve günahların sabit olmaları, ancak onların isbat edilmelerine bağlıdır. Bu nedenle o iki meleğe Kirâmen Kâtibîn (şerefli kâtipler) diye isim verilmiştir.
Şerefli ve kerîm olmalarına gelince, o iki melek sevap ve günahları yazarlar, Ancak hiçbir kimsenin muttali olmaması için gizli sayfalara yazarlar. Çünkü o iki melek, onların kitabları, yazıları, sahifeleri ve onlarla ilgili bulunan herşey şehâdet âleminden değil, melekût ve gayb âlemindendir ve melekût âleminden olan şeyler bu âlemde gözlerle görülmez.
Sonra o katlanan sahifeler iki defa açılırlar. Bir defa küçük kıyamette ve bir defa da en büyük kıyamette… Küçük kıyametten gayem ölüm halidir;
zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim ölürse muhakkak onun kıyameti kopmuştur.
Bu kıyamette, kul tek başınadır ve bu kıyamet koptuğu anda şöyle denilir:
Andolsun! Sizi ilk yarattığımız gibi yine tek olarak bize geldiniz.(En’âm/94)
Ve yine bu kıyamette ona şöyle denilir:
Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak nefsin sana yeter! (İsrâ/14)
Bütün insanları bir araya getiren büyük kıyamette ise, şahıs tek başına değildir. Aksine çoğu zaman topluluk önünde hesaba çekilir. O kıyamette muttakîler cennete, mücrimler de cehenneme tek tek değil, kitle halinde sevkedilirler. Birinci dehşet, küçük kıyametin dehşetidir. Büyük kıyamette meydana gelen dehşetlerin hepsinin benzeri küçük kıyamette de vardır. Mesela arzın sarsılması gibi… Muhakkak sana mahsus olan yer ölüm anında seni sarsar. Bilirsin ki bir memlekette deprem meydana geldiği zaman ‘Onların yeri sarsıldı’ demek doğrudur. Her ne kadar onu ihata eden memleket sarsılmamış ise de… Sadece insanın evi sarsılırsa, onun hakkında zelzele meydana gelmiştir. Çünkü insan, bütün arz sarsıldığı zaman, başkasının meskeninin sarsılmasından değil, ancak kendi meskeninin sarsılmasından zarar görür. Öyleyse depremden eksiksiz olarak nasibini almıştır.
İnsan topraktan yaratılmış en mümtaz varlıktır. Topraktan özel nasibin sadece bedenindir. Başkasının bedeni ise, senin nasi-bin değildir. Üzerinde yaşadığın yer, bedenine nisbeten mekanındır. Bedenin ondan ötürü sarsılacaktır diye, onun sarsılmasından korkarsın. Oysa hava tabakası daima sarsılmakta, sen ise ondan korkmazsın. Çünkü onun sarsılmasıyla bedenin sarsılmaz. Bu bakımdan bütün yerin sarsılmasından senin nasibin sadece bedeninin sarsılmasıdır. Öyleyse bedenin senin arzın ve sana mahsus olan toprağındır. Kemiklerin o arzın dağları, başın onun semasıdır. Kalbin onun sinesi, göğsün ve kulağın ve diğer özelliklerin o göğün yıldızları, bedeninden terin aktığı yer ise, o arzın denizi, şuurun o arzın bitkisi, azaların o arzın ağaçlarıdır.
Böylece bütün azalarını sayabilirsin. Bu bakımdan bedenin ölümle yıkıldığı zaman, yer şiddetli bir şekilde sarsılmıştır. Kemikler etlerden ayrıldığı zaman, yere ve dağlara yüklenmiş olur. Bu bakımdan onlar bir sarsıntı ile sarsılır. Kemikler çürüdüğü zaman dağlar muhakkak dağılırlar. Ölüm anında kalbin karardığı zaman, güneş muhakkak kararır. Kulağın, gözün ve diğer duyuların dumura uğradığı zaman, yıldızlar muhakkak söner. Dimağın çatladığı zaman gök çatlar. Ölümün dehşetinden alnından ter aktığı zaman deniz akmış demektir. Bacaklarının biri diğerine dolandığı zaman ki onlar senin bineğindir muhakkak sağılan develer muattal olmuş demektir.. Ruh cesedden ayrıldığı zaman muhakkak yer yüklenmiş ve uzanmıştır ki içindeki hazineleri dışarıya atmış ve tahliye etmiştir.
Ben bütün haller ve dehşetler arasında muvazene kurmakla konuyu uzatmayacağım. Fakat derim ki: Ölüm ile senin için küçük kıyamet kopar. Büyük kıyametten kurtulmakla hiçbir şey kazanmış olmazsın; zira başkası hakkında yıldızların bekası sana ne fayda verir? Çünkü kendisiyle yıldızlara bakıp faydalandığın özelliklerin yok olmuştur. Kör bir kimsenin nezdinde gece ile gündüz, güneşin tutulması ile açılması eşittir. Çünkü güneş, köre göre bir defa tutulmuş ve kaybolmuştur. Onun güneşten hissesi o idi. Bu bakımdan ondan sonra güneşin açılması başkasının hissesidir. Başı çatlayan kimsenin göğü çatlamıştır; zira gök, baş cihetine düşen kısımdan ibarettir. Bu bakımdan başı olmayanın göğü yoktur. Öyleyse başkası için göğün baki kalması ona ne fayda verir? Bu bakımdan ölüm küçük kıyamettir. Asıl korku ve dehşet bundan sonra büyük kıyamet koptuğu zamandır. O zaman hususiyetlerin ortadan kalktığı, yer ve göklerin bozulduğu, dağların parçalandığı ve şiddetlerin tamamlandığı zamandır.
Her ne kadar küçük kıymetin vasfını uzattıksa da muhakkak ki onun bile bir vasfını ancak zikrettik. Küçük kıyametin büyük kıyamete nisbeti, küçük doğumun büyük doğuma nisbeti gibidir; zira insanoğlu için iki doğum vardır. Onlardan biri babanın sulbünden ve annenin göğüs kemiklerinden çıkıp rahmin emanethânesine varmasıdır. Bu bakımdan insan, rahimde belli bir zamana kadar, emin bir mekandadır. İnsanın rahmin daracık ağzından âlemin koskoca genişliğine çıkıncaya kadar kemâle doğru giden yolculuğunda birçok menzil ve durumları vardır. Onlar da meni-den, kan pıhtısından, et çiğneminden ve başka durumlardan ibarettir.
Bu bakımdan büyük kıyamet’in umumiliğinin nisbeti, küçük kıyamete göre, tıpkı âlemin koskoca fezasının genişliğinin, rahim fezasının genişliğine nisbeti gibidir. Ölümden sonra kulun vardığı âlemin genişliğinin nisbeti, dünya fezasının genişliğine nisbeten, tıpkı dünya fezasının da rahme nisbeti gibidir. Hatta daha geniş ve daha büyüktür, Bu bakımdan sen ahireti (sonuncusunu) birincisine kıyas et! ‘Ey insanlar! Sizin yaradılışınız ve ölümden sonra dirilişiniz bir tek nefis gibidir’. İkinci diriliş, ancak birinci dirilişin kıyası üzerinedir. Hatta dirilişlerin sayısı ikiyle sınırlı değildir. Şu ayet-i celîlede buna işaret vardır:
(Size ölümü takdir ettik) ki sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yeniden inşâ edelim.(Vâkıa/61)
Bu bakımdan iki kıyamet’i ikrar eden bir kimse, gayb ve şehâdet âlemine iman etmiş mülk ve melekûta yakîn olarak inanmış bir kimsedir. Sadece küçük kıyameti ikrar edip büyüğünü ikrar etmeyen, kör gözle iki âlemden birine bakan bir kimse gibidir. Bu ise cehalet ve dalâlettir.
Kör olan deccale uymaktır. Ey miskin, senin gafletin ne büyüktür! Oysa hepimiz miskin idik. Senin önünde bu dehşetler vardı. İnanman için cehalet ve dalâletinden ötürü büyük kıyamete küçük kıyametin delâlet etmesi sana kâfi değil midir? Sen, peygamberlerin efendisi’nin şu sözünü duymadın mı?
Vâiz olarak ölüm, yeter!10
Hz. Peygamber’in ölüm anındaki hasretini duymadın mı? ‘Muhakkak ölümün şiddetleri vardır. Muhakkak ölümün korkusu vardır’.
Ey Allahım! Muhammed’e ölümün acısını kolaylaştır.11
Acaba mücadele ettikleri halde yakalanan ancak bir bağırmayı bekleyen gafil ve alçaklar gibi ölümü ve kıyameti uzak mı görüyorsun? Oysa o gafiller yaka paça yakalandıkları zaman, bir vasiyet etmeye güçleri yetmediği gibi aile efradına da dönemezler. Hastalık onlara ölümün habercisi olarak geldiği halde, onlar sakınmazlar. İhtiyarlık ölümün elçisi olarak onlara geldiği halde onlar ibret almazlar.
Yazıklar olsun o kullara ki ne zaman kendilerine bir pey-gamber geldiyse, muhakkak onu alaya aldılar. Onlar, dünyada ebedî kalacaklarını mı zannediyorlar? Onlar görmediler mi ki kendilerinden önce ne kadar nesilleri helâk etmişiz? Onlar dönüp onlara gelmiyorlar. Yoksa ölülerin yolculuğa çıktıklarını mı sanıyorlar? Hayır! Muhakkak hepsi toplanıp huzurumuza getirileceklerdir. Fakat onlara rablerinin ayetlerinden bir ayet geldiği zaman muhakkak o ayetten yüz çevirirler.
Bundan yüz çevirmelerinin sebebi de şudur:
Önlerinden bir sed, arkalarından bir sed çektik de onları ka-pattık; artık görmezler. Sen onları uyarsan da uyarmasan da onlarca birdir. İman etmezler.(Yâsîn/9-10)
Biz hedefimize dönelim. Çünkü bu söylediklerimiz telvihlerdir. Muamele ilimlerinden daha yüce şeylere işaret ederler. Anlaşıldı ki sabır, din teşvikçisinin hevâ-i nefis teşvikçisine mukavemet göstermekte sebat etmesinden ibarettir. Bu mukavemet de insanların özelliğindendir. Çünkü Kirâmen Kâtibîn melekleri insanları korkutmaktadır. O melekler, çocuklar ve deliler aleyhinde birşey yazmazlar; zira zikrettik ki sevap, onlardan istifade etmeye yönel-mekte, günah da onlardan yüz çevirmektedir. Çocukların ve delilerin onlardan istifade etmeye imkânları yoktur. Bu bakımdan çocuk ve delilerden ne meleklere yönelmek ve ne de meleklerden yüz çe-virmek düşünülemez. Melekler de yöneliş ve yüz çevirişi bu hasletlere kudreti olanlardan sadır olursa yazarlar.
Hayatımla yemin ederim, bulûğ (erginlik) çağında, hidayet nûrunun parlamasının başlangıçları ortaya çıkar… Bu, bülûğ yaşına kadar yavaş yavaş gelişir. Bu, tıpkı tan yerinin ağarması ile başlayıp da sabah vaktinde dünyayı aydınlatan güneş gibidir. Ancak erginlik çağından önceki aydınlık eksiktir. İnsanı ahirette zarar verene irşad etmez. Sadece dünyanın zararına insanı irşad eder ve uyandırır. Bunun için namazları terketmekten dolayı çocuklar dövülür, fakat ahirette cezaya çarptırılmazlar. Çocuğun günahları günah olarak yazılmaz. Şu kadar var ki aklı başında olan velisi çocuğun kusurlarını zihninde saklayıp onların zararlarını çocuğa anlatmalı ve çocuğuna gerekli terbiyeyi vermelidir.
Böylece Kirâmen Kâtibin’in görevini kendisi yapmalıdır. Bu şekilde hareket eden veli, meleklerin ahlâkı ile ahlâklanmış olur. Bu bakımdan bu kimse peygamberler, mukarrebler ve sıddîklarla beraber olur.
Nitekim Hz. Peygamber’in hadîsinde buna işaret vardır:
Ben ve yetimi besleyen, cennette şunların ikisi gibiyiz.
Hz. Peygamber bunu söylerken iki mübarek parmağını işaret etmiştir.
10) Beyhakî
11) Tirmizî
*Ashab’ın ve Âlimlerin Sözleri
Sabır
İman bazen ‘dinin esaslarını tasdik etmek’ mânâsına tahsis edilir. Bazen de o tasdikten sâdır olan sâlih amellere tahsis edilir. Bazen de ikisine birden ıtlak olunur. Marifetlerin birçok babları olduğu gibi, amellerin de birçok babları vardır. İman terimi bütün bunlara şâmil olduğundan dolayı, iman yetmiş küsur şubeden meydana gelir. Bu ıtlakların değişikliklerini Kavaid’ul-Akaid bahsinde zikretmiştik. Fakat sabır, iki itibar ve iki ıtlakın isteği olarak imanın yarısıdır. O ıtlakların biri iman teriminin tasdik ve amellerin ikisine birden ıtlak olunmasıdır. Bu takdirde imanın iki rüknü vardır. O rükünlerden biri yakîn, diğeri sabırdır.
Yakîn’den gaye; Allah Teâlâ’nm kulunu dinin esaslarına hidayet etmesinden hâsıl olan kesin marifetlerdir.
Sabır’dan gaye; yakînin gereğine göre amel etmektir; zira yakîn, insanoğluna, günahın zararlı ve ibâdetin faydalı olduğunu bildirir. Günahı terkedip ibadete devam etmek, ancak sabırla mümkün olur. Sabır da tembellik ve hevâ-i nefsin gücünü kahretmek hususunda dinin teşvikçisini kullanmak demektir.
Bu bakımdan sabır, bu itibarla imanın yarısıdır ve bu nedenle Hz. Peygamber (s.a) ikisinin arasını birleştirerek şöyle buyurmuştur:
Size verilenlerin en azı, yakîn ile sabrın azimetidir.12
İkinci itibar, iman teriminin marifetlere değil de amelleri meyve olarak veren hallere ıtlak olunmasıdır. Bu meyanda kulun rastladığı şeylerin hepsi, dünya ve ahirette kula fayda veya zarar veren kısımlara ayrılır. Kula zarar verene nisbeten kulun sabır hâli, fayda verene izafeten de şükür hâli vardır. Bu bakımdan şükür de imanın iki şıkkından biri olur. Nitekim yakînin, birinci itibarla iman şıklarından biri olduğu gibi!
Nitekim İbn Mes’ud (r.a) şöyle demiştir: İman iki şıktır, biri sabır, öbürü şükürdür’. Bu söz, Hz. Peygamber’e de izafe edilir.13
Sabır, imanı teşvik eden şeyin sebâtı sayesinde hevâ-i nefsi teşvik eden şeye karşı sabretmektir. Hevâ-i nefsi teşvik eden şey iki kısımdır. Biri şehvet, öbürü gadab (öfke) cihetinden gelir. Bu bakımdan şehvet, lezzetlinin talebi içindir. Öfke de elem vericiden kaçmak içindir. Aynı zamanda oruç da sadece şehvetin isteklerine sabretmek demektir. O da öfkesinin isteği değil, mide ile tenasül uzvunun şehvetidir.
İşte bu itibarla Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Oruç, sabrın yarısıdır.14
Çünkü sabrın kemâli, hem şehvetin isteklerine, hem de ga-zabın isteklerine sabretmekle hâsıl olur. Bu bakımdan oruç, imanın dörtte biri olur. İşte ameller ve hallerin hududlarını ve imana olan nisbetlerini takdir eden şeriatın, bu şekilde anlaşılması uygundur. Burada esas, imanın birçok şubesinin olduğunu bilmektir; zira iman terimi, çeşitli vecihlere ıtlak olunur.
12) Şehr b. Havşeb, (Ebu Umâme’den)
13) Beyhâkî ve Deylemî
14) İbn Mâce
*Sabrın Hakikati ve Anlamı
İnsanlar bu hususta ihtilafa düşmüştür. Bazıları ‘Sabır, şükürden daha üstündür’ demiştir. Başkaları da ‘Şükür daha üstündür’ demiştir. Bir kısmı da ‘ikisi eşittir’ demiştir.
Dördüncü bir grup, ‘Bunların hangisinin daha üstün olduğu hallere göre değişir’ demiştir. Bu grupların her biri şiddetli tartışmalara sahne olan ve tahsil edilmekten uzak bulunan bir kelâmla delil getirmişdir ki o kelâmı nakletmekle sözü uzatmakta mânâ yoktur. Hakkı açıklamakta acele etmek daha evlâdır. Bunun beyanı hakkında iki makam vardır:
Birinci Makam
Birinci makam tesahül yoluyla beyan etmektir. Bu, işin zâhirine bakmak demektir. Bunda, teftiş ile onun hakikatini talep etmek yoktur. Halk tabakasının bu beyana muhatap olması uygundur. Çünkü halk tabakasının zihni engin hakikatleri anlamaya güç yetiremez. Kelâmın bu kısmı öyle bir şeydir ki vaizler ona itimat etmelidirler; zira vâizlerin halk tabakasına hitab etmekteki gayeleri onları ıslah etmektir. Şefkatli bir dadı için çocuğu semiz kuş etleriyle ve tatlı çeşitleriyle beslemek uygun değildir. Aksine onu temiz süt ile beslemelidir. Çocuklar tahammül edebilecek çağagelinceye ve bünyesindeki zafiyet kendisinden ayrılıncaya kadar onu güzel yemeklerden korumak dadının vazifesidir.
Beyan hakkındaki bu makam, araştırmayı, tafsilâtı meneder. Bu makamın isteği, şeriatın terimlerinin zâhirine bakmaktır. Bu ise sabrın üstün olduğunu gösterir. Her ne kadar şükrün fazileti hakkında birçok haberler vârid olmuş ise de sabrın fazileti hakkında vârid olanlarla karşılaştırıldığı zaman sabrın faziletlerinin daha çok olduğu görülür. Hatta onlarda içerisindeki fazileti açıkça belirten lâfızlar vardır.
Yakîn ve sabrın azîmeti size verilenlerin en üstünlerindendir.88
Haberde şöyle vârid olmuştur: Yeryüzünün en fazla şükreden! getirilir. Allah Teâlâ ona şükrünün mükafatını verir. Yeryüzünün en sabırlısı getirilir. Ona denilir ki: ‘Şükredene verdiğimiz gibi sana da mükafat versek razı olur musun?’ O ‘Evet ya rabbî! Razıyım’ der. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Hayır! Ben ona nimet verdim, o şükretti. Seni belaya giriftar ettim, sen sabrettin. Muhakkak ki senin ecrini onun ecrinden kat kat fazla yapacağım.89
Bu bakımdan sabredene, şükredenlerin mükafatının birkaç katı verilir.
Sabredenlere mükafatları hesapsız verilecektir. , (Zümer/10)
Hz. Peygamber’in ‘Yedirip şükreden, sabreden oruçlunun mertebesindedir’ hadîsine gelince bu hadîs, faziletin sabırda olduğuna delildir; zira Hz. Peygamber bunu, şükrün derecesinin yüceliğindeki mübalağa için söylemiştir. Bu bakımdan şükrü sabra ilhak etmiştir. Bu ise şükrün derecesinin en son noktasıdır. Eğer şeriattan sabrın derecesinin yüceliği anlaşılmasaydı şükrü sabra ilhak etmek, şükür hakkında mübalağa olmazdı.
Bu hadîs-i şerîf, tıpkı Hz. Peygamber’in şu hadîsi gibidir:
Cuma, fakirlerin haccıdır. Kadının cihadı ise güzel kadınlık yapmasıdır.90
İçki içen puta tapan gibidir.91
Kendisine benzetme yapılanın rütbece daha yüksek olması uygundur.Sabır imanın yarısıdır.
Hz. Peygamber’in bu hadîsi şükrün sabrın yarısı gibi olduğuna delalet etmez. Bu, şu hadîs gibidir:
Oruç sabrın yarısıdır.
Zira iki kısma ayrılan şeylerin her birine nısıf (yarım) denir. Her ne kadar iki parça arasında farklılık varsa da yine de böyle denir. Nitekim İman, ilim ve ameldir’ denildiği gibi. Bu duruma göre amel, imanın yarısı olur. Bu amelin ilme eşit olduğuna delâlet etmez.
Cennete girmek bakımından peygamberlerin en sonuncusu Hz. Dâvud’la oğlu Hz. Süleyman’dır. Bu da hükümdar oldukları içindir. Ashabımın cennete girmek bakımından sonuncusu ise Abdurrahman b. Avf tır. Çünkü zengindi.92
Süleyman (a.s) diğer peygamberlerden kırk sene sonra cennete girecektir.93
Cennetin bütün kapıları iki kanatlıdır. Ancak sabır kapısı bu hükmün dışındadır. Çünkü o bir kanatlıdır. O kapıya ilk girecek bela ehlidir. Onların önünde Eyyûb (a.s) vardır.94
Fakirliğin faziletleri hakkında her ne vârid olmuşsa, bunlar aynı zamanda sabrın faziletine de delâlet eder. Çünkü sabır fakirin, şükür de zenginin halidir. İşte halk tabakası bu makamla ikna olunur. Vaazda bu kadarı kâfidir. Dinlerinin salâhı için de bu miktar kâfidir.
İkinci Makam
İkinci makam ilim ve eşyanın hakikatini keşif ve izah yoluyla bilen basiret sahiplerinin anlayabileceği şeylerdir. İki mübhem arasında olan her işin hakikati keşfolunmadıkça, onların arasında denge kurmak mümkün değildir. Her keşfolunan şey birçok ismi kapsar ki cümle cümle onların arasında denge kurmak mümkün değildir. Aksine parçaların tartılması gerekir ki onunla rüchaniyet ve hangi tarafın ağır bastığı tebeyyün etsin. Sabır ile şükrün kısım ve şubeleri çoktur. Bu nedenle onların rüchaniyet ve eksiklikte, icmalle beraber hükümleri tebeyyün etmez.
Bu makamların ilim, hâl ve amel üçlüsünden tanzim edildiğini söyledik. Şükür, sabır ve diğer makamlar da böyledir. Bu üçün biri diğeriyle tartıldığında zâhirlere bakanlara ilimlerin haller için, hallerin de ameller için istendiği görünür. Ameller en üstünün ta kendisidir.
Basiret sahiplerine gelince onlar tam tersini görürler. Çünkü onlara göre ameller haller için, haller de ilimler için istenir. Bu bakımdan en üstünü ilimler, sonra haller, sonra amellerdir. Çünkü başkası için istenen şeyden, o başkası daha üstündür. Bu üçün fertlerine gelince, amellerin bazısı bazısına izafe edildiği zaman bazen eşit, bazen farklı olurlar.
Hallerin kısımlarının da biri diğerine nisbet edilirse durumları böyledir. Marifetlerin en üstün kısmı mükâşefe ilimleridir. Bu ilimler muamele ilimlerinden daha yücedirler. Hatta muamele ilimleri, muamelenin de altındadırlar. Çünkü o muamele için istenir. Onların faydası amelin ıslahıdır. Âlimin ilminden faydası umumî olduğundan dolayı ancak muameleyi bilen âlim, âbidden üstündür.
Bu bakımdan o hususî bir amele izafeten, âbidden üstün olur. Aksi takdirde eksik ilim, eksik amelden daha faziletli olmaz. Öyle ise deriz ki amelin ıslahının faydası kalbi ıslah etmektir. Kalbin ıslah olmasının faydası zatında, sıfatlarında ve fiillerinde Allah’ın celâlinin keşfolunmasıdır. Öyle ise mükâşefe ilminin en yücesi Allah’ın marifetidir.
Zatından ötürü istenen budur. Çünkü saadete bununla varılır. Hatta bu, saadetin ta kendisidir. Fakat kalp dünyada bazen onun saadetin ta kendisi olduğunu sezemez, ancak ahirette hisseder. O kayıtsız bir hürriyete sahip olan marifettir. Başkası ile bağlı değildir. Bu marifetin dışında kalan diğer marifetler ise buna nisbeten kölelerdir. Çünkü o marifetler bunun için istenir. Madem ki diğer marifetler Allah’ın marifeti için istenir, o halde Allah’ın marifetine ulaştırmadaki faydalarına göre ayarlanırlar. Çünkü marifetin bazısı bazısına ya bir vasıta veya birçok vasıta ile ulaştırır. O marifet ile Allah’ın marifeti arasında vasıtalar azsa, o daha üstün olur.
Hallere gelince bunlardan gayemiz, dünyanın karışıklıklarından, halkın meşguliyetlerinden kalbin temizlenmesidir ki hakkın hakikati kendisine görünsün. Madem durum budur, öyle ise hallerin faziletleri kalbin ıslahındaki tesirine göredir. Kalbi mükâşefe ilimlerine ulaşması için temizleme ve hazırlama hususundaki etkisine göredir. Aynayı parlatıp cilalamak için ciladan önce yapılması gereken bazı şeyler olduğu ve bunların bazısının daha önce, bazısının daha sonra olduğu gibi, kalbin halleri de öyledir. Öyle ise bazı haller kalbin temizlemesine daha yakın, bazıları da daha uzaktır. Öyleyse kalbi temizlemeye yakın
olan elbette ki diğer halden üstündür. Amellerin tertibi de böyledir. Çünkü amellerin tesiri kalbin saflığını perçinleştirir ve halleri ona celbeder. Her amel kalbe ya mükâşefeye mâni olan, zulmetini gerektiren dünyanın süslerine çeken bir hali celbeder veya mükâşefeye hazır kalbin temizliğini ve dünya bağlantılarını kalpten sökmeyi gerektiren bir hali celbeder.
Birinci hale mâsiyet, ikincisine taat denir. Kalbin karanlığında ve katılığında tesir etmek bakımından günahlar değişiktirler. Kalbin tenvirinde ve tasvirinde taatlerin tesiri de böyledir. Bu bakımdan dereceler tesirlerine göre ayarlanır. Bu da hallerin değişmesi ile değişir.
Biz çoğu zaman mutlak olarak deriz ki nafile namaz her nafile ibâdetten daha faziletlidir. Hac, sadakadan daha üstündür. Gece ibâdeti başkasından daha faziletlidir. Fakat buradaki tahkik şöyledir: Servet sahibi olduğu halde cimri ve malı seven bir zengin için bir dirhem parayı elinden çıkarıp sadaka vermek birkaç gece üst üste ibâdet etmek ve birkaç gün oruç tutmaktan daha üstündür. Çünkü oruç, şehvetinin mağlûbu olan ve şehvetini kırmak isteyen veya tokluğun kendisini mükâşefe ilminin saf düşüncesinden engellediği açlıkla kalbini tasfiyeye çalışan bir kimsenin haline uygundur.
Eğer kişi mûtedil olup obur değilse midenin şehvetinden zarar görmez. O, herhangi bir fikirle de meşgul değildir ki tokluk kendisini alıkoysun! Bu bakımdan zenginin nafile oruç ile meşgul olması kendi halini bırakıp başkasının haliyle uğraşması demektir.
Bu tip bir zengin karnı ağrıdığı halde baş ağrısı ilâcı kullanıp da fayda görmeyen hasta gibidir. Bu zengin, içerisinde bulunduğu tehlikeli duruma bakmalı ve helak edici cimriliğe karşı çare aramalıdır. Yüz senelik nafile oruç, bin gecelik ibâdet bu cimriliğin bir zerresini dahi sökemez. Bu hastalığı ancak malın verilmesi söküp atar. Bu bakımdan böyle bir zenginin oruç tutup nafile ibâdetler yapması değil, servetini vermesi gerekir. Bunun tafsilâtı mühlikât bölümünde geçmişti.
Demek oluyor ki bu haller değişkendir ve basiret sahibi bir kimsenin bu konuda kesin bir cevap vermesi yanlıştır; zira ‘Ekmek mi daha üstündür yoksa su mu?’ sorusuna kesin bir cevap vermek mümkün değildir. Ancak aç bir kimse için ekmek, susamış bir kimse için de su daha üstündür. Eğer iki insanın durumu açlık ve susuzluk açısından eşit ise bunların yanında ekmek ile su da eşit olur.
Aynı şekilde ‘Sekencebin mi yoksa linofer meşrubatı mı daha üstündür?’ sorusuna da kesin bir şekilde cevap vermek mümkün değildir. Ancak bize ‘Sekencebin mi daha iyidir, yoksa safranın yokluğu mu?’ denilse şüphesiz ‘Safranın yokluğu daha iyidir’ deriz. Çünkü sekencebin ‘Safrayı yok etmek için kullanılır. Herhangi birşey (gaye) kendisine ulaşılmak için kullanılan şeylerden (vasıta) daha üstündür. O halde mal vermede bir amel vardır ki bu infak etmektir. Bununla bir hal elde edilir ki bu da cimriliğin giderilmesi ve kalpten dünya sevgisinin çıkarılmasıdır. Bu sevginin çıkışı sebebiyle kalp Allah’ın marifetine ve sevgisine hazırlanır. Bu bakımdan en üstünü marifettir, hal’den sonra hal, ondan sonra da amel gelir.
İtiraz: Şeriat insanı amellere ne teşvik etmiş ve ne de amellerin faziletlerini mübalâğalı bir şekilde bildirmiştir. Hatta şu ayetlerle, insanların sadaka vermelerini istemiştir:
(Yalnız O’nun rızası için ve gönül hoşluğu ile) Allah’a güzel bir borç verecek olan kimdir?
(Bakara/245)
(Kullarından) sadakaları alan Allah’tır!(Tevbe/104)
Bu bakımdan fiil ve infak nasıl oluyor da en üstün kabul edilmiyor?
Cevap: Doktor bir ilâcı övdüğünden dolayı onun bu övgüsü, ilâcın kendisiyle elde edilen şifa ve sıhhatten daha üstün olduğuna delâlet etmez. Ameller kalp hastalıklarının ilâcıdır. Kalp hastalıkları ise çoğu zaman sezilemez. Bunlar, aynası olmayan bir kişinin yüzündeki alacalık gibidir ki kişi bunu aynasız farkedemez. Kendisine haber verilse inanmaz. Bu durumda tek çıkar yol bu kişiye, yüzün gül suyu ile çokça ovmaktır ki yüzünü daima gül suyu ile yıkasın ve dolayısıyla hastalığı gitsin. Eğer ona yüzündeki alacalığın tedavisi gül suyuyla yıkamaktır denilse belki bunu yapmaz ve ‘Benim yüzümde ayıp yoktur’ der. Bunu daha açık bir örnekle açıklayalım:
Şüphesiz çocuğuna ilim ve Kur’an öğreten herkes bu öğrettiği ilim ve Kur’an’ın silinmeyecek derecede çocuğunun kafasına yerleşmesini ister. Diğer taraftan da çocuğa tekrar etmesini ve zaman zaman okumasını emrederse, çocuk ‘Ben bunu hıfzetim, artık zaman zaman tekrar etmeye gerek yoktur’ diye düşünecektir. Çünkü çocuk o anda ezberlediği şeyi hiç unutmayacağını zanneder. Şayet veli çocuğuna kölelerine ders vermesini emreder ve buna karşılık ona güzel va’dlerde bulunursa, bu suretle çocuk, öğrendiklerini tekrar etme hususunda daha istekli olur. Bazen de zavallı çocuk çoğu gayenin kölelere Kur’an öğretilmesi olduğuna, ve kendisinin de kölelerin eğitiminde kullanıldığını zanneder. Böyle bir durumda kendisine ağır geleceğinden ‘Bana ne oluyor ki kölelerden daha üstün ve babamın yanında daha değerli olduğum halde onların hizmetinde kullanılıyorum? Hem biliyorum ki babamın gayesi köleler öğretmek olsaydı bunu bensiz de yaptırabilirdi. Üstelik bu kölelerin hiç olmaması, hele Kur’an’ı bilmemeleri babam için asla bir eksiklik değildir’ der. Böylece çoğu zaman tembellik yapar, babasının zenginliğine veya kendisini affedeceğine güvenerek görevini yapmaz; dolayısıyla ilimi ve Kur’an’ı unutur. Çıkar yolu bilmediğinden de mahrum ve şaşkın bir vaziyette kalır.
Bir grup insan buna benzer bir hayal ile aldanmış, ibaha yolunu tutarak şöyle demişlerdir: Allah kullarından müstağnidir ve borç almaktan münezzehtir, O halde şu ayetin mânâsı ne olabilir?
(Yalnız O’nun rızası için ve gönül hoşluğu ile) Allah’a güzel bir borç verecek olan kimdir?
(Bakara/245)
Eğer Allah isteseydi fakirlere yedirirdi. Bu bakımdan mal-larınızı fakirlere vermeye gerek yoktur. Nitekim Allah kâfirlerin sözlerini hikâye yoluyla şöyle buyurmuştur:
Onlara ‘Allah’ın size rızık olarak verdiğinden (Allah yolunda) infak ediniz!’ denildiği zaman, kâfir olanlar, iman edenlere derler ki: ‘Allah’ın dilediği takdirde ona yedireceği kimseye biz mi yedirelim?'(Yâsin/47)
(Allah’a) ortak koşanlar diyecekler ki: ‘Eğer Allah dileseydi ne bizler, ne de ecdadımız şirk koşmazdık’.(En’âm/148)
Kâfirlerin, bu sözleriyle görünüşte ne kadar doğru olduklarına ve doğruluklarında nasıl helâk olduklarına dikkat ediniz! Bu bakımdan dilediğinde, doğrulukla helâk eden ve dilediğinde de cehaletle saadet veren Allah, ortak ve şerikten münezzehtir. Bununla birçok insanı dalâlete düşürür ve bir çoğunu da hidayete erdirir.
İşte bu gibi kimseler, fakirler ve miskinler için veya Allah için çalıştırıldıklarını zannettiklerinden ‘Bizim fakirlerde bir hazzımız (nasibimiz) yoktur. Allah’ın da ne bizde ve ne de mallarımızda herhangi bir nasibi vardır. Dolayısıyla ister infak edelim, ister etmeyelim Allah için birdir!’ derler.
Çocuğun, babasının maksadının, kendisini kölelerin eğitimi için kullanmak’ olduğunu zannedip asıl maksadın ilmi kendisinin kafasına yerleştirmek ve dünyadaki saadetini temin etmek olduğunu anlayamadığı ve bu durumun kendisi için bir lütuf olduğunu ve onu yavaşça saadete doğru götürdüğünü hissetmediği için helâk olduğu gibi, bu kâfirler de helâk olmuşlardır.
Bu anlattıklarımız ahiret yolundan sapanların dalâletini açıkça bildiren bir misaldir. Bu bakımdan malını alan fakir, aldığı bu mal vasıtasıyla cimrilik ve dünya sevgisini senin kalbinden söküp almış demektir; zira bu sevgi helâk edicidir. Kötü kanı alan hacamatçı bu kanı helâk edici hastalığın insanın içinden çıkması için almaktadır. Bu bakımdan hacamatçı senin hizmetçidir. Sen onun hizmetçisi değilsin. Hacamatçı eğer o kanla bir şeyler yapmak istese bile bu durum onu hizmetçi olmaktan çıkarmaz.
Sadakalar, kalpleri temizleyici ve kötü sıfatlardan paklayıcı olduğu için Hz. Peygamber (s.a) sadaka almaktan kaçınmıştır. Tıpkı hacamat yoluyla kazanmaktan sakındığı gibi sadaka almaktan da sakınmış95 ve sadakaya malların kirleri ismini vermişti. Ehl-i beytini sadakadan korunmakla şereflendirmiştir,96
Mühlikât bölümünde de geçtiği gibi ameller, kalplere tesir eder. Kalp de bu tesirlere göre hidayet ve marifet nurunu kabul etmeye hazırlanır. İşte genel hüküm ve temel kanun budur ki amellerin, hallerin ve marifetlerin faziletlerini bilmekte kendisine müracaat edilir. Bu bakımdan biz şimdi asıl konumuza dönerek sabrın ve şükrün özelliklerinden bahsedelim.
Bunların her ikisinde de marifet, hal ve amel vardır. Birindeki marifetle, öbüründeki hal veya amelin karşılaştırılması caiz değildir. Bilakis her biri kendi benzeri ile karşılaştırılır ki böylece uygunluk, uygunluktan sonra da fazilet belirsin!
Şükredenin marifeti, sabredenin marifeti ile karşılaştırıldığında, çoğu zaman bunların bir tek marifete dönüştüğü görülür; zira şükredenin marifeti mesela Allah’tan sahip olduğu iki gözün nimetini görmesi; sabredenin marifeti ise Allah’tan iki gözden âmâ olmayı görmesidir.
Bunlar de birbirleri için gerekli ve birbirlerine eşit iki marifettir. Bela ve musibetler açısından ele alındığında durum böyledir. Oysa biz daha önce sabrın bazen ibâdetlere devam, bazen de günahtan kaçma hususunda olduğunu belirtmiştik. İşte bu iki durumda sabır ile şükür birleşir; zira ibâdet üzerindeki sabır ibâdetin şükrüdür. Şükür, Allah’ın nimetlerini, ilâhî hikmetin sarfedilmesini istediği yerlere sarfetmektir. Sabır ise, nefsin hevâları karşısında din duygusuna ve dinin isteklerine sebat göstermektir.
Bu bakımdan sabır ile şükür, iki değişik açıdan tek bir müsemmânm iki ismidir. Öyleyse din duygusunda ve dinin isteklerinde nefsin hevâsının mukavemetine karşı sebat gösterilmesine, nefsin hevâsı açısından sabır; din duygusu ve dinin istekleri açısından şükür adı verilir; zira din duygusu ancak bir hikmet için yaratılmıştır ki bu da onunla nefsin hevâsını yenmektir. Bunu yapan kişi o nimeti hikmetin maksadı doğrultusunda sarfetmiş demektir. Bu bakımdan sabır ile şükür tek bir mânâdan ibarettir. O halde birşey kendisinden nasıl üstün olabilir? Bu durumda sabrın mecraları üçtür: Tâat, mâsiyet ve belâ.
Sabır ile şükrün, tâat ve mâsiyetteki hükmü anlaşılmıştır. Belaya gelince, bela nimetin yok olmasından ibarettir. Nimet de ya zarurîdir mesela göz gibi ya da hacet yerine geçen malın kifayet miktarından fazlası gibi.
İnsanın sahip olduğu iki göze gelince, âmânın sabrı, şikayet etmemesi ve Allah’ın kazasına razı olması demektir. Kördür diye bir kısım günahları işlemesine izin verilemez. Kör olmayan kimse, sahip olduğu iki gözün şükrünü iki şekilde eda edebilir:
Birincisi: Onları günahta kullanmamasıdır. İkincisi: Onları tâatte kullanmasıdır.
Her iki şekilde de sabır geçerlidir. Çünkü âmâ kimse görmediği için güzel sûretlere sabretme külfetinden kurtulur. Gözü sağlam olan kimse ise güzel bir sûreti görüp de sabrettiğinde sahip olduğu göz nimetinin şükrünü eda etmiş olur. Eğer sabretmeyip, bakacak olursa göz nimetlerini inkâr etmiş ve şükrünü edâ etmemiş sayılır.
Görüldüğü gibi sabır şükre girmektedir. Hatta insan ibâdete dalsa bu kez de ibâdet üzerinde sabretmesi gerekir. Sonra gözlerin şükrünü, Allah’ın yaratış inceliklerine ve sanatına bakarak öder ki bu bakışla Allah’ın marifetine varsın. Böyle bir şükür sabırdan daha üstündür. Eğer bu olmasaydı, (bir âmâ olan) Hz. Şuayb’ın rütbesi, (mesela) Hz. Musa’nın rütbesinden üstün olurdu; çünkü Şuayb (a.s) gözsüzlüğe sabretti, Musa (a.s) ise böyle birşey olmadığı için sabretmiş değildir. Yine insanın bütün azalarının kesilmesi ve ateş üzerinde bulunan bir et parçası kemâl olacaktı! Oysa bu cidden imkansızdır. Çünkü bu azaların her biri din için birer alettir. Yokluğu hâlinde dinin, kendiyle yapılan rüknü de yok olur. Azaların şükrü, dinin emretmiş olduğu yerlerde kullanılmalarıdır. Bu da ancak sabırla olur. Nafakadan fazla olan mal gibi ihtiyaç yerine geçen mala gelince; kişinin, ancak zaruret miktarı edindikten sonra, muhtaç olduğu halde daha ötesine sabretmesi mücahededir ki bu fakirlik cihadıdır. Fazlasının bulunması nimettir; şükrü ise onu hayırlara sarfetmek veya mâsiyette kullanmamaktır.
Eğer sabır, tâate sarfedilme mânâsında olan şükre izafe edilirse şükür ondan daha üstündür; çünkü bu tür şükürde sabır vardır. Dahası Allah’ın nimetine sevinmek, fakirlere sarfetme acısını göğüslemek ve mübahtan faydalanmayı terketmek de vardır.
Söylediklerimizden çıkarılacak sonuç, iki şeyin bir tek şeyden; bütünün de kendisini oluşturan parçalardan daha yüce oluşudur. Oysa bu hükümde bir bozukluk vardır; zira bütün ile parçalar arasındaki muvazene sıhhatli değildir.
Nimetin şükrü günaha sarfetmemekle de edâ edilebilir. Ancak mübah yerlere sarfetmekteki sabır, şükürden daha üstündür. Sabreden fakir, malını sıkı tutup ancak mübahlara sarfeden zenginden üstündür; fakat hayırlara sarfeden zenginden üstün değildir. Çünkü fakir nefsiyle mücadele etmiş, oburluğunu kırmış, Allah’ın verdiği bir musibete karşı güzel rıza göstermiştir. Şüphesiz bu durum, bir kuvvet ister. Zengin ise oburluğuna tâbi olup şehvetine itaat etmiş, ne var ki mübah ile yetinmiştir. Öyle ise mübahta haramdan kurtulma çaresi, vardır; fakat harama sabretme hususunda da kuvvet lâzımdır. Ancak fakirin sabır kaynağı olan kuvvet, zenginin sadece mübahla yetinmesinin kaynağı olan kuvvetten daha yüce ve daha tamdır. Şeref amelin delâlet ettiği kuvvete aittir; çünkü ameller ancak kalplerin hallerini gösterir. Kuvvet de kalbin halidir.
Yakîn de iman kuvveti hasebiyle değişir. Bu bakımdan imandaki kuvvetin fazlalığına delâlet eden, şüphesiz daha üstün olur.
Ayet ve hadîslerde sabır ecrinin şükür ecrinden daha üstün olduğunu gösteren bütün hükümlerden ancak özel olarak bu derece kastedilmiştir. Çünkü nimet denilince halkın aklına ilk gelen şey mallar ve zenginliktir; şükür denildiğindeyse elhamdülillâh denilmesi ve nimet ile günaha dalmamasıdır, yoksa halkın aklına nimeti ibâdetlere sarfetme mânâsı gelmez. Bu durumda sabır şükürden, yani halk tabakasının anladığı şükürden daha üstündür.
Özel olarak Cüneyd-i Bağdâdî’ye, ‘sabır ve şükürden hangisinin daha üstün olduğu’ sorulduğunda bu mânâya işaret ederek şöyle buyurmuştur: ‘Zengin varlığı ile övülmediği gibi fakir de yoklukla övülmez. Övgü ancak ikisinin de üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmelerine bağlıdır’.
Bu bakımdan zenginin şartı, vazifelerinden sıfatına uygun ve kendisine lezzet veren birtakım şeylerden ayrılmamasıdır. Fakirinki ise vazifesi hususunda beraberinde sıfatına uygun ve kendisine eziyet veren birtakım şeylerin de bulunmasıdır. Madem her ikisi de üzerlerindeki şeyin şartı ile Allah için olmaktadır; o halde bunlardan hangisinin sıfatı daha elem ve eziyet verici ise o, hâl bakımından, sıfatı kolayca faydalanmak olandan daha tamdır. İş, Cüneyd’in dediği gibidir. Cüneyd’in sözü sabır ve şükür konusunda ancak zikrettiğimiz son kısım için sahihtir. Zaten Cüneyd de bundan başkasını kasdetmemiştir.
Denildiğine göre Ebu Abbas b. Atâ97, bu hususta Cüneyd’e muhalefet ederek ‘Şükreden zengin, sabreden fakirden daha üs-tündür’ demiştir.
Bunu duyduğunda Cüneyd, ona beddua etmiştir. Bunun üzerine Ebu Abbas, çocuklarının ölmesi, mallarının yok olması ve on dört sene aklının gitmesi gibi bazı bela ve musibetlere düçar oldu. Kendisi ‘Bütün bunlara Cüneyd’in bedduası yol açtı’ derdi. Sonunda ‘sabreden fakir’in ‘şükreden zengin’den daha üstün olduğu fikrine döndü.
Söylediklerimizin mânâları düşünüldüğü zaman her iki sözün de bazı durumlarda yeri olduğu anlaşılır; zira daha önce de geçtiği gibi nice sabreden vardır ki şükreden zenginden daha faziletlidir. Yine nice şükreden zengin vardır ki sabreden fakirden daha üstündür. Bu zengin, nefsini fakir gibi gören zengindir; zira nefsine ancak zaruret miktarı mal ayırır; geriye kalanı ise hayırlara sarfeder ya da ihtiyaç sahipleri veya fakirler için muhafaza edip saklar. İhtiyacı gözetir ki malını oraya sarfetsin. Malını nam ve şöhret için veya minnet yapmak için sarfetmez. Bilakis Allah’ın kullarının halini gözeterek O’nun hakkını eda etmek için sarfeder. İşte böyle bir zengin sebreden fakirden üstündür.
İtiraz: Zenginin böyle yapması nefsine ağır gelmez. Fakirlikse, fakirin nefsine ağır gelir. Çünkü zengin, muktedir olmanın lezzetini, fakir ise sabrın elemini hisseder. Eğer zengin, malının elin-den çıkışından elem duyarsa, onun bu elemi infak etmeye muktedir olmanın lezzetiyle telâfi edilir.
Cevap: Bizim görüşümüze göre, malını isteyerek, cân u gönülden infak eden kimse, hal bakımından, mal hususunda cimrilik yaparak infak edenden daha kâmildir. Tevbe kitabında bunu tafsilatıyla söylemiştik.
Bu bakımdan nefse eziyet etmek, amaç değil bilakis nefsi terbiye etmek için bir araçtır. Bu tıpkı av köpeğini dövmeye benzer. Eğitilmiş köpek, her ne kadar dövülmeye sabretse de eğitimin tamamlanması için dövülmesi gereken köpekten daha üstündür. Bu nedenle ahiret yolunun başlangıcında nefse eziyet etmeye ve onunla mücahede etmeye ihtiyaç vardır. Fakat yolun sonunda bu ihtiyaç duyulmaz. Bilakis başlangıçta, kişiye elem veren şey artık ona zevk vermeye başlar; tıpkı öğrenmenin, akıllı bir çocuğun yanında zevke dönüşmesi gibi…
Oysa bu çocuk önceleri bundan elem duyardı. Az bir kısmı hâriç insanların çoğu, daha yolun başlangıcında, hatta başlangıçtan da çok uzakta bulundukları için tıpkı çocuklar gibi evet bunun içindir ki Cüneyd-i Bağdâdî, ‘Sıfatı eziyet verici olan diğerinden daha üstündür’ hükmünü mutlak bir şekilde vermiştir. Bu hüküm kendisinin de dediği gibi, halk tarafından kastedilen hususta doğrudur. O halde tafsilat istemeyip çoğunluğun iradesi açısından meseleyi ele aldığında sabrın şükürden daha üstün olduğuna mutlak olarak hükmedebilirsin. Çünkü bu hüküm, akla ilk gelen mânâ ile sahihtir. Tahkik (iyice öğrenmek) istediğin zaman tafsilata giriş.
Muhakkak sabrın birçok dereceleri vardır. Bu derecelerin en küçüğü, hoşa gitmemekle birlikte şikayeti terketmektir. Bunun arkasından rıza gelir. Rıza sabrın ötesinde bir makamdır. Onun arkasından belaya şükretmek gelir ki bu da rızanın ötesindedir; zira sabır elemlerle beraberdir. Rıza ise, içinde ne elem, ne de sevinç olmayan bir şeyle mümkün olur. Şükür ise ancak hoşa giden ve sevindirici şeyler için yapılır. Şükrün de birçok dereceleri vardır. Biz bu derecelerin en büyüğünü anlattık. Bunun altında birçok dereceler vardır:
Mesela kulun, Allah Teâlâ’nın kendisine arka arkaya verdiği nimetlerden hayâ etmesi şükürdür. Şükrünü eda hususunda kusurlu olduğunu bilmesi şükürdür. Şükrünün azlığından dolayı özür dilemesi şükürdür. Allah’ın hilminin büyüklüğünü ve günahlarını gizlediğini bilmesi şükürdür. Hak et-mediği halde nimetlerin Allah’tan geldiğini itiraf etmesi şükürdür. Şükrün de Allah’ın nimetlerinden birisi olduğunu ve Allah tarafından hibe edildiğini bilmek de şükürdür. Nimetlere karşı tevazu göstermek de şükürdür. Vasıtaların şükrü de şükürdür;
zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İnsanlara teşekkür etmeyen kimse Allah’a şükretmemiştir.
Biz bunun hakikatini Zekât bahsinde anlatmıştık. Verilen nimetlere karşı itiraz etmemek ile nimet verenin huzurunda güzel edeb de şükürdür. Nimetleri güzelce kabul etmek, küçüklerini bile önemsemek şükürdür. Ameller ve hallerden, şükür ve sabır ismi altına giren şeyler kısıtlanamayacak kadar çoktur. Bunlar değişik derecelerdir. Bu bakımdan birinin diğerinden üstünlüğünü kısaca göstermek nasıl mümkün olur? Bu ancak haber ve eserlerde olduğu gibi, genel lafızla özel anlamı kastetme şeklinde yapılabilir.
Bir zât şöyle anlatıyor: Yolculuklarımın birinde bir ihtiyarla tanıştım. Yaşı oldukça ilerlemişti. Halini sordum. Bana şunları söyledi: “Gençliğimde amcamın kızına aşık olmuştum. O da bana aşıktı. Sonunda evlendik. Zifaf gecesinde ona ‘Gel! Bizi birleştirdiğinden dolayı bu geceyi Allah’ın şükrüyle ihya edelim’ dedim. O geceyi namazla geçirdik ve birbirimize dokunma fırsatı bulamadık. İkinci gece de böyle oldu. Bütün gece boyunca namaz kıldık. Yetmiş veya seksen seneden beri her gece biz bu hal üze-rinde devam ediyoruz”. Sonra hanımına dönüp ‘Ey kadın! Öyle değil mi?’ dedi. Kadın da İhtiyarın dediği gibidir’ karşılığını verdi. Şunların haline bakın! Eğer Allah onları biraraya getirmeseydi ayrılık belasına nasıl sabredeceklerdi?
Bu duruma bakarak ayrılık sabrını varlık şükrüyle kıyaslayın! Burada şükrün daha faziletli olduğu açıktır. Bu bakımdan bu duruma göre hangisinin daha faziletli olduğu ancak tafsilâtla bilinebilir. Allah en doğrusunu bilir!
88) Daha önce geçmişti.
89) Irâkî aslına rastlamadığını kaydediyor.
90) İdris b. Ebî Usame, Müsned
91) İbn Mâce
92) Taberânî
93) Deylemî
94) Irâkî aslına rastlamadığını söylemiştir.
95) İbn Mâce
96) Müslim ‘Sadaka bize helâl değildir. Onlar ancak halkın mallarının kirleridir,O ne Muhammed’e ve nede ailesine helâldir’ şeklinde rivayetetmiştir.
97)Adı Ahmed b.Muhammed b.Selh’dir.Cüneyd-i Bağdâdî’nin çağdaşlarındandı. H.309’da vefat etmiştir.
*Sabır İmanın Yarısıdır
Hiss, ancak idrâki ifade eder. İradenin ise istemeye ve kaçmaya olan meylinden başka bir mânâsı yoktur. Sende istemek ve kaçmak aleti olmadıkça irade yeterli olmaz. Nice kötürüm kimseler vardır ki kendisinden uzak ve idrâk olunan bir şeye iştiyak duyar, fakat ayağı veya eli olmadığından dolayı veya ayak ve el felcinden dolayı yürüyemez ve onu alamaz. Bu bakımdan hareket için aletler lâzımdır. Harekete geçmek için o aletlerde bir kuvvet lâzımdır ki onları hareketlerin isteğiyle arayabilsin, kerahet hissiyle de onlardan kaçabilsin. Bu nedenle Allah Teâlâ senin için, zâhirlerine bakıp sırlarını bilmediğin azaları yaratmıştır. O azalardan kimisi aramak, kimisi de kaçmak içindir. İnsanların ayağı, kuşların kanadı ve hayvanların dört bacağı gibi… Onlardan kimisi de müdafaa içindir. İnsanların silahı, hayvanların boynuzları gibi…
Bu hususta hayvanlar birçok yönden değişiktirler. Hayvanların kimisi vardır ki düşmanları çoktur, gıdası uzaktır. Bu bakımdan bu hayvan süratli harekete muhtaçtır. Süratle gitsin diye kendisi için kanat yaratılmıştır.
Başka bir kısmı da vardır ki kendisine dört bacak yaratılmıştır. Diğer bir kısmının insanlar gibi iki ayağı vardır. Başka bir kısmı da karnının üzerinde sürünür. Bunun izahı oldukça uzar. Bu bakımdan biz sadece yemeği tamamlamakta kullanılan azaları zikredelim ki başkası onlara kıyas edilsin. Uzaktan yemeği görmen, onu almak için hareket etmen, onu almak imkânından mahrum olduğun müddetçe kâfi değildir. Bu bakımdan sen alıcı bir alete muhtaçsın. Böylece Allah Teâlâ, iki elin yaratılması ile sana minnet etti. O eller eşyaya uzanırlar. Her cihete kıvrılsınlar diye Allah onlarda birçok kıvrım ve boğumlar yaratmıştır. Bu bakımdan el dimdik bir odun gibi değildir. Bilakis uzanır ve katlanır. Elin ayalarını sûretiyle yassı yaratmıştır. Sonra ayaları parmaklardan ibaret olan beş kısma taksim etti. Onları da iki safa ayırdı.
Baş parmak diğer dört parmakla birleşerek iş görürler. Eğer o parmaklar bir arada olsaydı veya biri diğerinin üzerinde olsaydı, onlarla iş yapılmazdı. Bu bakımdan Allah onları öyle bir şekilde vazetmiştir ki onları açarsan senin için yaba (ve dirgen) olur. Onları birleştirirsen kepçe olur. Onları yumarsan senin için vuruş aleti olur. Aynı zamanda tutma aleti olur. Sonra Allah Teâlâ onların başlarında tırnaklar yaratmış, o tırnaklara parmakların uçlarını dayatmış ki parmak uçları dağılmasın ve parmakların alamadığı ince şeyleri tırnakların başlarıyla tutabilsin.
Sonra iki elin o yemek mideye varmadan sana nasıl fayda verebilir? Bu bakımdan bir dehliz lâzımdır ki yemek oradan girebilsin. Böylece Allah Teâlâ, ağızın yaratılışındaki birçok hikmetlerle beraber ağzı mideye giden bir kapı olarak yarattı.
Sonra yemeği ağzına koysan bile onu yutmak mümkün olmaz. Bunun için yemekleri öğütecek bir değirmen gerekir. Onun için Allah Teâlâ, sana iki kemikten oluşan çeneleri yarattı ve o çenelere dişleri taktı. Üst dişleri alt dişlerin üzerine gelecek şekilde yarattı ki onlarla yemekleri öğütebilsin. Sonra yemek bazen kırmaya muhtaçtır, bazen kesmeye.. Bütün bunlardan sona da öğütmeye… Onun için Allah Teâlâ, dişleri, azı dişleri gibi öğütücü, keskin ve
kesici ve kırmaya elverişli olan köpek dişlerine taksim etti. Sonra Allah Teâlâ, iki çenenin mafsalını birbirine geçmiş bir şekilde yarattı ki alt çene öne ve gidip arkaya dağru gelebilsin. Hatta değirmenin dönmesi gibi, üst çene üzerinde döner. Eğer bu durum olmasaydı, ellerin birini diğerine çarpmak gibi, ancak bir çeneyi diğerine çarpmak sûretiyle bu öğütme vazifesi mümkün olabilirdi. Oysa bununla da öğütmek tam olmazdı. Bu bakımdan Allah Teâlâ alt çeneyi müdevver bir hareketle hareketlendirdi. Üst çeneyi de hareketsiz ve sabit yarattı.
Allah’ın sanatının acaipliğine dikkat ediyor musun? Zira insanların yaptığı değirmenin alt taşı durur, üst taşı döner. Ancak Allah’ın yapmış olduğu bu değirmen tam aksinedir. Çünkü bunun alt taşı, üst taşının üzerinde döner. Bu bakımdan Allah ortaktan münezzehtir. Onun şânı yüce, saltanatı aziz, burhanı tam ve minneti geniştir.
Sonra yemeği ağzın içine koyduğunu farzet! Acaba yemek ne şekilde dişlerin altına geçecek veya dişler onu nasıl çekecek veya iki el ile ağzın içinde yemek nasıl dönecek? Allah’ın dili yaratmak sûretiyle sana ne büyük nimet verdiğine dikkat et! Zira dil, ağzın her tarafında gezer, yemeği ortadan dişlere doğru getirir. Tıpkı öğütülen maddeleri, değirmenin taşına doğru getiren oluk gibi. Dilin bu vazifesinden başka, lisandaki zevkin fazileti, konuşma kuvvetinin acaiplikleri ve zikredilmesiyle kitabı uzatmak istemediğimiz daha nice hikmetleri vardır.
Sonra yemeği parçalayıp öğüttüğünü farzet! Fakat yemek kuru olduğu için onu yutmaya gücün yetmez. Ancak bir nevi rutubetle boğaza kaymasıyla bu iş olabilir. Bu bakımdan Allah’ın dilinin altında nasıl bir pınar yarattığına ve o pınardan tükrük kaynattığına dikkat et! O pınardan ihtiyaca göre su kaynar ve yemeği hamur haline getirir. Dikkat et ki Allah, o pınarı nasıl bu işe teshîr etmiştir; zira sen yemeği uzaktan görürsün. Çeneler hizmet için harekete geçer, tükrük akmaya başlar. Öyle ki avurtların, yemek senden uzak olduğu halde ıslaklık vermeye başlar!
Sonra bu öğütülmüş ve hamurlaşmış yemeği ağızdan midene vardıran kim? Onu elinle midene götüremezsin. Midende de bir el yoktur ki uzanıp onu çeksin. Bu bakımdan dikkat et ki Allah Teâlâ yemek borusunu ve hançereyi nasıl hazırlamış! Onun başında yemeği almak için açılan birçok tabak yaratmıştır. Sonra o tabakalar kapanır, sıkışır ki onun sıkışmasıyla yemek dönsün.
Dolayısıyla yemek borusunun dehlizinden mideye doğru yuvarlanıp, parçalanmış yemek, ekmek ve meyveler olarak mideye vardığı zaman, derhal et, kemik ve kan olmaya elverişli değildir.
Parçaları birbirine benzeyecek kadar tam mânâsıyla pişirilmesi lâzımdır. Böylece Allah Teâlâ (c.c) mideyi bir çanak biçiminde yaratmıştır. Yemek oraya girdiğinde yemeği içine alır, kapıları tamamen yemek üzerine kapanır. Midenin etrafındaki organların hararetiyle hazım ve oluşma ameliyesi tamam oluncaya kadar midenin kapıları kilitli kalır; zira sağ tarafında ciğer, sol tarafında dalak vardır. Göğüs kemiklerinin önünde ve arkasında sırt eti
vardır. Bu bakımdan her taraftan bu azaların ısısıyla hararet mideye varır ki yemek pişip parçaları birbirine benzer bir mayi haline gelsin. Böylece damarların deliklerinden geçmeye elverişli olur.
Yemek, o anda parçalarının birbirine benzemesinde ve inceliğinde arpa suyuna benzer. Bu haldeyken daha gıda olmaya elverişlideğildir.
Böylece Allah Teâlâ onunla ciğer arasında damarlardan mecralar (isale boruları) yaratmıştır. Yemek o isale borularından aksın ve dolayısıyla ciğere varsın diye onlara birçok geniş ağızlar var etmiştir. Ciğer ise kan çamurundan yoğrulmuş bir cisimdir. Hatta sanki kandır. Onda birçok damarlar vardır ve her tarafa dağılmışlardır, incelmiş olan ve onlardan geçen yemek, onların cüzlerine dağılır ki ciğer kuvveti onları istila edip onları kan rengiyle boyasın. Bu bakımdan ciğerde ikinci bir pişirme oluncaya kadar kalır. Azalara elverişli saf kan hâlini alır. Ancak bu kanı oluşturan, ciğerin hareketidir. Bu bakımdan pişirilenlerin hepsinde olduğu gibi bu kanda da iki fuzulî madde oluşur. Onların biri yağın altında kalan tortu bulanıklığa benzer. O da sevdavî kimûs karışımdır. Diğeri kaymağa benzer. O da safra dır. Eğer onların ikisinden bu iki fuzulî madde ayrılmasaydı, azaların mizacını bozardı. Bu bakımdan Allah Teâlâ, Ödü ve Dalağı yarattı ve onların her birine ciğere uzanan ve ciğerin isale borularına dahil olan bir hortum kılmıştır. Öd, safravî fazlalığı, dalak da sevdavî tortuları çeker. Böylece kan, saf olarak kalır. Onda fazla incelme ve sıvılıktan başka birşey yoktur. Çünkü onda sulu madde vardır. Eğer sulu maddesi olmasaydı, o kan kılcal damarlara yayılmazdı. O damarlardan azalara çıkıp da yükselmezdi. Bu bakımdan Allah Teâlâ, iki böbreği yarattı. Onların herbirinde ciğere doğru uzanan bir hortum çıkardı. Allah Teâlâ’nın, hikmetinin acaipliklerindendir ki böbreklerin hortumları ciğerin borularına girmez. Ciğerin kavisliğinden çıkan damarlara bitişiktir ki ciğerdeki ince damarlardan çıktıktan sonra mâyî maddeyi emmiş olsunlar; zira ciğerden çıkmadan önce o maddeleri emerlerse kalınlaşır ve damarlardan çıkmaz. Mâyî madde ondan ayrıldığı zaman kan, üç fuzulî maddeden tasfiye olunmuş tertemiz ve gıdayı ifsad eden bütün maddelerden korunmuş bir kan hâline gelir. Sonra Allah Teâlâ ciğerden birçok damar çıkarmış, sonra onları birkaç kısma taksim, etmiş, o kısımların her birini de birçok şubeye ayırmış, onlar tepeden tırnağa kadar dışta ve içte bütün bedene yayılmıştır. Bu bakımdan saf kan o damarlardan akıp, diğer azalara varır ki o kılcal damarlar, yaprak ve ağaçların damarları gibi olup gözle gö-rülmez hale gelsinler. Onlardan gıda, ter vasıtasıyla diğer azalara ulaşır.
Eğer öd’ün başına bir âfet gelirse, kan bozulur. Sarılık, sivilce, kabarcık ve kızıllık gibi safravî hastalıklar meydana gelir! Eğer dalakta bir hastalık olup daha önce bahsi geçen sevdavî karışımları çekemezse, mâlihülya, cüzzam ve behak denilen hastalıklar gibi sevdavî hastalıklar başgösterir. Eğer mâyî maddeler böbreklere doğru yürümezse, bundan istiska ve başka hastalıklar meydana gelir. Bütün bunlardan sonra hikmet sahibi olan yaratıcının hik-metine bak ki nasıl üç hassa (safravî, sevdavî ve balgamî) maddenin üzerine birçok faydalar tertip etmiştir.
Safranın zarfı öde gelince borularının biriyle çeker, diğeriyle barsaklara boşaltır. Böylece, yemeğin ağırlığında kaydırıcı bir rutubet meydana gelir. Barsaklarda da itelemek için harekete geçirici bir yankı oluşur. Böylece bir sıkışma meydana gelip onunla yemeğin posası itilip kaydırılır. Öd kesesindeki safra bu vazife için yaratılmıştır.
Dalak, fazla yemekten ötürü ekşime ve kabızı meydana getiren bir istihale yapar. Sonra hergün midenin ağzına ondan birşey gönderir. Ekşiliği ile şehveti harekete geçirip uyandırır. Geri kalanı ise posa ile beraber çıkar.
Böbrek, mâyî maddedeki kan ile gıdalanır. Diğerini mesaneye gönderir. Biz yemek için hazırlanan sebeplerdeki ilâhî nimetlerin bu kadarcık izahıyla iktifa edelim. Eğer biz ciğerin kalbe ve dimağa, bu azaların herbirinin diğerine nasıl muhtaç olduğunu,
kalpten bedenin diğer yerlerine yayılan damarların nasıl şubelere ayrıldığını, onlar vasıtasıyla hissin nasıl oluştuğunu, ciğerden bedenin diğer kısımlarına yayılan durgun damarların keyfiyetini, onlar vasıtasıyla gıdanın uzuvlara nasıl ulaştığını zikredersek, sonra azaların terkip keyfiyetini, kemiklerin sayısını, mafsal ve damarlarını, azaları birbirine tutturan telleri, ipleri, kıkırdak ve rutubetlerini zikredersek söz oldukça uzar. Hem yemek için ve hem de yemekten başka birçok şeyler için bütün bunlara ihtiyaç vardır. İnsanoğlunda binlerce adale, damar vardır. Onlar da küçüklük, büyüklük, incelik, kalınlık, fazlalık ve kısımlara ayrılmak olmak sûretiyle çeşitlidirler. Bunlardan hiçbir şey yoktur ki onda bir, iki, üç, dört veya ona kadar veya daha fazla hikmetler bulunmasın.
Bütün bunlar senin için Allah’ın nimetleridir. Eğer bunlardan, hareket eden bir damar durursa veya durgun bir damar harekete geçerse ey miskin insan, sen helâk olursun! O halde önce Allah’ın sana verdiği nimete bak ki ondan sonra Allah’a şükretmeye daha gayretli bir şekilde başlamış olasın; zira sen Allah’ın nimetlerinden ancak yemeği bilirsin. Oysa yemek o nimetlerin en düşüğüdür. Sen yemeği de ancak acıktığında bilirsin. Oysa merkeb de acıktığında yemeyi, yorulduğunda uyumayı, iştahı çektiğinde cinsî münasebette bulunmayı bilir. Kalkması is-tendiğinde kalkar ve çifte atar. Bu bakımdan sen merkebin bildiğinden fazlasını bilmezsen o vakit sana verilen nimetin şükrünü nasıl yerine getirebilirsin?
Biz bunlara kısaca işaret ettik. Bu ilâhî nimetlerin denizlerinden sadece bir damladır. Bu bakımdan bizim uzatmaktan korkarak söylemediklerimizi, bu söylediğimize kıyas et. Bizim ve bütün halkın bildikleri, ilâhî nimetlerden bilmediklerimize nisbet edilirse, denizin bir damlasından daha az olduğu anlaşılır. Ancak bunlardan birşey bilen şu ayetten bir korku idrâk eder.
Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız.(Nahl/18)
Sonra dikkat et ki Allah Teâlâ (c.c) bu azaların direkleri ile faydalarının, idrâklerinin ve kuvvetlerinin direğini nasıl ince ve dört karışımdan yükselen, merkezi kalp olan, yaygın damarlar vasıtasıyla bütün bedene sirayet eden, bedenin herhangi bir cüzüne vardığında insanın muhtaç olduğu his, idrâk ve hareket kudreti ve benzeri şeyleri derhal oluşan bir buhar ile bağamıştır. Tıpkı evin etrafından gezdirilen bir çıra gibi ki o çıra bir yere vardığında onun varışı sebebiyle evin diğer yerleri de aydınanır. Bu ışık Allah Teâlâ’nın halk ve icadındandır. Fakat hikmetinden ötürü buna çırayı sebep kılmıştır. Bu ince buhar ki doktorlar ona ruh derler, onun merkezi kalptir. Onun misali, çıra ateşinin cürmü gibidir.
Kalp de onun için çıra gibidir. Kabin içinde bulunan siyah kan ile fitin gibidir. Gıda ise yağ gibidir. Onun vasıtasıyla bedenin diğer azalarında bulunan zâhiri hayat ise evin içine yayılan çıranın ışığı gibidir. Nasıl ki çıranın yağı bittiği zaman söner, ruh çırası da gıdası bittiği zaman söner. Nasıl ki fitil bazen yanıp kül olur, artık yağı kabut etmez ve yağın çokluğuna rağmen çıra söner, işte tıpkı bunun gibi kendisiyle kalpteki buharın tutuştuğu kan, bazen kalbin hararetinin çokluğundan dolayı yanar, gıdanın varlığına rağmen söner ve ruhun bekasına temin eden gıdayı kabul etmez. Nitekim kül olan fitilin ateşin yanmasına elverişli olacak derecede yağı kabul etmediği gibi…
Nasıl ki daha önce zikrettiğimiz gibi’ bazen içten bir sebeple, bazen de dıştan bir rüzgâr ile çıra sönerse aynen onun gibi, ruh bazen dahilî bir sebep, bazen.de öldürmek gibi haricî sebepten dolayı söner. Nasıl ki çıranın sönmesi, yağın yok olmasıyla veya fitilin bozulmasıyla veya şiddetli bir rüzgârın ezmesiyle veya herhangi bir insanın söndürmesiyle ancak Allah’ın indine mukadder sebeplerle vc takdirle- oluyorsa, ruhun sönmesi de böyledir. Nasıl ki çıranın sönmesi, varlığının sona ermesi ve Ümmül Kitab (levh-i mahfuz) da kendisi için takdir edilen eceli ise, ruhun sönmesi de aynen böyledir.
Nasıl ki çıra söndüğü zaman evin içi kapkaranlık kesiliyorsa ruh da söndüğü zaman bütün bedeni karanlığıa gömülür. Bedenin daha önce ruhtan istifade etitği nûrlar bedenden ayrılır. O nûrlar sezişlerin, takdirlerin, iradelerin ve hayatın altında toplanan diğer şeylerin sırlarıdır.
İşte bu da ilâhî nimetlerin âlemlerinden diğer bir âleme sanat ve hikmetinin acaipliklerinden diğer bir acaibe veciz bir işarettir. Eğer deniz, rabbinin kelimelerini yazmak için mürekkeb olsa, rabbinin kelimeleri bitmeden önce deniz tükenir. Bu bakımdan Allah’ı inkâr eden helâk olsun, helâk! Nimetini inkâr edene azap olsun, azap!
İtiraz: Sen ruhu vasfedip onun misalini söyledin. Oysa Hz, Peygamber’e ruh sorulmuş, şu ayetin dediğinden başkasını söylememiştir:
Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: ‘Ruh rabbimin emrindendir.'(İsrâ/81)
Görüldüğü üzere Hz. Peygamber onlara, senin belirttiğin gibi ruhu vasıflandırmamıştır?
Cevap: Bu ruh lâfzında olan mânâların ortak oluşundan gaflet etmektir; zira ruh birçok mânâya gelir. Biz onları zikretmek sûretiyle meseleyi uzatmadık. Oysa biz o mânâlardan lâtif bir cismi vasıflandırdık ki doktorlar o cisme ruh derler. Doktorlar onun sıfatını, varlığını, azalarda nasıl gezdiğini, azalarda onun vasıtasıyla hisler ve kuvvetlerin nasıl meydana geldiğini söylemişlerdir. Hatta azalardan bazısı gevşediği zaman, bu gevşemenin ruhun yoluna çıkan bir engelden meydana geldiğini bilirler. Onlar gevşeyen yeri değil de damarların köklerini ve onlardaki engelin yerlerini tedavi ederler. O engeli aşacak ilâçlarla tedavi yaparlar; zira bu cisim lâtif olması hasebiyle damarlara nüfuz eder. Onun vasıtasıyla kalpten diğer azalara sirayet eder. O ruh doktorların ihtisas sahasına girer. Onun işi kolaydır ve o beşerin seviyesine iner.
Asıl olan ruha gelince, o öyle bir ruhtur ki fesada gittiği zaman bütün beden fesada gider. O ruh, Allah Teâlâ’nın sırlarından bir sırdır. Biz onu vasıflandırmadık. Onu vasıflandırmaya ruhsat da yoktur. Ancak şöyle denilebilir: ‘O rabbanî bir emirdir’.
De ki: ‘Ruh, rabbimin emrindendir.’ (İsrâ/81)
Rabbanî olan emirleri akıllar vasıflandıramaz. Hatta halkın çoğunun aklı, o emirlerden hayrete kapılır. Vehim ve hayaller ise o emirlerden zarurî olarak eksiktir. Tıpkı gözün sesleri idrâk etmekten yoksun olduğu gibi… O rabbanî emirlerin vasfının başlangıcını zikretmekte cevher ve arazla bağlı bulunan onun varlığında hapis olan akılların düğümleri bile sarsılır. Onun vasfından akılla hiçbir şey idrâk edilmez. Ancak akıldan daha şerefli ve daha yüce bir nûrla idrâk olunur. O nûr peygamberlik ve velîlik âleminde doğar. O nûrun akla nisbeti, aklın vehim ve hayale nisbeti gibidir. Allah Teâlâ birçok devirler yaratmıştır. Nasıl ki çocuk, mahsusatı (duyularla hissedilenleri) idrâk eder de mâkulâtı (akıl ile bilinen-leri) idrâk edemezse…
Çünkü bu öyle bir şeydir ki çocuğun aklı ona yetişmez, aynen onun gibi baliğ olan bir kimse makulatı idrâk edip onun ötesini idrâk edemez. Çünkü o daha ulaşamadığı bir haldir. Muhakkak bu şerefli bir makam, tatlı bir meşreb, yüce bir mertebedir. Burada Allah Teâlâ iman ve yakîn nûruyla mülâhaza edilir. Bu meşreb, herkesin yolu olmaktan yücedir. Ona ancak bir fertten sonra diğer bir fert muttali olabilir. Allah Teâlâ’nın (keyfiyetsiz) bir eşiği vardır. O eşiğin girişinde geniş bir meydan vardır. Meydanın başlangıcının üzerinde bir eşik vardır. O eşik o rabbânî emrin merkezidir. Kim bu eşikten geçmeye yetkili olanı ve eşiği koruyanı görmezse o meydana varması muhaldir. Onun ötesindeki yüce müşahedelere nasıl varabilir? Bu nedenle denildi ki: ‘Nefsini bilmeyen rabbini bilmez!’
Acaba doktorların bildiklerinde bunlara nerede tesadüf edilir? Doktor nerede bunları mülâhaza edebilir? Doktorun yanında ruh diye adlandırılan mânâ, bu rabbanî mânâya nisbeten padişahın bastonu ile hareket ettirilen topun padişaha nisbeti gibidir. Bu bakımdan tıbbî ruhu bilen bir kimse, rabbani emri (ruhu) bildiğini zanneden, padişahın bastonuyla hareket ettirilen topu görüp padişahı gördüğünü zanneden bir kimse gibidir. Bu kimsenin büyük bir yanılgıya düştüğünde şüphe yok! Bu hata böyle bir kimsenin hatasından daha fâhiştir.
Teklifin medârı olan ve kendileriyle dünyanın maslahatları idrâk olunan akıllar, bu emrin hakikatini mülâhaza etmekten yoksun oldukları için, Allah Teâlâ Hz. Peygamber’e bu ilâhî ruhtan bahsetmeye izin vermemiştir. İnsanlarla akıllarının alabileceği şekilde konuşmasını emretmiştir. Allah Teâlâ kitabında bu ruh ‘un hakikatinden birşey zikretmemiştir. Ancak onun nisbet ve fiilini zikretmiş, zatını zikretmemiştir. Onun nisbeti şu ayette zikredilmiştir:Ruh rabbimin emrindendir.(İsrâ/85)
Onun fiili de şu ayette zikredilmiştir:
Ey huzura eren nefis! Razı edici ve razı edilmiş olarak rab-bine dön! (Salih) kullarımın içine gir. Cennetime gir!(Fecr/27-30)
Bu bakımdan biz şimdi gayeye dönelim. Çünkü gayemiz yemek hakkındaki ilâhî nimetleri zikretmekti. Biz ise yemeğin aletleri hakkındaki ilâhî nimetlerin bazısını zikrettik,
*Sabredilen Hususlara İzafeten Sabrın Aldığı İsimler
4. Yiyecek Maddelerinin Kendilerinden Meydana Geldiği Asıllar Hakkındaki İlâhî Nimetler ve Daha Sonra Yiyecek Maddelerinin İnsanların Eliyle Islah Edilebilecek Hale Gelmesi
Yiyecekler çoktur, Allah Teâlâ’nın onları yaratmakta sayılamayacak kadar hikmetleri, ardı arkası kesilmeyecek kadar birbirini takip eden harikuladelikleri vardır. Her yiyecek için bunları zikretmek oldukça uzar; zira yiyecekler ya devalar veya meyveler veya gıdalardır.
Şu halde biz önce gıdalardan işe başlayalım. Çünkü gıdalar temeldir. Biz onların arasından buğday tanesini ele alıp diğer gıdaları bırakalım.
Bir buğday tanesini veya birkaç daneyi bulduğun zaman eğer onları yersen onları yoketmiş olursun ve kendin de aç kalırsın, O halde tanenin artıp, fazlalaşması zaruri bir durumdur ki senin bütün ihtiyacını karşılasın. Bu bakımdan Allah Teâlâ sende ya-rattığı kuvvet gibi, buğday tanesinde de bir kuvvet yaratmıştır, buğdayın kendisi o kuvvetle gıdalanır; zira bitkiler ancak his ve hareket hususunda senden ayrılır. Gıdalanmakta ancak sana muhalefet eder. Çünkü bitki su ile gıdalanır. Kökleri vasıtasıyla suyu içine çeker. Aynen senin gıdaları içine çektiğin gibi… Biz, gıdayı içine çekmek hususunda bitkinin aletlerinin açıklamasına uzun uzadıya girişecek değiliz. Ancak bitkinin gıdasına işaret ederek şöyle deriz:
Odun ve toprağın sana gıda olmadığı gibi bir buğday tanesi de herşeyden gıda almaz. Aksine özel bir şeye muhtaçtır. Eğer buğday tanesini evde bırakırsan artmaz. Çünkü bu durumda sadece hava ile münaspbeti olur. Sadece hava ise onun gıdasına elverişli değildir. Eğer su içerisinde bırakırsan artmaz. Eğer susuz bir arazide bırakırsan artmaz. Aksine sulu bir arazi lâzımdır. O arazinin suyu toprağına karışır, çamur haline gelir.
İnsan yiyeceğine bir baksın. (Nasıl) biz suyu döktükçe döktük, sonra toprağı güzelce yardık, böylece bitirdik onda taneler, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar…
(Abese/24-29)
Sonra su ile toprak da kâfi gelmez; zira eğer buğday nemli, sert ve üst üste yığılmış bir araziye bırakılırsa, hava olmadığı için bitmez. Bu bakımdan gevşek ve içine hava girebilecek bir araziye bırakılması gerekir. Sonra hava bizzat ona ulaşmaz, havayı kıpırdatan, zorla sürükleyen ve yerin içine nüfuz etmesini sağlayan bir rüzgâra muhtaçtır.
Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik de gökten bir su indirip sizi onunla suladık.(Hicr/22)
Rüzgârların telkihi hava, su ve toprak arasında kaynaşma meydana getirmesi demektir. Sonra şiddetli bir soğuk olursa bütün bunlar sana fayda vermez. Bu bakımdan yazın hararetine muhtaç olursun. Böylece insanın gıdasının bu dört şeye muhtaç olduğu anlaşıldı. Bunların her birinin de neye muhtaç olduğuna dikkat et! Zira su, ziraat arazisine deniz, pınar, nehir ve barajlardan dökülmeye muhtaçtır. O halde Allah Teâlâ’nın denizleri yarattığına, pınarları nasıl fışkırttığına, onlardan nehirleri nasıl akıttığına dikkat et!
Sonra toprak bazen yüksek olur, su ona varmaz. Bu bakımdan Allah Teâlâ’nın bulutları yarattığına, rüzgârları bulutlara nasıl musallat kıldığına, rüzgârın o bulutları yeryüzünün her tarafına nasıl sürdüğüne dikkat et ki o bulutlar su ile yüklü olan ağır bulutlardır. Sonra dikkat et ki Allah o yağmuru yaz ve güz mevsimlerinde ihtiyaca göre nasıl araziler üzerine hayırlarla dolu olarak gönderiyor? Allah Teâlâ’nın dağları suvarıp korumak için nasıl yarattığına, o dağlardan tedricî olarak pınarları nasıl fışkırttığına dikkat et! Eğer o dağlardan su birden çıkmış olsaydı muhakkak memleket batar, ziraat ve hayvanlar helâk olurdu. Allah’ın dağlar, bulutlar, denizler ve yağmurlardaki nimetlerinin sayılması mümkün değildir.
Hararete gelince, o su ile toprak arasında hasıl olmaz. Çünkü bunların ikisi de soğukturlar. Bu bakımdan Allah’nın güneşi nasıl müsahhar kıldığına, yerden uzak olmasına rağmen bazen yeri ısıttığına, başka bir zamanda ısıtmadığına dikkat et! Böylece serinliğe ihtiyaç olduğu zaman serinlik hasıl olur. Hararete ihtiyaç olduğu zaman hararet olur. Bu, güneşteki nimetlerden bir tanesidir. Güneşte o kadar hikmetler vardır ki saymakla bitmez.
Sonra bitki yerden yükseldiği zaman, meyvelerde bir bağlanma ve katılık hasıl olur. Bu bakımdan onlar, kendilerini oluşturan bir neme muhtaçtırlar. O halde Allah Teâlâ’nın ay’ı yaratmasına dikkat et! Allah ısıtmayı güneşin özelliği olarak yarattığı gibi nemlendirmeyi de ayın özelliği olarak yarattı. Bu bakımdan ay meyveleri olgunlaştırır. Hakîm ve yaratıcı olan Allah’ın takdiri onları renklendirir. Bu nedenle eğer güneş, ay ve diğer yıldızların ışığının ağaçların üzerine düşmesini engelleyen bir gölgelik olursa ağaçlar cılız ve eksik olurlar. Hatta küçücük bir ağaç büyük ağacın gölgesinde kaldığı zaman bile cılızlaşır.
Ay’ın nemlendirmesini, şu tecrübeyi yapmak sûretiyle sen de anlayabilirsin: Geceleyin başını açtığında zükkâm denilen rutubet başının üzerinde çoğalır. O halde senin başını ıslattığı gibi, meyveyi de ıslatır. Öyleyse sayıp dökülmesinde (burada) bir ihtiyaç olmayan bir şeyi uzatmayalım.
Gökte olan her yıldız bir çeşit fayda için yaratılmış ve teshir edilmiştir. Nasıl ki güneş ısıtmaya, ay nemlendirmeye teshir edilmişse… Bu bakımdan yıldızlardan hiçbiri yoktur ki beşerin bilmediği birçok hikmetlerden uzak olsun. Eğer böyle olmasaydı zaten onların yaratılması fuzulî ve mânâsız olurdu ve bir de hâşâşu ayetler doğru olmazdı:
Ey rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın! (Âlu İmran/191),
Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları eğlenmek için yaratmadık.(Duhân/38)
Nasıl ki senin azalarında faydasız hiçbir organ yoksa, aynen onun gibi âlemdeki şeylerin hiçbiri de faydasız değildir. Âlemin tamamı bir şahıs gibidir. Onun cisminin cüzleri onun azaları gibidir.Onlar yardımlaşırlar.Tıpkı bedenindeki azaların yardımlaştıkları gibi,.. Bunun izahı oldukça uzun sürer.
Yıldızların, güneş ve ayın Allah’ın emriyle birtakım eşyada musahhar kılınmalarına ve o eşyanın hikmetin hükmüyle onlara sebep olmalarına iman etmenin şeriata aykırı olduğunu ve şeriatta yıldız ilmiyle meşgul olmayı yasaklayan hüküm bulunduğunu zannetmen uygun değildir.
Yıldızlar hususunda yasaklanan şu iki şeydir:
Birincisi: Yıldızların meydana getirdiği tesirleri kendi başlarına yaptığına ve onların kendilerini yaratan ve kahrının altına alan bir tedbirin emrinde olmadığına inanmandır ki bu inanç küfrün ta kendisidir!
İkincisi: Müneccimleri (yıldız ilmiyle meşgul olanları) haber verdikleri hususların tafsilâtında tasdik etmektir! Onların haber verdikleri şeylerde halk tabakası, onları idrâk etmek hususunda onlarla müşterek değildirler. Çünkü müneccimler cehaletten konuşurlar.
Muhakkak ki yıldızların ilmi, bazı peygamberlerin mucizesi idi. Sonra o ilim kalktı. O ilimden dünyada ancak karışık bir kalıntı kaldı. İşte orada doğru yanlıştan ayırdedilemez. Bu bakımdan yıldızların Allah Teâlâ’nın izniyle bitki ve hayvanlarda hâsıl olan birtakım tesirlerin sebepleri olduğuna inanmak, dinde herhangi bir zarar vermez. Aksine bu hakikattir. Fakat cehaletle tafsilâtlı bir şekilde, bu tesirleri bildiğini iddia etmek dine zarar verir. Bu nedenle beraberinde bir elbise varsa onu yıkayıp kurutmak istediğinde başkası sana ‘Elbiseyi çıkar, yay. Çünkü güneş doğdu, hava ısındı’ diyen kimseyi yalanlamak gerekmez. Havanın ısınmasını, güneşin doğuşuna bağladığından dolayı onun sözünü inkâr etmek de gerekmez. Yine bir insanın yüzünün bozulmasının sebebini sorduğunda o insan sana ‘Güneş beni çarptı ve yüzümü simsiyah etti’ dese, onu bu sözünden dolayı yalanlaman gerekmez.
Diğer tesirleri de buna kıyas et! Ancak tesirlerin bazısı malûm ve bazısı meçhuldür. Meçhul olanda ilim iddia etmek caiz değildir. Malûm olanın da bazısı, güneşin doğuşu ile hararet ve ışığın meydana gelmesi gibi, bütün insanlar için malûmdur. Bazısı da ay’ın doğuşu ile zükkâmın hâsıl oluşu gibi bir kısım insanların malûmudur. Madem durum budur, yıldızlar boşuna yaratılmamışlardır. Onlarda sayılmayacak kadar hikmet vardır.
Bunun için Hz, Peygamber göğe bakarak şu ayeti okumuştur:
Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen yücesin, bizi cehennem ateşinden koru!
(Âlu îmran/191)
Sonra Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bu ayeti okuduğu halde tefekkür etmeyen kimseye yazıklar olsun!65
Yani ‘Şu kimse ki ayeti okuyup bu ayet hususunda düşünmeyi terkeder, göklerin melekûtundan sadece göğün rengini anlar ve yıldızların ışığını bilmekle iktifa eder, başka hikmetlerinden gafil kalır’, işte ona yazılar olsun!
Bu durumu hayvanlar da bilir. Bu bakımdan göklerden sadece bu kadar anlayışla iktifa eden bir kimse bu ayet-i celîle ile bıyığını büken bir kimsedir.
Allah Teâlâ için göklerin melekûtunda, âfaklarda, nefislerde, hayvanlarda birçok acaiplikler vardır. Allah’ı sevenler o acaipliklerin marifetini talep ederler; zira bir âlimi seven bir kimse, durmadan o âlimin yazdığı kitabları aramakla meşgul olur ki onun ilminin acaipliklerine daha fazla vâkıf olup daha fazla sevsin! Allah’ın sanatının acaipliklerindeki durum da böyledir; zira âlemin tamamı Allah’ın tasnif buyurduğu bir kitabdır. Hatta yazarların yazdıkları da kullarının kalpleri vasıtasıyla telif ettiği kitabının cümlesindendir. Eğer sen herhangi bir tasnife hayret edersen, o kitabın yazarına değil, musannifi, o vermiş olduğu hidayet, doğruluk ve tarif vasıtasıyla c kitabı yazmaya muvaffak edene hayret et!
Teşbihte hata olmasın, kuklacının oyuncaklarının oynadığını, gülünç harekette bulunduklarını gördüğün zaman, oyuncaklara hayret etmezsin. Çünkü onlar oynatılan paçavralardır, oynayan değildirler. Fakat onları gözlerden gizli ince iplerle hareket ettiren oyuncunun maharetine hayret edersin.65) Salebi, (İbn Abbas’tan)
Bitkinin gıdası ancak su, hava, güneş, ay ve yıldızlarla ve ancak merkezleri bulunan feleklerle tamamlanırlar. Felekler de an cak hareketleriyle tamamlanırlar. Feleklerin hareketi de ancak felekleri harekete geçiren semavî meleklerle tamamlanır. Böylece bu durum, uzak sebeplere kadar uzanır. Biz o sebeplerin zikrini, söylediğimiz ile söylemediğimize dikkati çekmek için bıraktık. O halde bitkilerin gıdasının sebeplerinden bu kadarla iktifa edelim.
*Kuvvet ve Zaaf İtibariyle Sabrın Kısımları
Bütün bu yiyecekler bir yerde bulunmazlar, onların özel şartları vardır. Bu şartlardan dolayı bazı yerlerde bulunur, bazı yerlerde bulunmazlar. Halk yeryüzüne dağılmıştır. Bazen yiyecekler onlardan uzak olur. Onlarla yiyecekler arasına denizler ve kara parçaları girerler. Bu bakımdan tüccararın müsahhar edip, onlara mal sevgisini ve kâr servetini nasıl musallat kıldığına dikkat et! Oysa çoğu zaman onlar olmaz, onlar ancak toplar; onların derlediklerini de ya gemiler batırır veyahut da yol kesiciler yağma ederler veya onlar bazı memleketlerde ölürer. Oranın idarecileri de o malları alır. Tüccarların en güzel durumları; mallarının varislere kalmasıdır. Oysa eğer bilirlerse, varisler onların en şiddetli düş-manıdırlar. Allah Teâlâ’nın cehalet ve gafleti tüccarlara nasıl musallat kıldığına, kâr talebinde şiddetlere göğüs gerdiklerine, tehlikelere dalıp kârların hülyasıyla denizde sefere çıkmalarına ve yiyecekleri ve ihtiyaçları doğu ve batının en uzak memleketlerinden alıp getirmelerine dikkat et!
Allah Teâlâ’nın onlara gemi sanatını ve gemiye nasıl binileceğim öğretmesine dikkat et! Allah Teâlâ’nın hayvanları nasıl yarattığına, onları karada binmek ve yüklemek için nasıl musahhar kıldığına bir bak! Devenin nasıl yartıldığına bir bak! At’ın nasıl yaratıldığına, nasıl hızlı gittiğine bir bak! Merkebe bak! Yorgunluğa karşı nasıl sabırlı davranıyor. Develere bak! Uzun çöl yollarını nasıl kat ediyor? Susuz ve aç olduğu halde ağır yüklerin altında merhaleleri nasıl aşıyor?
Allah Teâlâ’nın tüccarları gemileri ve hayvanları vasıtasıyla kara ve denizde nasıl gezdirip ve diğer ihtiyaçları yükleyip getirttiğine dikkat et! Hayvanların muhtaç olduğu gemileri düşün!
Gemilerin muhtaç olduğu maddeleri düşün! Allah Teâlâ, ihtiyaç hududuna kadar bütün bunları yaratmıştır. İhtiyaçtan fazla da yaratmıştır. Fakat bunları saymak mümkün değildir. Bu, sayıların dışına çıkan harici şeylere sirayet eder. Biz kitabı uzatmamak için sözü kısa kesmek istiyoruz.
*Sabra İhtiyaç Olduğu Zannedilen ve Kulun Sabırdan Müstağni Olamadığı Hususlar
Bitkilerin ve hayvanların, olduğu gibi parçalanıp yenilmesi mümkün değildir. Her birinde ıslah etmek, pişirmek, bazısını bazısının içerisine atmak suretiyle terkib ve tasnif yapmak ve daha sayılmayacak kadar birçok işler lazımdır. Her yemek için bunu saymak uzar. Bu bakımdan biz her ekmeği ele alalım: O tek ekmeğin, tohumu yere ekilip yenecek dereceye gelinceye kadar nelere muhtaç olduğuna bakalım.
Bu bakımdan o ekmek, ekilmek için önce çiftçiye muhtaçtır, çiftçi önce toprağı ıslah etmelidir. Sonra çift sürecek öküz ve saban ile diğer şeylere ihtiyaç vardır. Bundan sonra bir müddet sulamaya ihtiyaç vardır. Sonra yeri yabanhi bitkilerden temizlemek, sonra biçmek, sonra dövmek, sonra samandan temizlemeye ihtiyaç vardır. Sonra öğütmek, sonra hamur yapmak, sonra ekmek yapmaya ihtiyaç vardır.
Bizim zikrettiğimiz ve zikretmediğimiz, bu fiillerin sayılarını düşün. Bu hususta insanın muhtaç olduğu demir, ağaç, taş ve benzeri aletlerin sayısını düşün. Sanatkârların saban, öğütme ve ekmek aletlerini ıslah etmekte muhtaç oldukları şeyleri düşün! Marangoz, demirci ve benzeri kimseleri düşün! Demircilerin demire, bakıra, kalaya olan ihtiyacını düşün! Allah Teâlâ’nın dağları, taşları ve madenleri nasıl yarattığını, yeryüzünü nasıl komşu kıtalara böldüğünü düşün!
Ey miskin! Eğer incelersen bilirsin ki bir tek ekmeğin yemeye elverişli hâle gelinceye kadar en azından bin sanatkârın elindeng eçmesi gerekir. Bu bakımdan suyu indirmek için bulutları sevkeden melekten tut da melekler cihetinden yapılan amellerin en sonuncusuna kadar, ta ki sıra insanın ameline varıncaya kadar gel! Göreceksin ki bir ekmek binlerce kişiye muhtaçtır. Her sanatçı, halkın maslahat vasıtasıyla tamamlanan sanatların köklerinden bir köktür. Sonra o aletlerdeki insan emeğinin çokluğunu düşün!
Hatta küçücük bir alet olan iğnenin faydası senden soğuğu uzaklaştıran elbiseyi dikmektir. Onun sûreti iğne olmaya elverişli bir demirden oluşmaz. Ancak iğnecinin elinden yirmibeş defa geçtikten ve her defasında başka bir ameliyeye tâbi tuttuktan sonra olur. Eğer Allah Teâlâ memleketleri bir araya getirmeseydi, kulları müsahhar kılmasaydı, otları biçmek için orağa ihtiyacın olduğunda ömrün tükenirdi, yine de orağı edinmekten aciz kalırdın. Dikkat etmez misin, Allah Teâlâ, necis bir meniden yaratmış olduğu kulunu, bu acaip işleri yapmaya nasıl şevketmiş?! Bu garip sanatları yapmayı ona nasıl ihsan etmiştir? Mesela makasa bak. Onun iki tarafı, birbirine uygun iki makas ağzıdırlar. Biri diğerinin üzerine kapanır. Birşeyi beraberce ve çabukça keserler. Eğer Allah Teâlâ fazilet ve keremiyle makası edinme yolunu bizden öncekilere keşfettirmeseydi biz makası kendi fikrimizle edinmeye muhtaç olsaydık, sonra demiri taştan çıkarmaya, makasın çalıştığı aletleri yapmaya muhtaç olsaydık ve bizim her birimiz de Hz. Nuh (a.s) kadar yaşayıp, dünyanın en mükemmel aklına sahip olsaydık yine de sadece bu makas aletini ıslah etmekteki yolu çıkaramazdık. Bırak diğer âletleri yapmak şöyle dursun! O halde göz sahiplerini kör olanlara bu hususta ilhak eden, peygamberleri bu hususu açıklamaktan meneden Allah ortaktan münezzehtir.
Eğer memleket değirmenciden veya demirciden veya işlerin en düşüğü olan hacamat yapandan veya örücüden veya diğer sanatların birinden boş olursa, sana isabet eden sıkıntıyı ve işlerinin nasıl sarsılacağını düşün! Bu bakımdan kulların bazısını diğerine müsahhar kılan Allah ortaktan münezzehtir. Bununla meşiyeti yerini buldu ve hikmeti tamamlandı.
Biz bu husus hakkında da sözü kısa keselim. Çünkü gaye sonuna kadar saymak değil de nimetlere dikkati çekmektir.
*Korku’nun Dereceleri, Kuvvet ve Zayıflıkta Farklılık
Sabır iki türlüdür. Onlardan biri, bedenîdir. Bedenen meşakkatlere göğüs gerip tahammül etmek gibi… O da ibâdetler veya başka şeylerden meydana gelen zor amelleri yapmak gibi ya fiille olur veya korkunç yaralara, ağır hastalığa ve şiddetli darbeye sabretmek, göğüs germekle olur. Bu da eğer şeriata uygunsa bazen güzel olur. Fakat tam güzel olan sabır, öbür çeşididir. O da hevâ-i nefsin isteklerine ve tabiatın iştahlarına nefsin sabretmesidir.
Bu çeşit sabır, eğer midenin ve tenasül uzvunun şehvetine sabretmekse, buna iffet adı verilir. Eğer nahoş bir hâdiseye tahammül etmekten gelen bir sabır ise, halk nezdinde hâdiseye göre değişik isimler alır. Eğer bir musibette ise sadece sabır ismiyle iktifa edilir. Buna zıd ceza ve hele diye adlandırılan bir durum vardır. Bu zıd durum, hevâ-i nefsin isteğini sesi yükseltmek, yanaklara vurmak, yakayı yırtmak ve benzeri hareketlere nefsi bırakmaktır.
Eğer zenginliği göğüslemekte ise buna zabt’ün-nefs (nefsi zapt u rapt altına almak) adı verilir. Bunun zıddı olan hâle Batar (saldırganlık) ismi verilir. Eğer nahoş hâdiseyi, savaşta göğüslerse, buna şecaat (kahramanlık) adı verilr. Bunun tam tersine de cebanet (korkaklık) adı verilir. Eğer öfkeyi veya gayzı yutmak hususunda ise, bu takdirde sabra hilim adı verilir. Bunun zıddına tezemmür denir. Eğer zamanın musibetlerinden rahatsız edici bir musibete sabrediyorsa, bu tür sabra göğüsün genişliği mânâsına gelen siat’üs-sadr adı verilir. Bunun zıddına dacer, te-berrum ve göğüs darlığı mânâsına gelen dik’us-sadr denir.
Eğer bir konuşmayı gizlemek hususunda sabretmişse buna kitman’üs-sır (sırrı gizlemek) adı verilir. Bu sabrın sahibine de ketûm denir. Eğer yaşlılığa sabretmek ise, bunun adına zühd, zıddına da hırs denir. Eğer azla yetiniyorsa buna kanaat ismi verilir. Bunun zıddına oburluk mânâsına gelen şereh denir. Bu bakımdan imanın çoğu sabra dahildir.
Bu sırra binaen Hz. Peygamber’e imandan sorulduğunda şöyle demiştir: ‘O, sabrın ta
kendisidir’. Çünkü imanın çoğu ve en aziz amelleri sabırdır.
Yine Hz. Peygamber ‘Hac Arefe’dir’.15 buyurmuştur.
Allah Teâlâ, bunların bütün kısımlarını bir arada derleyerek hepsine birden sabır adını verip şöyle buyurmuştur:
Ahidleştikleri zaman sözlerini yerine getirenler, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar bunlardır. (Allah’ın azabından) korunanlar da onlardır.(Bakara/177)
Madem durum budur, o halde bunlar, ilgilendikleri konuların değişikliklerine göre, sabrın kısımlarıdırlar. Kim mânâları isim-lerden alıyorsa, o kimse zanneder ki bu durumlar, haddizatında ve hakikatlerinde de değişiktirler. Çünkü isimleri değişik görür. Fakat dosdoğru yolda yürüyen ve Allah’ın nûruyla bakan bir kimse ise, önce mânâları mülâhaza eder, dolayısıyla hakikatlerine muttali olur, sonra isimleri düşünür. Çünkü isimler mânâlara delâlet etmek için vaz’edilmişlerdir. Bu bakımdan mânâlar, asılların ta kendileridir. Lâfızlar ise tâbilerdir. Öyleyse asılları tâbilerde arayan bir kimse elbette haya eder.
Bu iki gruba şu ayetle işaret edilmiştir:
Şimdi yüzüstü kapanarak yürüyen mi doğru gider, yoksa yol üzerinde düzgün yürüyen mi?
(Mülk/22)
Kâfirler, yanıldıkları yerlerde ancak böyle makûs kaidelerden ötürü yanılmışlardır. Allah Teâlâ’dan keremi ve lütfu sayesinde, hüsn-ü tevfîkini dileriz.
*Sabrın İlacı ve Sabra Yardımcı Olan Hususlar
Yiyecekler ve başka şeyleri ıslah eden sanatkârların fikirleri ayrılırsa, vahşi hayvanlar gibi birbirlerinden nefret ederlerse, muhakkak dağılır ve birbirlerinden uzaklaşırlardı. Bazısı bazısından istifade etmezdi. Vahşi hayvanlar gibi olurlar, bir yere sığmazlar, onları bir hedef bir araya getirmezdi. Bu bakımdan Allah Teâlâ’nın onların kalplerini nasıl birleştirdiğine ve kaynaştırdığına, onlara muhabbeti nasıl musallat kıldığına dikkat et!
Ve onların kalplerinin arasını birleştirdi. Sen yeryüzünde bulunan herşeyi herşeydin yine onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını birleştirdi.(Enfâl/63)
Tanışmak ve yakınlaşmak için onlar bir araya geldiler ve muhabbet kurdular. Şehirler ve memleketler bina ettiler, birbirlerine komşu olarak evler ve meskenler yaptılar, çarşılar, hanlar ve meskenler gibi sayılması uzun sürecek diğer şeyleri tertip ettiler. Sonra bu sevgiyi, sürtüştükleri birtakım hedefler ortadan kaldırır. İnsanın tabiatında kabalık, hased ve başkası ile münakaşa etmek vardır. Bu da vuruşmaya, nefret etmeye sirayet eder. Bu yüzden Allah Teâlâ’nın onların üzerine saltanat sahiplerini nasıl musallat kıldığına, onlara kuvvet, silah ve sebeplerle nasıl yardım ettiğine, onların korkusunu kendilerine ister istemez itaat etsinler diye halkın kalbine nasıl attığına, sultanları memleketin ıslah yoluna nasıl hidayet ettiğine dikkat et! Öyle ki onlar, bir şahsın parçaları imiş gibi memleketin parçalarını tertip ettiler. Bir hedef için yardımlaştılar ki onların bazısı bazısından faydalanır. Mesela reisler, kadılar, hapishane ve çarşıları idare eden kimseler tertip ettiler. Halkı kanunlara uymaya mecbur ettiler. Halka müsaade etmeyi ve yardımlaşmayı gerekli kıldılar. Öyle ki demirci kasaptan, kuyumcudan ve diğerlerinden faydalanır. Onların hepsi demirciden faydalanır. Haccam çiftçiden, çiftçi haccamdan faydalanır. Herbiri diğerinden faydalanır. Bu da tertiplerinin bir arada olmalarını ve bir sultanın tertibi ve derlemesi atında inzibata bağlanmalarının sebebi ile olur. Tıpkı aynı bedenin azaları birbirinden faydalandığı gibi…
Dikkat et! Allah Teâlâ peygamberi (a.s.) gönderdi ki onlar halkı idare eden sultanların halini ıslah etsinler. Sultanlara halk arasındaki adalaeti korumak ve halkı zaptetmek hususundaki siyaset kanunlarının teşriini, imamlık (padişahlık), saltanat ve fıkıh ahkâmını onlara öğretsinler. Onlar bu ahkâm ile dünyanın ıslahına hidayet olundular. Onlara dinin ıslahından fazla olarak bunları da öğrettiler.
Allah Teâlâ, peygamberleri melekler vasıtasıyla ıslah etti. Me-leklerin bazısını da diğerleriyle ıslah etti ki bu zincirleme kendisiyle Allah arasında vasıta bulunmayan mukarreb meleğe varıncaya kadar devam eder.
Bu bakımdan fırıncı hamuru pişirir. Değirmenci öğütmekle, çiftçi biçmekle taneyi ıslah eder. Demirci çift aletlerini ıslah eder. Marangoz demircilik aletini ıslah eder ve böylece yemek aletlerini ıslah eden bütün sanat sahipleri de mütalaa edilmelidir. Sultanlar sanatkârları, peygamberler varisleri bulunan âlimleri, âlimler sultanları, melekler peygamberleri ıslah ederler. Bu iş her nizamın kaynağı, her güzelliğin, her tertip ve telifin menşei olan rubûbiyet huzuruna varıncaya kadar devam eder. Bütün bunlar rablerin rabbinin, sebeplerin müsebbibinin nimetleridir.
Biz bizim (uğrumuz) da mücahede edenleri elbette yollarımızı gösteririz.(Ankebût/69)
Eğer O’nun fazilet ve keremi olmasaydı muhakkak biz bu nimetlerin marifetine kendiliğimizden varamazdık. Eğer O’nun nimetlerinin künhünü ihâta etmek tamahkârlıktan bizi korumasaydı, muhakkak biz o nimetleri ihâta edip sonuna kadar saymaya heves ederdik. Fakat Allah Teâlâ, kudret hükmüyle bizi böyle yapmaktan uzaklaştırdı ve şöyle buyurdu:
Allah’ın nimetini saymaya kalkışsanız sayamazsınız!(Nah/18)
Eğer biz konuşursak onun izniyle konuşmaya dalarız. Eğer susarsak onun kahrıyla susarız. Zira onun menettiğini hiç kimse veremez. Onun verdiğini de hiç kimse menedemez; zira biz ölümden önce hayatımızın dakikalarının herbirinde kalplerin kulağı ile cebbâr olan padişahın çağrısını dinliyoruz: Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Mülk bugün kimindir?’ hiç kimse buna cevap veremez. Allah Teâlâ şöyle der:
Kahhar (her şeye galip olan) tek Allah’ındır.(Gâfir/16)
Bu bakımdan bizi kâfirlerden ayıran, hayatlar sona ermeden önce bize bu çağrıyı dinleten Allah’a hamd olsun!
*Havf – Korku
Din teşvikçisi, hevâ-i nefsin teşvikçisine nisbeten üç duruma sahiptir:
Bir
Bu, hevâ-i nefse çağıran gücü artık münazaa ve münakaşa edecek gücü kalmayacak derecede mağlup etmektir. Buna ancak sabrın devamıyla varılabilir. Bunun için ‘Sabreden zafere ermiştir’ denir.
Bu rütbeye ulaşan çok azdır. Şübhe yoktur ki bunlar, mukarreb olan sıddîkların ta kendileridir. O sıddîklar ki ‘Rabbimiz Allah’tır’ demişler, sonra dosdoğru hareket etmişlerdir. İşte bunlar dosdoğru yola yapışmışlar, kuvvetli yol üzerinde dimdik durmuşlar, nefisleri din teşvikçisinin isteği üzerine itminana kavuşmuştur. Onlar ‘Ey itminana kavuşan nefis! rabbinden (nimetinden) razı ve rabbin de senden razı olduğu halde rabbine dön!’ davetiyle çağırılmışlardır.
İki
Bu hâl, hevâ-i nefis davetçilerinin galebe çalması ve din teşvikçisinin mücadelesinin tamamen ortadan kalkmasıdır. Kişi nefsini tamamen şeytanların ordusuna teslim eder. Mücâhededen ümitsiz olduğu için, artık mücahede etmez hale gelir. Bunlar, gafillerin ta kendileridir ve insanların çoğunluğunu bunlar teşkil ederler! Bunlar o kimselerdir ki şehvetleri onları kul ve köle edinmiştir, şekavetleri kendilerine galebe çalmıştır.
Bu bakımdan Allah’ın düşmanlarını, Allah’ın sırlarından bir sır ve emirlerinden bir emir olan kalplerine hakim kılmışlardır. Şu ayette bunlara işaret vardır:
Dileseydik herkesi hidayete erdirirdik. Fakat benden ‘Mutlaka cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla dolduracağım, sözü çıkmıştır. (Secde/13)
İşte bahsi geçenler ahireti verip dünya hayatını satın alan ve alışverişinde zarar edenlerdir. Onları irşad etmek isteyen bir kimseye vahy lisanıyla şöyle denilmiştir:
Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başkasını arzu etmeyen kimseden yüz çevir. Onların ilimden erebildik-leri (son had) işte budur.(Necm/29-30)
Bu durumun alâmeti ümitsizlik ve kuruntularla aldanmaktır. Bu ise, ahmaklığın en son derecesidir.
Nitekim Hz. Peygamber seyyie buyurmuştur:
Akıllı o kimsedir ki nefsini hesaba çeker. Ölümden sonraki hayatı için amel eder. Ahmak o kimsedir ki nefsim hevasına tabi kılar, (amelsiz) Allah’tan yüksek dereceler temenni eder16
Bu durumun sahibi, kendisine nasihat edildiği zaman der ki: ‘Ben tevbeye müştakım. Fakat tevbe etmek bana zor geldiği için tevbe etmekten ümidimi kestim!’ veya tevbeye müştak olmadığı için şöyle der: ‘Muhakkak Allah gafûr, rahîm ve kerîmdir. Benim tevbeme ihtiyacı yoktur!’
Bu miskin adamcağızın aklı, şehvetine köle olmuştur, O aklını şehvetinin ihtiyacını yerine getiren hilelerin inceliklerini elde etmek hususunda kullanır, Bu bakımdan onun aklı, kâfirlerin elindeki bir müslüman esîr gibi, şehvetlerin elinde esirdir. Onlar onu domuzları gözetmede, şarapları koruyup getirmede kullanırlar! Böyle bir kimsenin Allah katındaki durumu, bir müslümanı mağlup edip kâfirlere teslim eden bir kimsenin durumu gibidir.
Çünkü bu kimse, açık cürmü yoluyla eğlenceye alınmayacak olanı eğlenceye almış ve serbest kalması gerekeni de başkasının tahakkümüne vermiştir. Oysa müslümanın hakkı hâkimiyet, Allah’ı tanımayanın hakkı mahkûmiyet iken bunu tersine çevirmiştir. Başkası için bu hakka riayet gerektiği gibi, kendi hakkını koruması daha önceliklidir. Ne yazık ki Allah’ın tarafını tutarı meleğin askerini, şeytanın tarafını tutan orduya teslim etmiştir. Aklını şehvetine esir eden bu adamın bu tutumu, bir müslümanı bir kâfire köle yapan bir kimse gibi veya kendisine iyilikte bulunan padişaha kasteden ve padişahın en aziz evladını tutup düşmanlarından birine teslim eden bir kimse gibidir. Bu kimsenin Allah’ın nimetini inkâr edişine ve Allah’ın azabını davet etmesine dikkat et. Çünkü hevâ-i nefis Allah’ın nefret ettiği yeryüzünde ibâdet edilen en sevimsiz şeydir. Akıl ise, yeryüzünde yaratılmış en aziz varlıktır.
Üç
Üçüncüsü, akıl ve şehvetin kuvvetleri arasında savaşın sürüp gitmesidir. Bazen birinin, bazen diğerinin galip gelmesidir. Böyle bir şahsın benzeri, mücâhidlerden sayılır, zaferi elde edenlerden değil! Bu durumun ehli, salih ve kötü ameli karıştırmışlardır. Umulur ki Allah tevbelerini kabul etsin. Bu hüküm kuvvet ve zayıflık itibariyledir. Bunda kendisine karşı sabredilenin sayısı itibariyle üç hâl meydana gelir; zira bu şahıs ya bütün şehvetlere galebe çalar veya hiçbir şeye galebe çalamaz veya bir kısım şehvetlere galebe çalar, bir kısmına çalamaz.
Başka bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler, iyi bir işle kötü işi birbirine karıştırdılar.(Tevbe/102)
Bu ayetin anlamının şehvetin bazısına galip, bazısına mağlup olan kimsenin üzerine hamledilmesi daha evladır. Mutlak mânâda şehvetlerle mücadeleyi terkedenler ise, hayvanlara benzerler. Hatta yol bakımından daha sapıktırlar; zira hayvanda şehvetle mücâhede eden kudret yaratılmamıştır. Böyle bir kimseye ise, bu meziyet verilmiş, fakat o bunu muattal bırakmıştır. Bu bakımdan bu kimse eksiktir ve hakka arkasını çevirenin ta kendisidir. Nitekim şair şöyle demiştir:
Ben halkın ayıpları içerisinde hiçbir ayıp görmedim ki itmam etmeye kudretleri olup da eksik kalanların eksikliği gibi olmasın!
Sabır, kolaylık ve zorluk itibariyle de nefse zor gelen ve kendisine ancak büyük bir gayret ile devam etmek mümkün olan ki buna tesettür (zoraki sabır) adı verilir kısım ile fazla yorgunluk olmaksızın biraz nefse yüklenmekle meydana gelen kısma ayrılır. Bu ikinci kısma da sabır ismi verilir. Takvâ devam ettiği, neticedeki en güzel olanı tasdik etme kuvvet bulduğu zaman sabretmek kolaylaşır.
Bu sırra binaen Allah şöyle buyurmuştur:
Kim verip korunursa ve en güzel kelimeyi tasdik ederse, onu en kolay yola muvaffak ederiz.(Leyl/75-7)
Bu tür sabır, kuvvetli olan bir kimsenin, âciz bir kimseye saldırışına benzer. Onu yenmek hususunda bir yorgunluk ve zorluk çekmez. Fakat hasmı da güçlü olursa bu kimse ancak yorgun
luk ve fazla çaba sarfetmekle, ter dökmekle onu alt edebilir.
İşte dinin teşvikçisi ile hevanın teşvikçisi arasında da aynen bunun gibi savaş vardır. Bu savaş haddi zatında melek ve şeytan orduları arasındadır. Ne zaman şehvetler teslim olursa, dini teşvik eden güç galebe çalar, uzun zaman devam etmek sûretiyle sabretmek kolaylaşırsa bu durumda Rıza bahsinde geleceği gibi rıza makamını elde eder. Bu bakımdan rıza, mertebe bakımından sabırdan daha yücedir.
Bu nedenle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah’a rızan ile ibâdet et! Eğer buna gücün yetmiyorsa hoşuna gitmeyen şeylere sabretmekte de çok hayır vardır.17
Ariflerden biri şöyle demiştir: “Sabır ehli üç makam üzerindedir. O makamların birincisi, şehvetin terkidir. Bu, tevbe edenlerin derecesidir. O makamların ikincisi de takdir edilene rıza göstermektir. Bu da zâhidlerin derecesidir. O makamların üçüncüsü de mevlâsı tarafından başına gelene muhabbet göstermektir. Bu da sıddîkların derecesidir. Biz Muhabbet bahsinde, muhabbet makamının rıza makamından, rıza makamının da sabır makamından daha yüce olduğunu beyan edeceğiz. Sanki bu taksim, özel bir sabır hakkında cari olmuş ki o da musibet ve belalar üzerindeki sabırdır.
Sabır da hükmü itibariyle farz, nafile, mekruh ve haram kısımlara ayrılır. Bu bakımdan mahzurlu şeyleri yapmamak hususunda sabretmek farzdır. Nefsin hoşuna gitmeyen şeylere sabretmek nafile sabırdır. Mahzurlu şeylere sabretmek mahzurlu’dur. Tıpkı kendi eli veya çocuğunun eli başkası tarafından kestirildiği halde sükût edip sabreden bir kimse gibi ve tıpkı ailesine veya himayesi altında bulunan kadınlara şehvetle yaklaşana karşı gayreti kabarır, fakat gayretini göstemeyip sabreden veya aile efradının başından geçene karşı sükût eden bir kimsenin sabrı gibi… Böyle bir sabır haramdır. Mekruh olan sabır ise, şeriatta mekruh olan bir cihetten kendisine dokunan bir eziyete karşı sabır göstermektir. Bu bakımdan şeriat, sabrın mihenk taşı olmalıdır. Öyleyse sabır imanın yarısıdır hükmü sana sabrın hepsi güzeldir hayalini verirse bu uygun değildir. Aksine sabır’dan gaye; sabrın özel kısımlarıdır.
15) Sünen sahipleri, (Abdurrahman b. Ya’mer’den)
16) Gurur bölümünde geçmişti.
17) Tirmizî, (İbn Abbas’tan)
*Şükür
Daha önce, peygamberleri ıslah edip, hidayet etmek ve onlara vahyi tebliğ etmek ile meleklerin yaratılışındaki ilâhî nimetten anlattığımız şeyler senin malûmundur. Meleklerin sadece bunları yaptıklarını zannetme! Çokluğu ve mertebelerinin tertibi ile meleklerin tabakaları kısaca üç tabakaya inhisar eder:
A) Arzî (yeri idare eden) melekler,
B) Semâvi (gökleri idare eden) melekler,
C) Hamelet’ül-Arş (Arşı yüklenen) melekler.
Allah Teâlâ’nın melekleri sana hidayet, irşad ve başka vazifelerde değil yemeğe ve daha önce bahsettiğimiz gıdaya dönüşen hususlarda vekil kıldığına dikkat et! Fakat bunların herbir parçasını, bitki parçalarından her birini en az yedi melek, bazen on, bazen yüz, bazen de yüzden daha fazla melek, gıdalandırmakta vekil kılınmışlardır.
İzahı şudur: Gıdanın mânâsı, yok olan gıda parçasının yerine başka bir parçanın geçmesidir. Bu gıda, sonunda kan olur, sonra et ve kemik olur. Et ve kemik olduğu zaman, gıdalanma tamamlanır. Kan ile et, marifet, kudret ve ihtiyarı olmayan cisimlerdir. Onlar kendiliğinden harekete geçmez. Kendi kendisine durup dururken bozulmaz, sadece tabiat da bunları değişik kalıplara sokmaya kâfi değildir. Nasıl ki buğday kendiliğinden un, hamur, ekmek olmazsa, ancak bir sanatkâr vasıtasıyla olursa, işte öyle!
Tıpkı bunun gibi kan kendiliğinden, et, kemik, sinir ve damar olmaz. Ancak bir sanatkâr vasıtasıyla olur. İç âlemdeki sanatkârlar meleklerin ta kendisidir. Nasıl ki zâhirdeki sanatkârlar memleketin ahâlisinin ta kendisi ise… Allah Teâlâ zâhir ve bâtında nimetlerini senin üzerine dökmüştür. Bu bakımdan onun bâtınî nimetlerinden gafil olman uygun değildir. Öyleyse derim ki gıdayı et ve kemiğe dönüştüren bir melek lâzımdır; zira gıda kendiliğinden hareket etmez. Başka bir melek lâzımdır ki onun komşuluğunda gıdayı tutsun. Üçüncü bir melek lâzımdır ki ondan kan yapsın. Dördüncü bir melek lâzımdır ki ona kan, sinir veya kemik şeklini versin. Beşinci bir melek lâzımdır ki gıdanın ihtiyacından fazla olan fuzulî maddeyi uzaklaştırsın. Altıncı bir melek lâzımdır ki kemik sıfatını kazananı kemikle, kan sıfatını kazananı da kanla birleştirsin. Böylece ayrı bir parça olması Yedinci bir melek lâzımdır ki yapıştırmada miktar ve hassas ölçüleri gözetsin. Yuvarlaklığını, enliğini, boşluğunu yapıştırsın ve her birini ihtiyaç miktarı kadar korusun, çünkü melek, mesela gıdadan, çocuğun burnu üzerine konması gereken parçayı baldırına koyarsa baldır oldukça büyür. Burun delikleri iptal olunur. Sûret ve yaratılış oldukça çirkinleşir.
İnceliğine rağmen göz kapaklarına, berraklığına rağmen gözbebeğine, kalınlığına rağmen baldırlara, katılığa rağmen kemiğe,miktar, şekil bakımından bunların herbirine uygun olanı sevketmesi gerekir, aksi takdirde sûret iptal olunur. Azaların bazısı büyük, bazısı zayıf ve küçük olur. Kısmet ve taksitte adil olan melek, eğer buna riayet etmezse, çocuğun başına ve bedeninin diğer yerlerine gıdadan ayaklarından birinin büyümesine vesile olan birşey
sevkederse o ayak, olduğu gibi kalır, bütün beden büyür. Şişman ve tek ayaklı bir şahsın ayağı çocuk ayağı gibi olursa bu kimse asla o ayaktan istifade etmez. Bu bakımdan taksimdeki bu ince hesabı gözetmek meleklerden birine havale edilmiştir. Zannetme ki
kan, kendi tabiatıyla şeklini tayin ediyor; zira bu işleri tabiata havale eden kimse ne dediğini bilmeyen bir cahildir.
İşte bu vazifeleri yapan arzî meleklerdir. Onlar sen uykuda istirahat edip, gaflet içerisinde dönerken seninle meşguldüler. Onlar senin içindeki gıdayı ıslah ettikleri halde sen onlardan haberdar olamazsın. Bu durum, parçalanmayan kısımlarının her birinde vardır. Hatta göz ve kalp gibi bazı parçalar yüz melekten daha fazlasına muhtaçtır. Biz kısa kesmek için bunun tafsilatını bıraktık. Arzî meleklerin imdadı, hakikati ancak Allah tarafından bilinen malûm bir tertip üzere semavî meleklerden gelir. Semavî melekler de hamlelet’ül-arş meleklerinden imdad alırlar. Teyid, hidayet ve tasdîd ile hepsine nimet eden Müheymin, Kuddüs, mülk ve melekûtun biricik sahibi, izzet ve ceberrûtun mâliki, gökler ve yerin cebbârı, mülkün, celâl ve ikramın sahibi olan Allah’tır!
Gökler, yer, bitkiler ve hayvanların parçalarını, hatta yağmur tanelerini, bir taraftan diğer bir tarafa kayan bulutların her birini idare eden melekler hakkında vârid olan haberler sayılmayacak kadar çoktur. Bu nedenle hadislerle delil göstermeyi terkettik. Soru: Neden bu fiillerin tümü bir meleğe teslim edilmedi de yedi meleğe ihtiyaç duyuldu? Oysa buğday da önce öğütene, sonra eleyene, su katana, hamur yapana, ekmek yapana, inceltene, tandıra yapıştırana muhtaçtır. Fakat bütün bu vazifeleri tek başına bir kişi yapar. Neden meleklerin batınî amelleri, insanların zâhirî amelleri gibi olmadı?
Cevap: Meleklerin yaratılışı insanın yaratılışına muhaliftir. Onlardan hiçbir melek yoktur ki sıfatı müstakil bir şekilde olmasın. Asla onlarda terkib ve karışma bulunmaz, Bu bakımdan her melek için bir tek fiil vardır.
Bizim içimizden herkesin belli bir makamı vardır. (Sâffât/164)
Bu nedenle melekler arasında mücadele ve kavga yoktur. Her’ birini bir mertebeye tayin etmenin, kendisine bir fiili havale etmenin misali, beş duyunun misâli gibidir; zira göz, sesleri idrâk etmekte kulakla sürtüşmez. Koku duyusu onlarla mücadele etmez. Onların ikisi de koku duyusu ile mücadele etmezler. El, ayak gibi değildir; zira sen ayağın parmaklarıyla ancak küçük birşey yapabilirsin. Böylece ayak elle sürtüşür. Bazen de başkasına başınla vurursun. Böylece baş, vurma aleti olan elle mücadele etmiş olur. Melekler, tek başına öğütmeyi, hamur yapmayı ve ekmek yapmayı yürüten bir insan gibi de değildir; zira bu, bir nevi eğrilmektir ve adaletten bir nevi kaymadır. Bunun sebebi de insanın sıfatlarının ve isteklerinin değişikliğidir; zira insanın sıfatı bir örnek değildir. Bu bakımdan fiili de bir olmaz.
Bu nedenle insanı, bazen Allah’a isyan eder, başka bir zaman da itaat eder görürsün. Çünkü insanda istekler ve sıfatlar değişiktir. Bu durum meleklerin tabiatında mümkün değildir. Melekler, itaat üzere yaratılmışlardır. Onlarda isyan imkânı yoktur. Şüphesiz ki onlar Allah’a, emrettiği hususta isyan etmezler. Kendilerine ne emredilmişse onu yaparlar. Gevşemeden gece gündüz tesbih ederler. O meleklerden rükûa varan daima rükûdadır. Secdeye varan daima secdededir. Kıyamda olan melek de devamlı kıyamdadır. Onların fiillerinde ne değişiklik, ne de gevşeklik vardır. Herbirisinin malûm bir makamı vardır, onu geçemez. Onların Allah için taatları öyle bir durumdadır ki orada muhalefet edemezler. Onların itaati senin azalarının sana itaat etmelerine benzer; zira sen gözlerini açmayı kesinlikle irade ettiğin zaman, sıhhatli olan bir göz için bazen itaat etmede tereddüt etmesi, bazen etmemesi diye birşey yoktur. Aksine senin göz kapakların emrine veya yasağına hazır bir durumda bekler. Senin işaretinle hemen açılır ve kapanır. İşte bu, bir yönden meleklerin itaatına benzer. Fakat bir yönden de meleklere benzemez; zira göz kapağı gerek açmak, gerekse kapatmak hususunda kendisinden sadır olan hareketi bilmez. Melekler ise, diridirler ve ne yaptıklarını bilirler. Madem durum budur, bu arzî ve semavî melekler hususunda ve sadece yemek hakkındaki senin onlara olan ihtiyacın Allah’ın senin üzerindeki bir nimetidir. Diğer hareketler ve ihtiyaçlar da başka… Biz onları zikretmekle kitabı uzatmadık.
İşte bu tabaka, nimet tabakalarından başka bir tabakadır. O tabakaların tümünü saymak mümkün değildir. Acaba bu tabakaların altına giren fertler nasıl sayılabilir? Allah Teâlâ, zâhir ve bâtında senin üzerine nimetlerini akıtarak şöyle buyurmuştur:
Günahın gizlisini de açığını da bırakın! (En’âm/120)
Günahın gizlisini bırakmak, halkın bilmediği hased, kötü zan, bid’at, halk için kötü şeyler düşünmek ve kalplerin diğer günahlarından ibaret olanları terketmektir. Bu günahları bırakmak gizli nimetlerin şükrüdür. Azalarla yapılan açık günahı bırakmak da açık nimetin şükrüdür. Göz açıp kapamak kadar olsa dahi Allah’a isyan eden bir kimse mesela gözün kapatılması gereken bir yerde açılması gibi göklerde, yerde ve bunların arasındaki kendisine verilen Allah’ın her nimetini inkâr etmiş olur; zira melekler, gökler, yer, hayvanlar, bitkiler ve Allah Teâlâ’nın yarattığı herşey bütünüyle kulların her biri için nimettir. Onunla kulun faydalanması tamamlanmıştır. Her ne kadar başkası da ondan fayda görse bile; zira göz kapağı her açıldığında Allah Teâlâ’nın o kapakta iki nimeti vardır.
Bir de Allah Teâlâ her kapakta birçok adaleler yaratmıştır. Onların telleri ve dimağa bağlı ipleri vardır. O iplerle kapağın aşağı inmesi tamamlanır. Aşağı kapağın yükselmesi sağlanır. Her kapağın üzerinde siyah kıllar (kirpikler) vardır. Onların siyahlığındaki ilâhî nimet ise, onun gözün .ışığını toplamasıdır; zira beyazlık ışığı dağıtır. Siyahlık ise toplar. Onu bir saf halinde tertip etmekte ilâhî bir nimet vardır. Küçük böcekleri gözün içine girmekten menetmek ve havadaki pislikleri (mikropları) Allah Teâlâ’nın o tüylerin her birinde kökünün yumuşaklığı, yumuşaklıkla beraber dik bir şekilde konması bakımından iki nimeti vardır ve kirpiklerin birbirine geçmesinde hepsinden daha büyük bir nimet vardır. O da havanın tozu bazen gözü açmaktan meneder. Eğer kapatılırsa, göz görmez. Bu bakımdan alt ve üst kirpikleri birbirine girecek kadar sık bir şekilde bir araya getirmiştir. Dolayısıyla o kıllar harici bir kirin göze girmesine mâni olur. Ama görmeye mâni olmaz. Sonra göz bebeğine bir toz girerse kirpiklerin kenarları aynayı örten gibi, göz bebeğinin üzerine kapanıp koruyacak halde yaratılmıştır.
İnsan gözünü birkaç defa açıp kapadığında kirpikler sayesinde göz bebeği tozdan temizlenir. Pislikler gözün dışına ve kirpiklerin arasına çıkmış olur. Sivrisineğin göz kapağında kirpik yaratılmadığı için, sineğe iki el verildi. Onun o ellerle göz bebeklerini temizlediğini ve sildiğini görürsün!
Bu kitabın esasından daha fazla uzaklaşmamak için nimetle-rin tafsilâtını saymayı terkettik. Eğer zaman mühlet verir, tevfîk de yardım ederse onun için müstakil bir kitap yazmayı düşünüyoruz. O kitapta nimetlerin tafsilatını beyan edeceğiz. Biz o kitaba Acaib-i Sun’illah (Allah’ın Sanatının Acaiplikleri) adını vereceğiz. Bu bakımdan biz şimdi hedefimize dönelim.
Nâmahrem bir kimseye bakan, Allah’ın, kirpiklerdeki nimeti olan gözü inkâr etmiş olur; zira kirpikler ancak göz ile kâim olur. Göz, ancak baş ile kâimdir. Baş, ancak bütün beden ile, beden de ancak gıda ile kâimdir. Gıda su, yer, hava, yağmur, bulut, güneş ve ay’a muhtaçtır.
Bunların hiçbir şeyi gözsüz olmaz. Gökler de meleksiz olmaz; zira hepsi birşey gibidir. Bazısı diğerine bağlıdır. Bedenin azalarının birbirine bağlı oluşu gibi….
Bu bakımdan bu kişi varlıktaki bütün nimetleri, yerden Süreyya yıldızına kadar inkâr etmiş olur, hiçbir felek kalmaz. Hiçbir melek, hiçbir hayvan, hiçbir bitki ve hiçbir cemaat yoktur ki ona lanet okumasın. Bu sırra bianen haberlerde şöyle varid olmuştur: ‘İnsanların toplandığı yer, dağıldıkları zaman ya onlara lanet eder veya onlara af talebinde bulunur’. Yine şöyle varid olmuştur: ‘Âlim için herşey istiğfar eder. Hatta denizdeki balıklar bile’. Melekler sayılması mümkün olmayan birçok lâfızlarla âsilere lanet okurlar. Bütün bunlar işaret eder ki bir göz açıp kapatıncaya kadar isyan etmek, mülk ve melekûtta her ne varsa hepsine karşı suç işlemektir. Böyle bir kimse nefsini helâk etmiştir. Meğer ki günahın arkasından onu silecek bir sevab işlemiş olsun.Bu takdirde lanet, istiğfar ile
değiştirilir. Umulur ki Allah bunun tevbesini kabul eder ve günahından vazgeçer.
Nitekim bir rivayette şöyle buyurulmuştur;
Ey Eyyûb! İnsanlardan hiçbir kulum yoktur ki onun beraberinde iki melek bulunmasın. O kulum nimetlerime karşı şükrettiği zaman yanındaki iki melek ‘Ey Allahım! Onun nimetini artır. Çünkü sen hamd ve şükür ehlisin’ derler. Bu bakımdan sen şükredenlere yakın ol! Benim nezdimde yüksek derece bakımından şükredenler kâfidir. Ben onların şükrüne teşekkür ederim. Meleklerim onlara dua eder. Üzerinde yaşadıkları yer onları sever. Ardında bıraktıkları onlar için ağlarlar!
Her göz açıp kapamakta birçok nimetin olduğunu anladınsa, bil ki verilen ve alınan her nefeste de iki nimet vardır; zira nefes verilmekle kalpten yakıcı duman çıkar. Eğer o duman içten çıkmazsa, insan helâk olur. Nefes almakla hava kalbe varır. Eğer nefes borusu tıkanırsa, hava kesildiğinden dolayı kalp yanar ve o havanın getirdiği serinlik olmadığından insan helâk olur. Gece ve gündüz yirmi dört saattir. Her saatte bin nefese yakın nefes vardır. Her nefes on lâhzaya yakındır. Bu bakımdan her lâhzada bedeninin her parçasında bir milyon nimet vardır. Âlemin parçalarının herbirinde milyonlarca nimet vardır. Acaba bunun sayılması düşünülebilir mi?
Hz. Musa’ya (a.s) ‘Allah’ın nimetini saymaya kalkışsanız sayamazsınız’ (Nahl/18) ayetinin hakîkati keşfolunduğu zaman şöyle dedi: İlâhî! Sana nasıl şükredeyim? Bedenimdeki her tüyde senin iki nimetin vardır. Onun kökünü yumuşatmış, ucunu batmaz bir vaziyette yaratmışsın!’
Bir rivayette ‘Yemek içmekten başka hususlarda Allah’ın nimetlerini bilmeyenlerin ilmi az, azapları hazırdır’ denilmiştir. Zira basiret sahibi bir kimse gözü neye ilişir, kalbine her ne gelirse, kesinlikle bilir ki orada onun için Allah’ın bir nimeti vardır. Bu bakımdan biz saymayı ve tafsilâtı bırakalım; zira bu mümkün olmayan birşeyi yapmaya çalışmaktır.
*Korku’nun Hakikati
Dünyada kulun rastladığı hiçbir şey, iki hâlin dışında değildir. Onlardan biri, kulun hevasına uygun olanıdır. Diğeri kulun tabiatına uymayan, tiksindiği şeydir. Kul bunların ikisinde de sabra muhtaçtır. Kul, bütün durumlarında bu iki çeşidin birinden veya her ikisinden de uzak değildir. Bu bakımdan kul, hiçbir zaman sabırdan müstağni değildir.
Birinci Çeşit
Kulun hevasına uygun olanıdır. Bu da sıhhatli ve selâmetli olmak, malın, mertebenin ve aşiretin çokluğu, sebeplerin genişliği, yardımcıların çokluğu ve dünyanın bütün lezzetleridir. Bu şeylerde kulun sabra şiddetli ihtiyacı vardır; zira kul, eğer nefsini bunlara dalmaktan, bunlara meyletmekten engelleyemezse, bu durum kulu, saldırganlık ve tuğyana doğru götürür. ‘Çünkü insan kendisini müstağni gördüğü zaman tuğyan eder’. Hatta ariflerden biri şöyle demiştir: “Bela karşısında mü’min, afiyetler karşısında ise ancak sıddîk bir kimse sabredebilir’
Sehl et-Tüsterî şöyle der: ‘Afiyet üzerinde sabır, bela üzerindeki sabırdan daha şiddetlidir’. Dünyanın kapıları ashab-ı kirâm için açıldığı zaman, onlar da şöyle dediler: ‘Biz fakirlik fitnesiyle mübtelâ olduk, sabrettik! Zenginlik fitnesiyle mübtelâ olduk, sabrede-medik!’ Bunun için Allah Teâlâ kullarını mal, kadın ve evlat fitne-sinden sakındırarak şöyle buyurmuştur:
Ey iman edenler! Mallarınız, çocuklarınız sizi Allah’ı an-maktan, alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır.(Münâfikun/9)
Ey iman edenler! eşlerinizden ve çocuklarınızdan bazıları size düşmandır, onlardan sakının. Bununla beraber affeder, kusurlarına bakmaz, günahlarını örtersiniz, şüphe yok ki Allah gafûrdur (çok bağışlayandır), rahimdir (çok merhametlidir).(Tegâbün/14)
Hz. Peygamber de şöyle demiştir: ‘Evlat, cimrilik, korkaklık ve üzüntü sebebidir’.18 Hz. Peygamber, torunu Hasan’ın gömleğinin eteğine basıp düştüğünü görünce, minberden inerek onu kucakladı, sonra şöyle buyurdu:
Allah doğru söylemiştir: ‘Mallarınız ve çocuklarınız (sizin için) bir bela ve imtihandır’. (Teğâbün/15)
Ben onun düştüğünü gördüğüm zaman, gelip onu kaldırmaktan kendimi alamadım.19
İşte burada, basiret sahipleri için ibret vardır. Bu bakımdan asıl hüner, âfiyet ve bollukta sabretmektir. Afiyet üzerinde sabretmenin mânâsı, ona meyletmemek ve onların kendi yanında emanet olduğunu ve bu emanetin yakın bir zamanda asıl sahibine iade edileceğini bilmek, nefsini bunlarla ferahlansın diye salıvermemek, nimete, lezzete, lehv u lâ’be dalmamak, malında Allah’ın haklarını o malı infak etmek sûretiyle gözetmek, halka yardım etmek sûretiyle bedeninin hakkını ödemek, dilini doğru söylemek sûretiyle korumaktır. Allah’ın kendisine ihsan ettiği diğer nimetlerde de böyle yapmaktır. Bu sabır, şükre bitişiktir. İleride geleceği gibi ancak şükrün hakkını eda etmekle tamamlanır. Zenginlik karşısındaki sabrın daha şiddetli olması, şu hikmetten ileri gelmektedir: Çünkü bu sabır, kudret ve gücü yettiği halde yapılan sabırdır.
Hz. Ali (r.a) ‘Güç yetmemek ismettendir demiştir. Hacamat yapmaya ve kan aldırmaya karşı başkası deruhde ettiği zaman sabretmek, kendi nefsinden kan aldırmana ve kendi kendine hacamat tatbik etmene karşı sabretmekten daha kolay gelir. Yemeğin bulunmadığı anda acıkan bir kimsenin sabretmesi; lezzetli ve güzel yemekler hazır bulunduğu ve onları yemeğe gücü yettiği halde sabretmekten daha zor değildir. Bu nedenle zenginliğin fitnesi çok daha büyüktür.
İkinci Çeşit
İkinci çeşit, hevâ-i nefse ve tabiata uymayana sabretmektir. Bu da ya kulun ihtiyarına bağlı ibâdet ve günahlar gibi veya kulun ihtiyarına bağlı olmayan musibet ve felâketler gibi şeylerdir, fakat onu izale etmekte kulun ihtiyarı vardır. Eziyet verenden intikam almak sûretiyle gönlünü rahatlatmak gibi…
Birinci Kısım
Birinci kısım, kulun ihtiyarına bağlı olan kısmıdır. Bu kısım, kulun ibadet veya masiyet diye nitelendirilen fiilleridir. Bunlar da iki çeşittir:
A) İbadet
Kul, ibadete sabretmeye muhtaçtır. İbadette sabır şiddetlidir. Çünkü nefis, tabiatıyla kulluktan ürker. Rubûbiyyet arzusunda bulunur.
Bunun için ariflerden biri şöyle demiştir: ‘Hiçbir nefis yoktur ki Firavun’un taşıdığı arzuyu içinde taşımasın’. Firavun’un arzusu şu sözüdür:
Ben sizin en yüce rabbinizim!(Nâziat/32)
Fakat Firavun, bu sözü söylemeye ve kabul edilmesine imkân bulup da söylemiştir; zira o, kavmini tâzib etti. Onlar da kendisine itaat ettiler. Bu bakımdan kölesi, hizmetkârı ve kahrı ile itaati altında bulunan herhangi bir kimseye karşı bu anlamda bir davranış içine girmeyen hiç kimse yoktur.
Her ne kadar bunu izhar etmekten menedilmiş ise de; zira onların hizmette kusur ettikleri zaman gazaba gelmesi öfkelenmesi ve ‘Nasıl bu kusuru yapıyorsun?’ diye garipsemesi ancak gizli bir kibirden, kibirden ve rubûbiyette münakaşa etmekten neşet eder. Madem durum budur öyleyse kulluk, mutlak mânâda nefse zor gelir. Sonra ibadetlerden bir kısım vardır ki insan tembellik sebebiyle ondan hoşlanmaz. Namaz gibi… Diğer bir kısım vardır ki insan cimrilik sebebiyle on-dan hoşlanmaz. Zekât gibi… Diğer bir kısım vardır ki insan, tembellik ve cimrilik sebebiyle, ondan hoşlanmaz. Hac ve cihad gibi…
Bu bakımdan ibadete sabır, şiddetlere sabır demektir. Allah’a ibadet eden bir kimse ibadetinde sabretmeye üç durumda muhtaç olur:
1.Birincisi ibadetten öncedir. Bu, niyetin tashihinde, ihlasta,riyanın şaibelerine sabretmekte, âfetlerin büyüklerine sabretmekte, ihlas ve vefa üzerinde azmini akdetmektedir. Bu tür sabır, niyetin ve İhlasın, riya âfetlerinin, nefis desiselerinin hakikatini bilen bir kimse nezdinde şiddetli sabırdandır.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) buna dikkati çekerek şöyle buyurmuştur:
Ameller ancak niyetlere bağlıdır, her şahıs için niyet ettiği vardır.20
Allah Teâlâ da şöyle buyurmuştur:
Oysa kendilerine, dini yalnız Allah’a hâlis kılıp O’nu birleyerek Allah’a kulluk etmeleri emredilmişti.(Beyyine/5)
Yine Allah Teâlâ sabrı, amelin üzerine takdim ederek şöyle buyurmuştur:
Ancak sabredip salih ameller işleyenler müstesnadır. (Hûd/1l)
2.İkincisi amel durumudur ki bir kul amel esnasında Allah’tan gafil olmamalıdır Amelin adab ve sünnetlerini araştırmada tembellik etmemelidir. Amelin sonuna kadar edebe
riayet etmelidir. Bu bakımdan gevşekliğe davet edenlere karşı,ameli bitirinceye kadar sabretmelidir.Bu sabır,sabrın şiddetlilerindendir.
Nitekim şu ayet-i celîle’den bu mânâ kastedilmiştir:
Böyle salih amel işleyenlerin mükafatı ne güzeldir. Onlar ki sabrederler ve yalnız rablerine tevekkül ederler.(Ankebût/58-59)
3.Üçüncüsü amel bittikten sonradır; zira kişi ameli ifşa etmek, riya ve gösteriş için ameli belirtmeye karşı sabretmeye muhtaçtır.Ameline beğenme gözüyle bakmaktan, ameli iptal edip eserini yakacak her harekete sabretmeye muhtaçtır.
Sakın amellerinizi iptal etmeyin. (Muhammed/33)
Sakın sadakalarınızı minnet etmek ve başa kakmak sûretiyle iptal etmeyin (boşa çıkarmayın).(Bakara/264)
Bu bakımdan sadaka verdikten sonra minnet etmeye ve başa kakmaya sabretmeyen bir kimse muhakkak amelini boşa çıkarmıştır. İbâdetler farz ve nafile diye iki kısma ayrılırlar. Kişi bütün bunlara karşı sabretmeye muhtaçtır.
Allah Teâlâ bunları şu ayet-i celîle’de derlemiştir:
Muhakkak ki Allah adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emreder.(Nahl/90)
Bu bakımdan ayette bahsi geçen adalet farzdır, ihsan ise nafile ibadettir. ‘Akrabalara vermek’ ise mürüvvet ve sılayı rahimdir. Bütün bunlar sabra muhtaçtır.
B) Masiyetler
Kulun günahlara karşı sabretmeye çok fazla ihtiyacı vardır. Allah Teâlâ, günahların çeşitlerini şu ayette derlemiştir:
Allah zinadan, fenalıklardan ve insanlara zulm yapmaktan da nehyediyor.(Nahl/90)
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Muhâcir kötülüğünü terkeden ve hevâ-i nefsi ile cihada girişendir.
Günahlar, hevâ-i nefsin teşvikçisinin isteğidirler. Günahlara karşı sabretmenin en zoru, âdet yüzünden alışık olduğu günahlardan sabretmektir; zira muhakkak ki âdet, beşinci bir tabiattır. Ne zaman âdet şehvete eklenirse, o zaman şeytanın ordularından iki ordu birleşmiş olur ve Allah’ın ordusuna karşı mücadeleye girişir. Bu takdirde dinin teşvikçisi şehveti sökmeye muktedir olamaz. Sonra eğer o fiil yapılması kolay olan şeylerden ise, ona karşı sabredip yapmamak nefis için en ağır bir yük olur. Açıkça tariz yoluyla nefsini övmek, riyakarlık yapmak, yalan söylemek ve gıybetten meydana gelen dile mahsus günahlara karşı sabretmek gibi..
Kalplere eziyet veren mizahın çeşitleri, istihza ve hakaret mak-sadıyla kullanılan kelime çeşitleri, ölüleri, ilimlerini, ahlâklarını ve mertebelerini tenkid etmek (ve benzerlerinden) oluşan dile mahsus olan günahlara karşı sabretmek gibi… Çünkü bunlar zâhirde gıybet, bâtında nefsi övmektir. Bu bakımdan nefsin burada iki şehveti vardır: O şehvetlerden biri; başkasını nefyetmek, diğeri ise kendini isbatlamaktır! Bu şehvet sayesinde insanın tabiatında bulunan rubûbiyet davası, şahıs için tamam olur. Oysa bu durum, şahsın emrolunduğu kulluğun zıddıdır. İki şehvetin bir araya gelmesi, dilin hareket etmesinin kolaylığı ve bu tür konuşmalar muhaverelerde âdet halini aldığı içindir ki bunlara karşı sabret-mek çok zordur. Oysa bunlar insanı helâk eden şeylerin en büyükleridir. Hatta bunları hor görmek ve çirkin telâkki etmek, fazlasıyla tekrar edildiğinden ve herkesin alışık olduğundan, neredeyse iptal olunup ortadan kalkmıştır.
İnsan ipekli giydiği için fazlasıyla kınanır. Fakat bütün gün boyunca halkın aleyhinde dedikodu yapar ve nedense hiç kınanmaz. Oysa haberde şöyle vârid olmuştur: ‘Gıybet, zinadan daha şiddetlidir’.
Kim muhaverelerde diline hâkim olmazsa ve bu tür mahzurlu konuşmaları yapmaya karşı sabretmezse, böyle bir kimseye uzlete çekilmek ve tek başına yaşamak farz olur. Çünkü böyle bir kimseyi ancak uzlete çekilmek kurtarır. Bu bakımdan halkla oturduğu halde susmaya sabretmek, uzlete çekilmekten daha zordur. Günahların cüzlerinde sabrın şiddeti, o günahın davetçisinin değişikliğiyle, onun kuvvet ve zafiyetine göre değişir. Vesveselerin kaynaşmasıyla kalplerin hareket etmesi dilin hareket etmesinden daha kolaydır. Şüphe yoktur ki insanoğlu, uzlete çekilse bile, nefsin konuşması (vesveseler) devam eder. Onlara sabretmek mümkün değildir. Ancak kalbine dinî bir meşgaleyi tamamen yerleştirirse o zaman mesele değişir. Tıpkı düşünceleri bir tek düşünce olduğu halde sabahlayan bir kimse gibi… Aksi takdirde eğer şahıs, fikrini belli bir şeyde kullanmazsa, vesveselerin onun kalbinden uzaklaşması düşünülemez.
İkinci Kısım
Kulun başına bir musibet gelmesi, kulun ihtiyarına bağlı ol-mayan kısımdır. Fakat onu defetmekte kulun ihtiyarı vardır. Yani bu ‘Karşılık vermemek için sabrediniz!’ demektir ve bunun için Allah Teâlâ, gerek kısas ve gerekse başka hususlarda haklarını bağışlayanları överek şöyle buyurmuştur:
Eğer (bir topluluğa) azap edecekseniz, size yapılan azabın benzeriyle azap edin. Ama sabrederseniz, andolsun ki o, sabredenler için daha iyidir.(Nahl/126)
Hz. Peygamber (s.a) de şöyle buyurmuştur:
Senden sıla-ı rahmi kesen bir şahsa sıla-ı rahim yap! Seni ihsanından mahrum eden bir kimseye ihsan et! Sana zul-meden bir kimseyi affet!22
İncil’de Hz. İsa (as) şöyle demiştir: ‘Muhakkak daha önce size dişe karşı diş, buruna karşı burun denildi. Ben ise size derim ki: Sakın şerre şerle karşılık vermeyiniz. Aksine sağ yanağına tokat atana sol yanağını çevir. Senin abanı alana izarını ver. Kim kendisiyle beraber bir mil yol yürümen için seni zorlarsa, onunla iki mil yürü!’
Bütün bunlar eziyete karşı sabretmeyi emretmektedir. Bu bakımdan halkın eziyetine karşı sabretmek, sabır mertebelerinin en yücelerindendir. Çünkü bu sabırda dinin teşvikçisi, şehvet ve öfkenin teşvikçisi yardımlaşırlar.
Üçüncü Kısım
Üçüncü kısım, musibetler gibi öncesi ve sonu kulun ihtiyarında olmayan şeylerdir. Azizlerin ölümü, malların helâki, hastalıktan dolayı sıhhatin gitmesi, gözün kör olması, azaların fesada uğraması ve belanın diğer çeşitleri gibi… Bunlara sabretmek, sabır makamlarının en yücelerindendir. Nitekim İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Kur’an’da sabır üç vecih üzeredir:
1. Allah’ın farz kıldığı vazifeleri yapmaya karşı sabretmektir. Bunun üçyüz derecesi vardır.
derecesi vardır.
2.Allah’ın haramlarına karşı sabretmektir. Bunun altıyüz derecesi vardır.
Nitekim sözle veya fiille eziyete maruz kaldığı, nefsi veya malı hakkında tecavüze hedef olduğu durum gibi.. Bu bakımdan sabretmek, karşılık vermeyi terketmek bazen vâcib bazen de fazilet olur.
Ashab-ı kirâmdan (r.a) biri şöyle demiştir: ‘Kişi eziyete karşı sabretmedikçe, biz onun imanını tam iman olarak saymazdık’.
Nitekim Allah Teâlâ da şöyle buyurmuştur:
Elbette bize yaptığınız eziyetlere sabredeceğiz. O halde tevek-kül edenler, yalnız Allah’a dayansınlar.(İbrahim/12)
Hz. Peygamber (s.a) bir defasında bir malı taksim etti. Bunun üzerine bedevilerden biri şöyle dedi: ‘Bu taksimle Allah’ın rızası kasdedilmemiştir’.
Bu söz Hz. Peygamber’e haber verildiğinde. Hz. Peygamber’in yanakları kıpkırmızı oldu ve şöyle buyurdu: ‘Allah kardeşim Musa’ya rahmet etsin! Muhakkak ona, bundan daha fazlasıyla eziyet edildiği halde sabretti’.21
Kâfirlere ve münâfıklara boyun eğme! Onların eziyetlerine aldırma, Allah’a dayan!
(Ahzab/48)
Onların dediklerine sabret ve onları güzel bir şekilde terkedip ayrıl!(Müzzemmil/10)
Andolsun onların söylediklerine göğsünün daraldığını bili-yoruz. Sen rabbini hamd ile tesbih et!(Hicr/97-98)
Mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan oluna-caksınız. Sizden önce kendilerine kitab verilenlerden ve Allah’a eş koşanlardan da gerçekten birçok incitici şeyler işiteceksiniz. Eğer katlanır ve sakınırsanız, işte bu, yapmaya değer işlerdendir.(Âlu İmran/186)
3. İlk sadme anında musibete karşı sabretmektir. Bunun dokuz yüz derecesi vardır.
Bu son rütbenin, faziletlerden olmasına rağmen, farzlardan olan önceki rütbelerden üstün olması, şu illetten ileri gelir: Her mü’min haramlara karşı sabretmeye güç yetirir.
Allah’tan gelen belaya karşı sabretmek ise, ancak peygamberlerin güç yetirebildiği sabırdır. Çünkü bu sabır sıddîkların özelliklerindendir; zira bu sabır nefse şiddetli gelir ve bu sabır hakkında Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
(Ey Allahım!) Senden öyle bir yakîn isterim ki o yakîn saye-sinde dünyanın musibetleri bana kolaylaşsın!23
İşte bu sabır, istinadgâhı olan yakînin güzelliğinden olan bir sabırdır.
Ebu Süleyman şöyle demiştir: Yemin olsun biz, sevdiğimiz şeylere karşı bile sabredemiyoruz. Acaba hoşumuza gitmeyen şeylere nasıl sabredebiliriz?’ Hz. Peygamber (s.a) Allah Teâlâ’nın (c.c) şöyle dediğini nakleder
Kullarımdan birinin bedenine, malına ve evladına bir musi-bet yönelttiğim zaman, o musibeti güzel bir sabırla karşılarsa, kıyamet gününde onun mizanını kurmaktan, onun defterini yaymaktan hayâ ederim.24
Sabırdan dolayı sevinmeyi ummak ibâdettir.25
Bir musibetle karşılaştığında ‘Muhakkak Allah içiniz ve Allah’a döneceğiz’ (Bakara/156)
ve ‘Ey Allahım! Benim musibetimde beni ecir sahibi yap. O musibetten ötürü benden giden şeyden daha hayırlısını bana ver’ diyen bir müslümana Allah Teâlâ dileğini verir!26
Enes b. Mâlik, Hz. Peygamber’in (s.a) Allah Teâlâ’dan şöyle naklettiğini rivayet ediyor:
Ey Cebrâil! Kendisinden iki gözü almanın mükâfatı nedir? Cebrâil ‘(Ey rabbimiz!) sen ortaktan münezzehsin. Bizim için ancak senin öğrettiğin ilim vardır’, dedi. Allah Teâlâ (c.c) ‘Bunun mükâfatı, evimde (cennetimde) ebedî kalmak ve cemâlime bakmasıdır’ dedi.27
Bir başka hadîs-i kudsî’de şöyle buyurulmuştur:
Kulumu herhangi bir bela ile mübtelâ kıldığım zaman, sabreder ve beni ziyaretçilerine şikayet etmezse ona, onun etinden daha hayırlı bir et, onun kanından daha hayırlı bir kan veririm ve onu günahsız olarak sıhhate kavuştururum. Eğer onu o hastalıktan öldürürsem, muhakkak rahmetime garkederim.28
Dâvud (as) şöyle demiştir: ‘Yarab! Senin rızan için musibetlere sabreden mahzunun mükâfatı nedir?’ Allah Teâlâ ‘Onun mükâfatı, ona iman elbisesini giydirip bir daha da ebediyyen onu sırtından çıkarmamamdır’.
Ömer b. Abdülaziz (r.a) bir hutbesinde şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ bir kuluna bir nimeti vermiş, sonra o kulundan o nimeti alıp onun karşılığı olarak o kuluna sabır vermiş ise, muhakkak o nimete karşılık olarak verilen sabır, o alınan nimetten daha efdal ve üstündür’. Sonra da şu ayeti okumuştur:
Ancak (Allah yolunda) sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir.(Zümer/10)
Fudayl b. İyaz’a sabır hakkında sorulunca, şöyle dedi:
– Sabır Allah’ın kazasına razı olmaktır!
– Bu nasıl sabır olabilir?
– Razı olan bir kimse derecesinin üstünü temenni etmez!
Şiblî bir ara akıl hastanesinde nezarete alındı. Bunun üzerine bir cemaat ziyaretine geldi. Onlara şöyle sordu: ‘Siz kimsiniz?’ Onlar ‘Senin dostlarınız, seni ziyaret etmek için geldik’ dediler. Bunun üzerine başladı onları taşlamaya. Onlar kaçtığı zaman şöyle dedi: ‘Eğer siz benim dostlarım olsaydınız, hiç kuşkusuz benim eziyetime sabrederdiniz!’
Ariflerin birinin cebinde bir parça kâğıt vardı. Her saat onu çıkarır ve mütalaa ederdi. O kâğıtta şu ayet yazılıydı:
Rabbinin hükmüne sabret, çünkü sen bizim muhafazamız altındasın.(Tûr/48)
Feth el-Mevsilî’nin hanımının ayağı kayıp düştü ve tırnağı kırıldığı halde güldü. Kendisine denildi ki: ‘Tırnağınız acımıyor mu?’ Kadın ‘Muhakkak ki onun sevabının lezzeti onun acısını kalbimden söküp attı’ diye karşılık verdi.
Hz. Dâvud (a.s), oğlu Süleyman’a dedi ki: Mü’min bir kişinin takvâ sahibi olduğu üç şeyle anlaşılır:
a) Elde edemeyeceği şey hakkında güzel tevekkül
b) Elde ettiği şey hakkında güzel rıza
c) Elinden kaçan nesne hakkında güzel sabır göstermek.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Duyduğun acıdan şikayet etmemen ve musibetini söylememen; Allah Teâlâ’ya tâzim etmek ve hakkını tanımak demektir.29
Sâlih kullardan bir zât birgün gömleğinin yeninde bir kese olduğu halde çıktı. Bir müddet sonra kesenin yerinde olmadığını görünce araştırdı ve kesenin çalındığını anladı. Bunun üzerine şöyle dedi: Falana Allah o kesede bereket nasip etsin! Çünkü o, ona benden daha çok muhtaçtı’.
Ebu Huzeyfe’nin azadlısı Sâlim30 gaza meydanında can çekişirken kendisine ‘Ey Sâlim! Sana su içireyim mi?’ diyene şöyle cevap verdi: ‘Beni biraz düşmana doğru çek! Suyu miğferime boşalt. Çünkü oruçluyum. Eğer akşama kadar yaşarsam suyu içerim’. İşte Allah’ın belasına ahiret yolcuları bu şekilde sabrederlerdi.
Soru: Madem durum budur, o halde musibetlerde insan ne ile sabır derecesine varır? Oysa iş, insanın ihtiyarına havale edilmiş değildir. İnsan istese de istemese de mecburdur. Eğer bundan gaye, insanın musibeti hoş saymaması ise bu, insanın ihtiyarına dahil değildir.
Cevap: İnsan ancak sızlanmakla, yakasını yırtmakla, yanaklarını dövmekle, şikayette mübalağa etmekle, üzüntüyü belirt-mekle, elbisesinde, yatağında ve gıdasında âdetini değiştirmekle sabredenlerin makamından çıkmış olur. Bu şeyler insanın ihtiyarı dahilindedir.
Bu bakımdan insanın bunlardan sakınması uygundur. Allah’ın verdiğine rıza göstermesi ve âdetine devam etmesi gereklidir. Alınan şeyin, kendisinin yanında bir emanet olduğuna ve sahibinin onu geri istediğine inanmalıdır.
Ümmü Süleym de denilen Rümeysa’nın31 şöyle dediği rivayet ediliyor: Kocam Ebu Talha evde yokken oğlu vefat etti. Kalkıp evin bir köşesinde çocuğu örttüm. Ebu Talha gelince kalkıp onun iftar yemeğini hazırladım. O başlayıp yemeğini yedi ve ‘Çocuk nasıl?’ diye sordu. Ben ‘Allah’ın nimetiyle çocuk çok iyi bir durumdadır. Hasta olduğundan bu yana bu geceki kadar sükûnete kavuşmamıştır’ dedim. Bunu dedikten sonra daha önce kendisine karşı yapmış olduğum cilvelerin en alâsını yaptım. Kalkıp benden ihtiyacını giderdi. Sonra dedim ki: ‘Ey Ebu Talha! Sen komşularımızın durumuna hayret etmez misin?’ Ebu Talha ‘Onlara ne olmuş?’ dedi. Ben ‘Bizden emanet birşey aldılar. Onlardan o emaneti geri istediği zaman, bu isteğim onları ürküttü’ dedim. Ebu Talha ‘Yaptıkları pek çirkin bir harekettir’ dedi. Bunun üzerine ben ‘İşte şu senin oğlun, Allah’ın senin nezdindeki bir emaneti idi. Muhakkak Allah Teâlâ, onu zât-ı ulûhîyyetinin nezdine götürdü’ dedim.
Bunun üzerine Ebu Talha Allah’a hamdetti ve ‘İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn’ (Biz Allah’ın kullarıyız ve muhakkak O’na döneceğiz)’ dedi. Sabahleyin kalkarak Hz. Peygamber’e gitti ve Hz. Peygamber’e aramızdaki hâdiseyi haber verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Ey Allahım! Onların ikisi için gecelerinde bereket ihsan eyle.32
Râvî der ki: ‘Ben bu hadîseden sonra onların yedi evladını mescidde gördüm. Hepsi de Kur’an okuyordu’.
Câbir’in rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle byurmuştur:
Rüyamda cennete girdim. Ebu Talha’nın hanımı Rümeysa da oradaydı.33
Şöyle denilmiştir: Güzel sabır, musibet sahibinin başkasından ayırd edilmemesidir. Kalbin acıması, gözlerden yaşların akması, musibet sahibini, sabredenler zümresinden çıkarmaz; zira bu durum ölüm için hazırlanan herkes de görülür. Bir de ağlamak, ölü için kalbin aeımasıdır. Bu ise, insan olmanın gereğidir. Hiçbir insan ölüme kadar bundan ayrılamaz.
Hz. Peygamber’in oğlu İbrahim öldüğü zaman Hz. Peygamber’in gözleri yaşardı. Bu manzara karşısında Hz. Peygamber’e denildi ki: ‘Sen bizi böyle yapmaktan nehyetmemiş miydin?’ Hz. Peygamber ‘Bu merhamettir. Allah Teâlâ kullarından merhametli olanlara rahmet eder’ dedi.
Belki bu, rıza makamından da insanı çıkarmaz; zira hacamat yaptırıp kan aldıran buna razıdır. Oysa böyle yaptırmaktan dolayı muhakkak elem duyar. Bazen de elemi büyüdüğü zaman gözlerin-den yaşlar akar. Allah’ın izniyle bu husus Rıza bahsinde gelecektir.
İbn Ebî Nuceyh34 halifelerden birine şöyle bir taziyenâme yazdı: ‘Allah’ın kendisinden aldığı şeyin hakkını en iyi bilen, Allah’ın kendisi için geride bıraktığı şeydeki hakkını tâzim eden kimsedir. Bil ki senden önce giden ancak, senindir. Senden sonra kalansa senin hakkında me’cûr olandır. Bil ki musibetlerinden dolayı sabredenlerin ecri, âfiyetle yedikleri nimetten daha büyüktür!’
Hâl böyle iken insan ne zaman istemediği bir durumu, Allah’ın kendisine verdiği nimet hakkında düşünmek sûretiyle sevap ile değiştirirse, sabredenlerin derecesine varır. Evet, hastalığın, fakirliğin ve diğer musibetlerin gizlenmesi, sabrın kemâlindendir.
Şöyle denilmiştir: ‘Musibetleri, hastalıkları ve sadakayı gizlemek, sevabın hazinelerindendir’
Bütün bunlardan sonra artık anlaşılmıştır ki sabrın farziyeti, bütün durum ve fiillerde umumîdir; zira bütün şehvetlerden alıkonulmuş ve tek başına bir köşeye çekilmiş bir kimse de uzlete çekilmek ve zâhirde tek başına kalmak hususunda sabretmekten müstağni değildir.
Bâtında da şeytanın vesveselerine sabretmekten müstağni değildir. Kalbe gelen fısıltılar dinmez. Hâtıratın cevelânının en fazlası, elde edilemeyecek bir geçmişin veya mukadder olabilecek kadarını elde etmesi gereken bir gelecek hakkında olur. Bu iki durum da zamanı zayi etmekten başka birşey değildir.
Kulun aleti kalbi, sermayesi de ömrüdür. Bu bakımdan ne zaman ki kalp, bir tek nefeste Allah’ın marifetini elde ettiren o marifetten dolayı Allah’ın muhabbetini celbettiren bir fikirden gafil olursa zarar eder.
Evet! Bu durumda bulunan insan, zarar etmiş ve aldanmıştır. Eğer fikri ve vesveseleri sadece mübahlarda olur ve mübahların hududunu geçmezse durum budur. Oysa bu da çoğu zaman olma-yacak bir durumdur. Şehvetleri yerine getirmek için hilelerin her çeşidini düşünür; zira hayatı boyunca gayesinin hilâfına hareket eden herkesle durmadan mücadele eder. Hatta kendisiyle mücadele edeceğini, kendine muhalif hareket edeceğini veya hedefine zıd düşeceğini zannettiği kimse ile durmadan mücadele eder. Bununla da kalmaz sevgisi hakkında insanların en samimisi olanların bile kendisine muhalif hareket edeceğini düşünür.
Hatta ailesinin ve çocuğunun hakkında bile bu tahmini yürütür. Onların kendisine muhalefet edeceklerini sanır. Sonra onları nasıl bu muhalefetten menedeceğini ve nasıl mağlub edeceğini ve kendisine muhalefet ettikleri hususta ileri sürecekleri şeylerin cevaplarını düşünür ve böylece durmadan daimi bir meşguliyet içerisinde kıvranır. Bu bakımdan şeytanın biri uçan, bir de yürüyen iki askeri vardır. Vesveseler, şeytanın uçan askerinin hareketlerinden iba-rettir. Şehvet de yürüyen askerlerinin hareketinden ibarettir. Bu durumun böyle olması şu illetten ileri gelir:
Şeytan ateşten yaratılmıştır. İnsan ise yanmış kerpiç gibi kuru bir çamurdan yaratılmıştır. Yanmış kerpiçte ateşle beraber çamur bir araya gelmiştir. Çamurun tabiatı sükûnet, ateşin tabiatı ise harekettir. Bu bakımdan yanan bir ateşin hareket etmemesi düşünülemez, Ateş durmadan, tabiatiyle hareket eder. Ateşten ya-ratılmış mel’un mahluk İblis’e Allah Teâlâ’nın çamurdan ya-rattığı Adem’e secde etmek sûretiyle hareket etmesi teklif edildi. O ise kafa tuttu, kibre büründü ve isyan etti. İsyanın sebebini şöyle ifade etti:
Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan! (Sâd/76)
Madem durum budur, o mel’un, babamız Adem’e (a.s) secde etmediği için, onun Adem’in evlatlarına secde edeceğini ummak uygun düşmez. Ne zaman kalpten vesvesesini, düşmanlığını, cevelânını çekerse, o takdirde, itaat ettiğini ve teslim olduğunu belirtmiş olur. Oysa, teslim olmak sûretiyle itaat etmek, secde etmesi demektir. Bu da, secdenin ruhudur. Alnını yere koymak, bu ruhun alametidir.
Nitekim muhterem ve büyük bir insanın huzurunda bir kadını nikâh etmenin, âdeti istihfaf etmek olarak görüldüğü gibi… Bu bakımdan cevherin sedefi (zarfı) seni cevherden, ruhun kalıbı seni ruhtan, özün kabuğu seni özden uzaklaştırmamalıdır. Dolayısıyla sen, şehâdet âleminin kendisini gayb âleminden tamamen perdelediği bir kimse olursun. Şeytanın mühlet verilmişlerden olması tahakkuk etmiştir. Bu bakımdan kıyamete kadar vesvelerden uzak durmak sûretiyle sana tevazu göstermez. Ancak sen isteklerinin tümünü bir noktada toplayarak sabahlar, kalbini yalnız Allah ile meşgul edersen, bu takdirde şeytan sana ulaşmaya yol bulamaz. Onun nazarında sen Allah’ın muhlis kullarından olursun. Öyle kullar var ki bu mel’unun saltanatından istisna tutulup sultasından çıkmışlardır.
Boş olan bir kalbin şeytandan uzak olduğunu sakın zannetme. Şeytan hareket halindedir. İnsanın vücudunda kanın dolaştığı gibi dolaşır. Onun durumu, bardaktaki hava gibidir. Sen, su ile doldurmaksızın bardağı havadan boşaltmak istiyorsan olmayacak bir şeyi ümit etmiş olursun. Aksine sudan ne kadar eksilirse şüphesiz ona o nisbette hava girmiş olur. Aynen bunun gibi, din hususunda mühim olan bir fikirle meşgul olan kalp, şeytanın cevelânından (vesveselerinden) boşalır. Aksi takdirde, Allah’tan gafil olan bir kimsenin şeytandan başka arkadaşı yoktur.
Kim Rahman’ın zikrini görmezlikten gelirse biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık o, onun arkadaşı olur.(Zuhruf/36)
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Allah Teâlâ, boş duran gence buğzeder.
Bunun nedeni şudur: Çünkü boş kalan genç, bâtınını, dinine yardım eden bir mübah ile meşgul eden bir amelden boşaltırsa, onun zâhiri boş olur, fakat kalbi boş olmaz ve şeytan orada yuva yapar, yumurtlar, civciv çıkarır. Sonra onun yavruları da birleşir, ikinci bir defa yumurtlar ve yavrular. İşte böylece, hayvanların üremesinden daha süratli bir şekilde şeytanın nesli ürer. Çünkü şeytanın tabiatı ateştir. Ne zaman kuru bitkiler bulursa üremesi
çoğalır. Ateş, durmadan ateşten ürer, asla sonu gelmez yavaş yavaş, bitişik bir halde devam eder. Bu bakımdan gencin nefsindeki şeytanın şehveti, ateş için kuru bitki gibidir. Nasıl ki ateşin gıdası olan odun kalmadığı zaman ateş de kalmıyorsa, aynen onun gibi şehvet olmadığı zaman şeytanın mecali de kalmaz.
Madem durum budur, düşündüğün zaman anlarsın ki can düşmanın şehvetindir. O da nefsinin sıfatıdır. Nitekim Hallac-ı Mansur’a asılacağı sırada tasavvuf un ne olduğu sorulduğunda, cevap olarak şöyle demiştir: ‘Tasavvuf senin nefsindir. Eğer sen onu meşgul etmezsen, o seni meşgul eder!’ Durum böyle olunca sabrın hakikati ve kemâli, dinen kötü olan herşeye sabretmek demektir. Bâtının kötü hareketlerine sabretmek, bundan daha evlâdır. Bu, ancak ölümle sonu gelen daimî bir sabırdır.
Allah Teâlâ’dan minnet ve keremiyle, hüsn-ü tevfîkini dileriz!
18) Ebu Ya’la
19) Sünen sahipleri, (Bureyre’den)
20) Müslim, Buhârî, (Hz. Ömer’den)
21) Müslim, Buhârî (İbn Mes’ud’dan)
22) Daha önce geçmişti.
23) Tirmizî, Nesâî, Hâkim
24) İbn Adîy, (Enes’ten zayıf bir senedle)
25) Müsned-i Şihab
26) Müslim, (Ümmü Seleme’den)
27) Taberânî, Evsat, (Enes’ten)
28) İmam Mâlik, Muvatta
29) İbn Ebî Dünya, (Irâkî hadîsin aslına merfû olarak rastlamadığını söy-
lemektedir).
30) Adı Sâlim b. Utbe b. Rübeyâ b. Abdişşems’dir. İlk müslümanlardan biri-
dir. Ashabın en çok Kur’an okuyanı idi. Elinde muhacirlerin bayrağı vardı.
‘Eğer savaştan kaçarsam Kur’an’ın en kötü hâmili olayım’ demiş, sağ eli
kesildiğinde bayrağı sol eliyle alıp öldürülünceye kadar bırakmamıştır.
Efendisi Ebu Huzeyfe’nin yanına defnedilmesini istemiştir.
31) Ensar’dandır. Hz. Peygamber’in hizmetçisi Hz. Enes’in annesidir.
Künyesiyle şöhret bulmuştur.
32) Taberânî, Kebir
33) Nesâî, Kübra
34) Adı Yessar’dır. Ebu Dâvud ve cemaat kendisinden rivayette bulunmuşlardır. ,
*Şükrün Fazileti
İnsanları nimetin şükründen cehalet ve gaflet alıkoymuştur; zira halk cehalet ve gafletten ötürü nimetin marifetinden menedilmişlerdir. Nimetin şükrü ancak marifetinden sonra tasavvur olunabilir. Sonra halk bir. nimeti bilirse ona şükretmenin dil ile elhamdülillâh (Hamd Allah’a mahsustur), eşşükrü lillah (Şükür Allah’a mahsustur) demek olduğunu zannederler.
Bilmezler ki şükrün mânâsı; nimeti, nimetten kastedilen hikmetin tamamlanmasında kullanmak demektir. Bu da ibadettir. Bu iki marifet hâsıl olduktan sonra, insanı şükretmekten ancak şehvetin galebe çalması ve şeytanın istilası meneder.
Nimetlerden gafil olmanın birçok sebepleri vardır. Sebeplerin biri odur ki insanlar cehaletlerinden dolayı halka verilen nimeti önemsemeyip bütün hallerinde onlara musahhar olanı nimet saymazlar! Bu nedenle bizim söylediğimiz nimetlere şükretmezler, çünkü o bütün mahlukâta verilmiştir. Bu bakımdan onların her biri bunu özel olarak kendi nefsine verilmiş görmez ve nimet saymaz. Onların hava nimetinden ötürü Allah’a şükrettiklerini görmezsin.
Eğer bir kişi onların gırtlaklarına bir dakika yapışıp, hava kesilinceye kadar sıkarsa derhal ölürler. Eğer sıcak bir hamamda veya havası ağır ve rutubetli bir kuyuda hapsedilirlerse, üzüntüden ölürler. Eğer onlardan biri bu şeylerin biriyle müptelâ olur, sonra kurtulursa, çoğu zaman bunu nimet olarak takdir eder ve Allah’a bundan dolayı şükreder. Bu ise cehaletin koyusudur; zira onların şükretmeleri nimeti kendilerinden aldıktan sonra kendilerine geri vermeye bağlıdır. Oysa bütün hallerde nimete karşı şükretmek sadece bazı hallerde şükretmekten daha evlâdır. Gözü gören bir insanı gözünün sıhhatinden dolayı Allah’a şükreder görmezsin. Ancak gözü kör olduktan sonra eğer kendisine geri verilirse şükreder ve nimet sayar. Allah rahmetinin geniş olmasından ötürü bütün halka bunu vermiştir. Her durumda halk için bol bol ihsanda bulunmuştur. Fakat cahil bunu nimet saymaz. Bu cahil kötü köle gibidir. Daima dövülmeyi hakeder, bir saat dövülmedi mi onu canına minnet sayar. Eğer daima dövülmezse rahatlık batar, şükrü terkeder.İnsanlar çok veya az kendisine özel olarak verilen mala karşı şükrederler, Allah’ın bütün insanlara ortak olarak vermiş olduğu bütün nimetleri unuturlar.
Nitekim bir kişi fakirliğini basiret sahiplerinden birine şikayet etti ve bundan çok üzüldüğünü belirtti. O basiret sahibi ona dedi ki: ‘Senin iki gözünün kör olup onbin dirhemin olması seni sevindirir mi?’ Adam ‘Hayır!’ dedi. Basiret sahibi ‘Dilsiz olup onbin dirhe-min olmasını ister misin?’ dedi. Adam ‘Hayır!’ dedi. Basiret sahibi ‘O halde Mevlânın senin yanında ellibin dirhem değerinde nimetleri olduğu halde şikayet etmeye utanmıyor musun?’ dedi.
Hikâye olunuyor ki kurrâdan biri çok fakir düştü. Hatta dünya kendisine daraldı. Rüyasında biri kendisine şöyle dedi: ‘İster misin, biz sana Kur’an’ın En’âm sûresini unutturalım da bin dinar verelim?’ Kurra ‘Hayır!’ dedi. O zat ‘Hûd sûresini?’ dedi. Kurra ‘Hayır!’ dedi. O zat ‘Yusuf sûresini?’ dedi. Kurra ‘Hayır!’ dedi. Bunun üzerine o zat birkaç sûre daha saydı sonra şöyle dedi: ‘Senin yanında yüzbin dinar kıymetinde birşey (Kur’ân) olduğu halde şikayet ediyorsun!’ Kurra kendisinden o üzüntü uzaklaştığı halde sabahladı.
İbn Semmak, elinde içtiği bir testi su olduğu halde halifelerden birinin huzura girdi. Halife ‘Bana nasihat et’ dedi. İbn Semmak, halifeye ‘Susuz kaldığında şu su bütün servetin karşılığında sana verilse acaba bütün servetini verip bu suyu alır mısın? Halife ‘Evet! Alırım!’ dedi. İbn Semmak ‘Bütün servetini vermek sûretiyle ancak bu suyu alabilirsin denirse, acaba mülkünden vazgeçebilecek misin?’ Halife ‘Evet, vazgeçerim’ dedi. İbn Semmak ‘O halde bir yudum suya değmeyen mülke aldanma!’ dedi.
Böylece anlaşıldı ki Allah’ın kul üzerinde susadığı zaman bir yudum sudaki nimeti yeryüzünün bütün mülkünden daha büyüktür. Tabiatlar umumî nimeti değil de hususî nimeti nimet saymaya meyilli olduğu için biz umumî nimetleri zikrettik. Bu bakımdan özel nimetlere kısaca işaret edelim. Hiçbir kul yoktur ki durumlarını dikkatle izleyip engin bir bakışla tedkik ettiğinde, Allah’tan kendisine özel olarak verilen bir veya birçok nimetleri görmesin!
O nimette bütün insanlar değil, az kimseler kendisiyle or-taktırlar. Bazen de hiç kimse onunla ortak değildir. Bunu, her kul üç şeyde ikrar eder: Akılda, yaratılışta ve ilimde…
Akıl
Akla gelince, Allah için kulluk yapan hiç kimse yoktur ki aklı hususunda Allah’tan razı olmasın. İnsanların en akıllısı olduğuna inanır. Allah’tan akıl talep eden çok az kimse vardır. Akıllı bir kimse akılla sevindiği gibi, akıldan mahrum olanın da akılla sevinmesi, aklın şerefli oluşundandır. Bu bakımdan insanların en akıllısı olduğuna inandığı zaman, Allah’a şükretmesi kendisine vâcib olur. Eğer öyle değil de kendisini öyle sanıyorsa, bu da onun hakkında bir nimettir. Bu bakımdan toprağa gömdüğü bir hazineden ötürü kişi sevinir ve ona karşılık şükreder. Eğer onun haberi olmadan hazine çıkarılırsa, onun sevinci ve şükrü devam eder. Çünkü o hazine kendisi için daha yerde gömülü duruyor gibidir.
Halk/Yaratılış
Yaratılışa gelince, hiçbir kul yoktur ki sevmediği birtakım ayıpları başkasında görmemiş olsun. Zemmettiği birtakım ahlâkları müşahede etmesin. Kendisinin o kötü ahlâklardan uzak olduğunu sandığı için zemmeder. Halkın zemmi ile meşgul olmadığı zaman Allah’ın şükrüyle meşgul olması en uygunudur; zira Allah onun ahlâkını güzelleştirmiş, başkasına da kötü ahlâkı mübtelâ kılmıştır.
İlim
İlme gelince, nefsinin iç âlemini, fikirlerinin gizliliklerini bilmeyen hiç kimse yoktur. Onun bildiklerini ondan başkası bilmez. Eğer halktan biri o işe muttali olacak şekilde perde ortadan kalksa, rezil olur. Acaba bütün insanlar o ayıba muttali olursa, durum nasıl olur? Bu bakımdan her kulun özel bir şeyi vardır ki Allah’ın kullarından hiç kimse onu bilmekte kendisine ortak değildir. Öyleyse kötülüklerin yüzüne gerilen Allah’ın o güzelim örtüsüne karşı neden şükretmez? Allah onun güzel tarafını insanlara göstermiş, çirkin tarafını da örtmüş, insanların gözünden kaybetmiştir. Başkası mutlali olmasın diye onun bilgisini sadece kendisine vermiştir.
İşte bunlar özel üç nimettir. Her kul bunu itiraf eder. Ya mutlak bir şekilde oraya bazı şeylerde… Bu bakımdan biz bu tabakadan da genel olan bir tabakaya inelim.
Allah Teâlâ’nın, sûretinde, şahsında, ahlâklarında, sıfatlarında, ailesinde, evladında, meskeninde, memleketinde, arkadaşında, akrabalarında, izzetinde, mertebesinde veya sevdiği diğer şeylerde birtakım şeyleri rızık olarak vermediği hiçbir kul yoktur. Eğer o rızıklar kendisinden alınıp başkasına verilirse buna razı olmaz. Bunlar dâ onun kâfir değil de mü’min, cansız değil de canlı, hayvan değil de insan, dişi değil de erkek, hasta değil de sıhhatli, ayıplı değil de sağlam yaratılması gibi şeylerdir. Muhakkak bütün bu özellikler her ne kadar bunlarda umumîlik varsa da bu durumlar eğer zıdlarıyal değitirilmiş olurlarsa, kişi buna razı olmaz. Onun birtakım durumları da vardır ki onları insanların halleriyle değiştirmezler. Bu da ya halktan herhangi birisinin özel durumu ile değiştirmesi cihetinden veya halkın çoğunun özelliiyle değiştirmemesi cihetinden olur.
Bu bakımdan nefsinin durumunu başkasının durumuyla değiştirmediği zaman, onun hali başkasının halinden daha iyidir de-mektir. Çünkü Allah Teâlâ’nın o şahıs üzerinde birçok nimetleri vardır ki o şahıstan başka bir kuluna o nimetler verilmemiştir.
Kişi nefsinin durumunu sadece bazılarının durumu ile değiştirmeye razı olursa, bu takdirde onun katında gıbta edilenlerin sayısına bakılmalıdır. Şüphe yoktur ki başkalarına nisbeten onları az görür. Öyleyse bu halde onun altında olan, onun üstünde olanlardan pek fazladır. Peki neden hâli bakımından kendisinden üstün olana bakıp Allah’ın kendisine vermiş olduğu nimetleri hor görüyor? Kendisinden aşağı olana bakıp da Allah’ın kendisine vermiş olduğu nimetleri büyütmüyor? Neden dünyasını dinine eşit tutmuyor? Acaba nefsi, yapmış olduğu bir günahtan dolayı kendisini kınadığı zaman, fâsıkların çok olduğunu ileri sürerek nefsinden özür dilemez mi? Din hususunda daima (rütbece) altında olanı bakıp üstünde olanlara bakmaz. O halde dünya hususunda bakışı neden böyle değildir? Halkın çoğunun hali din hususunda ondan daha hayırlıysa, öbür dünya hususundaki hali, halkın çoğunun halinden daha hayırlıdır, öyleyse ona şükretmek nasıl gerekli olmaz?
Kim dünya hususunda kendisinden düşük olana, din hususunda da kendisinden üstün olana bakarsa, Allah bu kimseyi sabredici ve şükredici olarak yazar. Kim dünyada kendisinden üstün olana, dinde de kendisinden düşük olana bakarsa, Allah onu ne sabredici, ne de şükredici yazar!66
Madem durum budur, kim nefsini ve özelliklerini tedkik ederse, Allah’ın kendisine vermiş olduğu birçok nimetleri görür. Hassaten sünnet, iman, ilim, Kur’an, sonra boş vakit, sıhhat emniyet ve başka nimetlerin kendisine verildiği bir insan ise çok daha açık bir şekilde görür. Bunun için ‘Kim din ve dünyasında rahat ve huzur içinde olmak istiyorsa takvâca kendisinden üstün olana, malca kendisinden düşük olana baksın!’ buyurulmuştur.
Allah’ın âyetleriyle zengin olmayan bir kimseyi Allah zengin etmez (veya etmesin).67
Bu söz ilim nimetine işarettir.
Kur’an öyle bir zenginliktir ki ondan üstün zenginlik ve onunla beraber fakirlik yoktur.68
Allah kime Kur’an’ı vermişse, o da herhangi bir kimsenin kendisinden daha zengin olduğunu düşünürse, o kimse Allah’ın ayetleriyle istihza etmiş olur.69
Kur’an’la zenginleşmeyen bir kimse bizden değildir.70 Zenginlik bakımından yakîn kâfidir.71
Seleften bir zat şöyle demiştir: Allah Teâlâ indirdiği kitabların bir kısmında buyurmaktadır ki: Kulu üç şeyden müstağni kılarsam ona nimetimi tamamlamış olurum:
1. Sultanın adamlarının kapısını çalmasından,
2. Tedavi için doktordan,
3. Başkasının elindeki servete göz dikmekten!
Şair bu durumu ifade ederek şöyle demiştir:
Gıda, sıhhat ve emniyet sana gelmesine rağmen, üzüntülü olarak sabahlarsan, üzüntü hiçbir zaman senden ayrılmasın!
Bu husustaki ifadelerin en açığı ve en güzeli, dad harfiyle konuşanların en beliği olan Hz. Peygamber’in şu sözüdür: ‘Kim cemaatinden emin, bedeni de âfiyetli ve günlük nafakası olduğu halde sabahlarsa sanki dünya bütün varlıklarıyla onun emrine sevkedilmiştir’.
Bütün insanları şikayet eder görürsün, bu üç işin ötesinde birtakım işlerden hoşnutsuzdurlar. Oysa o işler onlar için günahtır. Bu üç şeyde Allah’ın nimetlerine şükretmezler. Basiret sahibinin ancak marifet, yakîn ve imanla sevinmesi uygundur. Biz âlimlerden öylelerini biliyoruz ki eğer şarktan garba kadar yeryüzündeki padişahların bütün varlıkları kendisine teslim edilse, ona ‘Bunları ilminin bedeli olarak al’ dense veya ‘Bunları ilminin yüzde birinin bedeli olarak al’ dense yine tenezzül edip almaz. Çünkü o, ilim nimetinin kendisini ahirette Allah’ın yakınlığına vardıracağını ümit eder. Bilakis ona ‘Ahirette umduğunun hepsi sana verilecektir. Bu bakımdan sadece bu dünya mülkünü dünyada ilminden almış olduğun zevk ve sevgi yerine al!’ dense, yine almaz.
Çünkü ilmin lezzetinin daimî olduğunu, orada mücadele, münakaşa ve bulanıklık bulunmadığını, dünya lezzetlerinin hepsinin eksik, bulanık, karışık olduğunu bilir. Dünya lezzetlerinin ümitlisi korkulusuna, lezzeti elemine, sevgisi üzüntüsüne karşılık olmaz. Nitekim şimdiye kadar böyle oldu. Dünya kaldıkça da böyle olacaktır; zira dünya lezzetleri ancak eksik akılları celbeder, aldandiği zaman da dünya onlardan uzaklaşıp isyan eder. Tıpkı dış görünüşü güzel olan, zengin ve serkeş bir gence süslü püslü görünen bir kadın gibi…
Ne zaman ki genç ona vurulursa gençte uzaklaşır, ondan gizlenir. Genç artık, daimî bir sıkıntı, daimî bir meşakkat içerisinde olur. Bütün bu felâketler bir anlık o kadına bakmanın lezzetinden kaynaklanır. Eğer gencin aklı olup gözünü yumsaydı, o lezzete önem vermeseydi, hayatı boyunca sıkıntı çekmezdi.
İşte dünya ehli böylece dünyanın ağlarına girdiler. Dünyadan yüz çevirip dünyaya sabrettiğinden elem çektiğini söylemek uygun değildir; zira dünyaya dalan da sabretmekte, korunmakta, kazan-makta, hırsızları kendisinden uzaklaştırmakta elem çeker. Kaldı ki dünyadan yüz çevirenin elemi ahirette lezzete dönüşür. Dünyaya dalanır. elemi ise ahirette başka bir eleme götürür. Dünyadan yüz çeviren insan nefsine şu ayeti okusun!
O topluluğu takib etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız, onlar da sizin çektiğiniz acı gibi acı çekmektedirler. Üstelik siz Allah’tan onların ummadıkları şeyleri ummaktasınız.(Nisâ/104)
Öyleyse şükür yolu ancak zâhir bâtın, özel ve genel nimetlerin cahili oldukları için halka kapatılmıştır.
Soru: Bu gafil kalplerin ilâcı nedir ki Allah’ın nimetlerini sezip o nimetlerin şükrünü yapsınlar?
Cevap: Basiret sahibi kalplerin ilâcı, işaret ettiğimiz ilâhî nimetlerin sınıfları hakkında düşünmektir. Ahmak olan ve nimeti ancak özel olduğu takdirde nimet sayan veya nimetlerle beraber belayı hisseden kalplere gelince, bunların tedavi yolu daima kendisinden aşağı olana bakmaktır. Bazı sûfîlerin yaptığını yapmaktır; zira sûfîlerden bazıları hergün hastalara ve mezarlara gider. Cezaların tatbik edildiği yerlere, hastanelere, Allah Teâlâ’nın kullarına vermiş olduğu belaların çeşitlerini görmek için gider, sonra sıhhat ve selâmetini düşünür. Böylece kalbi hastaların belasını sezdiği zaman sıhhat nimetini sezer ve Allah’a şükreder. Öldürülen canileri, azaları kesilen suçluları, tâzib edilen âsîleri görür, cinayetlerden ve cezalardan korunduğundan dolayı Allah’a emniyet nimetine karşı şükreder
Mezarlara gider, ölülerin nezdinde eşyaların en sevimlisinin bir gün dahi olsa dünyaya geri gelmek olduğunu anlar. Dünyaya geldikten sonra Allah’a isyan eden, isyanın telâfisine çalışmalıdır. İtaat eden de daha fazla ibâdete dalmalıdır. Çünkü kıyamet günü zarar etme günüdür. İtaat eden bir kimse de zarar eder. Çünkü ibâdetinin mükafatını görür ve şöyle der: ‘Ben bu ibâdetlerden daha fazlasını yapabilirdim. Bazı vakitlerimi mübah şeylerde geçirdiğim için zararım ne kadar da büyükmüş’.
Asiye gelince, onun zararı açıktır. Bu bakımdan mezarları gördüğü ve ölüler nezdinde eşyanın en sevimlisinin kendisinin hayatta olduğu gibi hayatta olmalarını temeni ettiklerini bildiği zaman, hayatının geri kalan kısmını ölülerin yapmak için dünyaya gelmeyi temenni ettikleri ibâdete sarfeder ki dolayısıyla hayatta kaldıkça Allah’ın nimetlerini tanımış olsun. Böylece kendisine mühlet verildikçe bu bilgiye önem verir. O nimeti bildiği zaman şükreder. Hayatını ne için yaratılmış ise ona sarfeder. O da dünyadan ahiret için azık edinmektir. İşte bu gafil kalplerin ilacı, Allah’ın nimetlerini bilip ona şükretmektir.
Rebî b. Hayseme basireti tamam olmasına rağmen, marifetini perçinleştirmek için bu yola başvururdu. Evinde bir mezar kazmıştı. Boynuna zincir takar o mezara yatar, sonra şu ayeti okurdu:
Nihayet onlardan birine ölüm geldiği vakit ‘Rabbim, der; ‘beni dünyaya geri çevir ki ben terkettiğim imanı yerine getirip salih bir amelde bulunayım’.(Mü’minûn/99-100)
Sonra kalkar ve derdi: ‘Ey Rebî! Sana istediğin verildi. O halde isteyip de geri döndürülmezden önce ibâdette bulun’.
Şükürden uzak olan kalpleri tedavi etmekte kullanılması uygun olan formüllerden biri de nimetin şükrü yapılmadığı zaman kaçıp bir.daha geri gelmeyeceği hakikatini bilmektir.
Bu nedenle Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ‘Nimete karşı şükürden ayrılmayın! Bir kavimden alındığı takdirde geri gelen çok az nimet vardır!
Seleften biri şöyle demiştir: ‘Nimetler ürkektir. Onları şükür ile bağlayın’. Haberde şöyle vârid olmuştur: ‘Allah’ın kul üzerindeki nimetleri büyüdükçe insanların ihtiyacı onun yanına düşer. Bu bakımdan insanların ihtiyacında gevşeklik gösteren, nimetini yok olmaya mâruz bırakır’.
Bir kavmin kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez.
(Ra’d/11)
İşte buraya kadar saydıklarınız bu rüknün tamamıdır.
66) Tirmizî
67) Irâkî hadîsi bu lâfızlarla görmediğini söylemiştir.
68) Ebu Ya’lâ, Taberânî
69) Buhârî, Tarih .
70) Tilâvet’ul’Kur’an bölümünde geçmişti.
71) Taberânî
*Korkulan Şeye Nisbetle Korkunun Kısımları
Sabır Şehvet
Hastalığı veren devayı vermiş ve şifayı da va’detmiştir. Bu bakımdan sabır, her ne kadar zor ise de onun elde edilmesi, ilim ve amelden meydana gelen macun ile mümkündür. Bu bakımdan kalplerin hastalıkları için yapılan ilaçların karışımı ilim ve ameldir.
Fakat her hastalık başka bir ilim ve başka bir amele muhtaçtır. Nasıl ki sabrın kısımları değişik ise, sabra mâni olan illetlerin de kısımları değişiktir. İlletler değişik oldukları zaman ilâç da değişik olur; zira ilâcın mânâsı, illetin zıddı ve sökülmesidir. Bunu teker teker saymak, oldukça uzun sürer. Fakat biz yolu, bir kısım misallerle tanımış oluruz.
Kişi, cimanın şehvetine sabretmeye muhtaç olur. Oysa şehvet de tenasül uzvuna hâkim olmayacak derecede veya tenasül uzvuna hâkim olabilir de gözüne hâkim olamayacak derecede veya gözüne hâkim olabilir de kalbine ve nefsine hâkim olamayacak derecededir; zira nefsi, durmadan ve gizlice kendisine, şehvetlerin isteklerini fısıldar, bu durum da onu zikir, fikir ve sâlih amellere devam etmekten alıkoyar. Daha önce sabun, dinin teşvikçisi ile hevanın teşvikçisinin boğuşmasından ibâret olduğunu söylemiştik. Boğuşanların birinin diğerini yenmesini istiyorsak, bu ancak galip olmasını istediğimizi takviye etmek ve diğerini zayıf düşürmekle olur. Bu bakımdan burada bize lâzım olan din teşvikçisini takviye etmek ve şehvet teşvikçisini de zayıf düşürmektir.
Şehveti teşvik eden şeyin zayıf düşürülmesinin yolu üç şekilde olur:
Birincisi
Birincisi onun gıdasının maddesine bakmamızdır. O madde, çeşidi ve çokluğu bakımından şehveti harekete getiren lezzetli gıdalardır. Bu bakımdan devamlı oruç tutup, az ve lezzetsiz yemeklerle yetinmek gerekir. Bu bakımdan şehveti kabartan yemekten ve etten sakınmak gerekir.
İkincisi
İkincisi şehveti tahrik eden sebepleri kesmektir; zira o haram yerlere bakmakla tahrik olur. Çünkü bakış kalbi, kalp de şehveti tahrik eder. Tahrik edici sebeplerin kesilmesi, ancak uzlete çekilmekle ve insanı şehvete sürükleyen şeylere bakmaktan sakınıp onları tamamen terketmekle mümkün olur.
Bakış, İblis’in oklarından zehirli bir oktur.35
Bu ok öyle bir oktur ki şeytan onu hedefe yöneltir ve ona mâni olacak bir kalkan da yoktur.
Ancak gözleri kapatmak veya okun atıldığı taraftan kaçmak sûretiyle kurtulmak mümkün olabilir… Çünkü o, bu oku ancak sûret ve şekiller yayından atar. Bu bakımdan sûretlerin karşısından çekildiğin zaman, onun oku sana isabet etmez.
Üçüncüsü
Üçüncüsü, nefsin arzu duyduğu mübah şeylerle nefsi teselli etmektir. Bu da nikâhla olur. Çünkü tabiatın arzu duyduğu şeyler mübah yolla da elde edilebilir. İşte insanların çoğu için en faydalı tedavi budur; zira gıdayı kesmek insanı diğer amellerden de zayıf düşürür. Buna rağmen erkeklerin çoğunun şehvetini de dipten si-lip götürmez.
Bu nedenle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Evlenin, evlenmeye gücü yetmeyen bir kimse oruç tutsun Muhakkak ki orucun (şehveti kesmekte) tesiri vardır.36
İşte bunlar üç sebeptir. Yemeğin kesilmesi olan birinci tedaviye gelince, O, serkeş hayvanın yemini ve saldırgan köpeğin yiyeceğini kesmeye benzer ki o serkeş hayvan, saldırgan köpek, zayıf düşüp serkeşlik ve saldırganlıktan vazgeçsin. İkinci tedavi, köpek-ten eti gizlemeye, hayvandan arpayı saklamaya benzer ki eti ve arpayı görmekten dolayı köpek ve hayvanın iştahı harekete geçmesin. Üçüncü tedavi ise, köpeğin ve hayvanın tabiatının meylettiği şeyden az bir şeyle onları oyalamaya benzer.
Din teşvikçisinin takviyesine gelince, bu da ancak iki yolla olur:
1. O yolların birincisi, din ve dünyadaki mücahedenin ve
sabrın dünya ve ahiretteki güzel neticeleri hususunda düşünmektir.
Sabrın dünya ve ahiretteki sonuçlarını hatırlamak, uğradığı felakete gösterdiği sabır sayesinde alacağı mükâfatın, kaybettiğinden çok daha fazla olduğunu bilmek, alacağı o büyük mükâfatlar sebe-biyle kendisine gıpta edildiğini anlamak gibi hususlardır. Çektiği sıkıntı ve uğradığı felaketin geçici, alacağı mükâfatın ise ebedî olduğunu, önemli birşey karşılığında âdi birşeyi feda ettiğini ve bundan ötürü üzülmemesi gerektiğini bilmektir. Bu anlattıklarımız mârifet bölümlerindendir. Mârifet ise imandandır; bazen güçlenir, bazen zayıflar. İman güçlendikçe dinî duygular da güçlenir ve dinî duyguları harekete geçirir. İman zayıflayınca dinî duygular da zayıflar. İmanın kuvvetine yakîn denir. İşte sabrın azimetini tahrik eden, yegâne müessir, yakîndir. İnsana en az verilen şey de yakîn ile sabrın azimeti’dir.
2. O yolların ikincisi, din teşvikçisine hevâ-i nefsin teşvikçisi ile görüşmeyi, tedricî olarak heva-i nefsi alt etmenin zevkini idrak edinceye kadar telkin etmektir. Bu takdirde cüretle ona sarılır ve onunla boğuşmaktaki kuvveti oldukça artar; zira alıştırmak ve
zahmetli işlere yavaşça dalmak, o işlerin kaynağı olan kuvveti takviye eder. Bu nedenledir ki hammalların, çiftçi ve savaşçıların kuvveti artar.
Kısacası zahmetli işlere dalan kimselerin kuvveti, terzilerin attarların, fakih ve sâlihlerin kuvvetinden daha fazla olur. Bunun sebebi de bu sınıfların gücünün antrenman yapmak sûretiyle takviye olunmamış olmasıdır. Bu bakımdan birinci tedavi, güreşçiye, galip geldiği zaman verilecek mükâfata tamah etmesine benzer. Firavun, sihirbazlarını Hz. Musa ile yarışmaya teşvik ettiği zaman onlara vaadde bulunup şöyle demesi gibidir:
Evet! (Size hem mükâfat var) hem o vakit siz (kıymet ve şeref bakımından bana) yakınlardan olacaksınız.(Şuarâ/42)
Tedavinin ikinci formülü, güreşmesi ve savaşması umulan çocuğu, daha çocukluk zamanından itibaren yetiştirerek bükülmez bir hale gelmesi için çalıştırmaya benzer. Bu bakımdan kim sabırla mücahede etmeyi tamamen terkederse, o kimsede dinî duygu zayıflar. Şehvet ne kadar zayıf olursa olsun, ona karşı koymaya gücü kalmaz. Kim hevâ-i nefsine muhalefet etmeyi öğrenirse, o kimse istediği anda şehvete galebe çalar. İşte bu, sabrın bütün çeşitlerinde tedavinin yoludur ve bunların en zoru her çeşidini burada saymak mümkün değildir. Ancak iç âlemini, nefsin vesveselerinden menetmektir. Bunun zor olması, ancak buna hazırlanan bir kimse için sözkonusudur. Şöyle ki: Bu kimse zahiri şehvetleri sökmüş, uzlete çekilmeyi tercih etmiş, murakabe, zikir ve fikir için oturmuştur. Muhakkak ki vesveseler, böyle bir kimseyi bir yandan başka bir yana çekerler. Bu vesvesenin aile, mal, mertebe, arkadaş ve dostlarından kaçmak sûretiyle zâhirde ve bâtında bütün bağlarını kesmedikçe tedavisi yoktur.
Sonra az bir gıda ile kanaat edip bir zaviyeye çekilmelidir. Sonra bütün bunlar da istekleri ve hedefleri bir olmadıkça kâfi değildirler. O bir olan hedef de Allah Teâlâ’dır. Sonra bu, kalbe ga-lip geldiği zaman, düşünce hususunda, mecali olmadıkça bu da kâfi değildir. Gökler ve yerin melekûtunda, Allah’ın sanatının acaibliklerinde ve Allah’ın diğer mârifetlerini bâtın ile seyretmedikçe, bu da kâfi değildir. Bu seyir onun kalbini kapladığı zaman, bu seyirle meşgul olması şeytanın vesveselerini kendisinden defeder, onu hiç durmadan Kur’an okumak, zikir yapmak ve namaz kılmaktan ibaret olan virdler kurtarır. Bütün bunlarla beraber,.kalbine huzuru yükletmeye muhtaçtır. Çünkü kalbi ancak bâtınla düşünmek huzurla doldurur, zâhiri virdler ise bunu yapamazlar.
Sonra kişi bütün bunları yaptığı zaman vakitlerden ancak bazısı onun için selâmetti kalır; zira kişi bütün vakitlerinde, yenilenen hâdiselerden kurtulamaz. Bu bakımdan bu hâdiseler, onu, düşünce ve zikirden alıkoyar. Bu hâdiseler de hastalık, korku, bir insandan gelen eziyet, oturup kalktığı birinin saldırısı gibi şeylerdir; zira kişi, maişetin bazı sebeplerinde kendisine yardım eden bir kimse ile oturup kalkmaya mecburdur. İşte bu, meşgul edici şeylerden biridir.
İkinci çeşide gelince, o birinci çeşitten daha zarurîdir. O da yemek, elbise ve maişetin sebepleriyle uğraşmaktır; zira bunları hazırlamak da insanı meşgul eder. Eğer bunları bizzat kendi hazırlıyorsa durum böyledir.
Eğer başkası tarafından hazırlanıyorsa, bu sefer şahsın kalbi, bunları hazırlayan kimse ile meşgul olur. Fakat ancak bütün alâ-kaları kestikten sonra vakitlerinin fazlası, kendisi için boşalır. Eğer ansızın bir olaya veya bir ihtiyaca hedef olmazsa durum bu-dur. Bu takdirde kalp, saflığa kavuşur, şahıs için düşünce kolaylaşır, Allah’ın, gök ve yerin melekûtunun sırlarından birçok şey ona keşfolunur ki eğer kişinin kalbi başka şeylerle meşgul olsaydı, kişi uzun bir zamanda onun binde birine vâkıf olamazdı. (Bu raddeye gelmek, çalışmakla elde edilmesi mümkün olan makamların en yücesidir!)
Keşfolunanların miktarına, haller ve amellerde varid olan ilâhî lütfun meblâğlarına gelince, bu avlanma yerine ve rızkın miktarına göredir; zira bazen çaba az olduğu halde av pek kârlı olur. Bazen çaba oldukça uzar fakat av ve nasib az olur. Çalışmanın ötesinde Rahman’ın cezbelerine güvenmek gerekir. Çünkü Rahman’ın bir tek cezbesi, insanların ve cinlerin amellerine denktir. Bu ise, kulun ihtiyarıyla değildir. Evet! Kulun ihtiyarı, dünyanın cazibelerini kalbinden sökmek sûretiyle kendisini o cezbeye maruz bırakmasındadır; zira esfeli sâfilîn’e doğru çekilen bir kimse a’lâyı illiyyîn’e doğru gidemez. Himmeti dünya olan herkes dünyaya doğru çekilir. Bu bakımdan ilgilerin kesilmesi, Hz. Peygamber’in şu hadîsi ile kastolunan yegâne mânâdır:
‘Muhakkak ki zamanınızın günlerinde rabbinize yaklaştırcı teselliler vardır. O nefhaları kapmaya hazırlanınız’.
Bunun hikmeti şudur: Çünkü o nefha ve cezbelerin semavî se-bepleri vardır; zira Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Semâda rızkınız da var, uyarıldığınız (azap) da var.(Zâriyât/22)
Bu ise, rızık çeşitlerinin en yücesidir. Semavî işler bizim için gaybtır. Allah’ın rızkın sebeplerini ne zaman müyesser edeceğini bilmiyoruz! Bu bakımdan bize düşen, rızkın konacağı yeri boşaltmak, rahmetin inişini ve kitabın müddetini beklemektir. Tıpkı tarlayı ıslah eden, otlardan temizleyip tohumu oraya serpen bir kimse gibi… Bütün bunları yapmak, ancak yağmur yağarsa ona fayda verir. Kul Allah’ın yağmuru ne zaman vereceğini bilemez. Ancak şu var ki kişi, Allah’ın rahmet ve faziletine güvenir (ve bilir ki) hiçbir sene yağmursuz geçmez.
Aynen böyle herhangi bir sene, bir ay ve bir gün, çok az zaman Allah’ın o cezbe ve feyizlerinden uzak olur. Öyleyse en uygunu, kulun, kalbini şehvetin bitkilerinden temizlemesi, oraya irade ve ihlâs tohumunu ekmesi ve onu rahmet rüzgârının esmesine hazır bir vaziyete getirmesidir. Nitekim yaz mevsimlerinde ve bulutların belirdiği anda yağmurun gelmesinin beklendiği gibi… Böylece şahsın, kıymetli vakitlerde, himmetlerin birleştiği ve kalplerin yardımlaştığı bir zamanda, Arefe, cuma ve ramazan günleri gibi o feyizleri beklemesi gerekir. Çünkü himmetler ve nefisler Allah’ın takdir hükmüyle rahmetin bolca gelmesinin sebepleridir. Hatta çok zaman yağmur duaları yağmurun bol yağmasına sebep olurlar. Bu bakımdan himmet ve nefisler deniz ve dağ bölgelerinin bulutları «çekmesinden daha fazla mükâşefe yağmurlarının, marifetlerin melekût hazinelerinden bolca yağmasını temin ederler. Hatta haller ve mükâşefeler senin kalbinin içerisinde, seninle beraber ve hazırdırlar. Ancak sen, ilgi ve şehvetlerin sebebiyle onlardan gafilsin. Bu bakımdan bu meşguliyetin, seninle o haller ve keşifler arasında perde olmuştur. Öyleyse sen o şehveti kırmaya ve perdeyi kaldırmaya muhtaçsın. Bunu yaptığın takdirde kalpte marifetin nûrları doğar. Tıpkı yerdeki suyun kanal kazmak sûretiyle çıkarılmasının, uzak ve alçak bir yerden oraya suyu akıtmaktan daha kolay olduğu gibi…
Bu hakîkat kalpte hazır bulunduğu ve meşguliyetten dolayı unutulduğu için Allah Teâlâ imanın bütün marifetlerine tezekkür adını vererek şöyle buyurmuştur:
(Kur’ân’ı) biz indirdik biz; ve onun koruyucusu da elbette biziz!
(Hicr/9)
Sağ duyu sahipleri öğüt alsınlar diye (gönderilmiştir).(îbrahim/52)
Andolsun biz Kur’an’ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?(Kamer/17)
İşte vesvese ve meşguliyetlere sabretmenin ilâcı budur! Bu derece, sabır derecelerinin sonuncusudur. Bütün ilgilere karşı sabretmenin, vesveselere sabretmekten daha önce olmasının (hikmeti şudur):
Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: “Dünyadan ahirete gitmek, mü’min için kolaydır. Allah Teâlâ’nın ‘sevgisi için halkı terketmek zordur. Nefisten Allah’a doğru seyretmek çetin ve şiddetlidir. Allah ile beraber sabretmek daha şiddetlidir’.
Cüneyd-i Bağdadî, önce kalbin meşguliyetlerine sabretmenin şiddetini, sonra da halkı terketmenin zorluğunu zikretmiştir. Nefis için, ilgilerin en şiddetlisi halkın alâkası ve mertebe sevgisidir; zira riyasetin, galebe çalmanın, yüceliğin ve etrafına adam top-lamanın zevki, akıllıların nefislerine dünyadaki zevklerin en galip gelenidir. Nasıl lezzetlerin en galip olanı olmasın? Onların matlûbu, Allah’ın sıfatlarından olan bir sıfattır. O da rubûbiyet sıfatıdır. Rubûbiyet sevilir, tabî olarak sevilir ve istenir. Çünkü kalpte rubûbiyyetin emirlerine uygunluk vardır. Allah Teâlâ’nın şu ayeti bundan ibarettir:
Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: ‘Ruh rabbimin emrindendir’.(İsrâ/85)
Kalp bunu sevdiğinden dolayı kötülenmiş değildir. Ancak kalp, mel’un ve emir âleminden uzaklaştırılmış şeytanın aldanışından dolayı, kendisi için vâki olan bir yanlışlıktan ötürü kötüdür; zira kalp emir âleminden olmasından dolayı, şeytan kendisine hased etmiş, dolayısıyla onu saptırmış ve azdırmıştır. Kalp ahiret saade-tini talep ettiği halde nasıl kötü olur? O, fenası olmayan bir bekayı, zilleti olmayan bir izzeti, korkusu olmayan bir emniyeti, fakirliği olmayan bir zenginliği ve eksikliği olmayan bir kemâli ister. Bunların hepsi de rubûbiyet vasıflarındandır. Bunu istediği için kalp kötü değildir. Aksine her kulun, sonu olmayan bir mülkü istemek hakkıdır, mülkü isteyen şüphesiz ki yüceliği, izzeti ve kemâli de ister. Fakat mülk iki çeşittir. Birinci mülk geçicidir, peşindir; bu mülk dünyadır. (İkinci mülke gelince) o ebedî ve daimî bir mülktür. Ona herhangi bir elem karışmaz. Hiçbir şeyle sonuçlanıp kesilmez. Fakat bu mülk gelecektedir. Oysa insan aceleci ve peşin verilene rağbet gösterci olarak yaratılmıştır. Bu bakımdan şeytan gelir, insanın tabiatından bulunan acelecilik vasıtasıyla ona yanaşıp acele olan mülk ile insan adatır. Hazır olanı insana süslü gösterir. Ahmaklığından istifade ederek onun yanına sokulup ahireti de ona va’deder. Dünya mülküyle beraber ahiret mülkünü de ona sözverir. Nitekim Hz.Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur.
Gerçek ahmak o kimsedir ki nefsini hevasına tâbi kılar. Allah’tan amelsiz olarak birçok istekte bulunur.
Böylece; o mahrum insan, şeytana kanar, dünyanın izzeti ve imkânı nisbetinde mülkünü talep etmekle meşgul olur. Oysa Allah’ın tevfîkine mazhar olan bir kimse, şeytanın aldatma ipine tutunmaz; zira bu kimse, şeytanın hilesinin giriş noktalarını bilir. Böylece bu kimse, peşin verilen dünyadan yüz çevirir. Allah Teâlâ, mahrum olanların du-rumunu şu ayetle tasvir etmiştir.
Hayır siz çabuk (geçen şu dünyay)ı seviyorsunuz da ahiretibırakıyorsunuz.(Kıyamet/20-21)
Bunlar çok çabuk geçen (dünyayı) seviyorlar da önlerindeki ağır bir günü bırakıyorlar
(İnsan/27)
Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka birşey istemeyen kimseden yüz çevir. İşte onların erişebilecekleri bilgi budur.
(Necm/29-30)
Şeytanın hilesi, bütün insanların içlerine sıçradığı zaman, Allah Teâlâ, peygamberler gönderir, peygamberlere de melekler gönderip düşmanın halkı helak edip sapıtması hakkında tamamlanan hilelerini bildirir. Böylece peygamberler, halkı, mecazî ve
geçici mülkten çevirip hakikî mülke davet ederler. O mecâzî mülk (dünya) insanın eline geçse bile esası yoktur ve devam etmez. Bu bakımdan peygamberler halka şöyle haykırdılar:
Ey iman edenler! Size ne oldu ki ‘Allah yolunda topluca savaşa çıkın!’ dendiği zaman, yere çakılıp kaldınız. Yoksa ahiretten vaz geçip dünya hayatına mı razı oldunuz! Fakat ahiretin yanında dünya hayatının zevk ve faydası pek azdır.(Tevbe/38)
Bu bakımdan Tevrat, İncil, Zebur, Furkan (Kur’an), İbrahim’e gönderilen sahifeler ve Allah’tan gelen her kitap halkı, daimî bir mülke davet etmek için indirilmiştir. Halktan istenen şey, dünyada ve ahirette, padişah olmalarıdır. Dünya padişahlığı ona zâhidlik gösterip onun azıyla kanaat etmek demektir.
Ahiret padişahlığına gelince, Allah’a (mânen) yaklaşmakla, yokluğu olmayan bir beka, zilleti olmayan bir izzet ve dünya âleminde gizlenmiş ve hiçbir nefis tarafından bilinmeyen bir göz aydınlığı ve saadeti idrak etmektir.
Şeytan, ahiret mülkünün, ancak dünya mülküne davet etmekle elden çıkacağını bildiği için insanı dünya mülküne davet eder; zira ahiret mülküyle dünya, kumadır.
Bir de şeytan dünyanın da, o şahıs için sağlam kalmayacağını bilir. Onun için onu dünyaya davet eder. Eğer dünyanın ona teslim olduğunu bilmiş olsaydı, dünyadan dolayı da kendisine hased ederdi. Fakat dünya mülkü, mücadele, bulanıklık ve tedbirler için uzun sıkıntılardan hâli değildir. Rütbe ve riyasetin diğer sebepleri de böyledir. Sonra ne zaman ki dünya kişiye teslim olur, sebepler tamamlanırsa, kişinin ömrü sona erer.
Nihayet yer zînetini takınıp süslendiği ve halkı da onun (mahsulünü toplamaya) kâdir olduklarını zannettikleri bir sırada, geceleyin veya gündüzün, ona emrimiz (âfetimiz) geliverir. İşte biz düşünecek bir kavim için ayetleri böyle geniş geniş açıklıyoruz.
(Yûnus/24)
Dünya hakkındaki zâhidlik, hazır bir mülk olduğundan, şeytan zâhidliği dolayısıyla zâhide hased edip onu zâhidlikten uzaklaştırır. Zühdün mânâsı, kulun, şehvetine ve öfkesine hakim
olması demektir. Böylece şehvet ile öfke, dinin teşvikçisine ve imanın işaretine itaat ederler. Bu mülk, istihlâk yoluyla edinilen bir mülktür; zira onunla sahibi hür olur. Şehvetin onu istilâ etme-siyle şahıs, tenasül uzvunun, midesinin ve diğer isteklerinin esiri olur. Bu bakımdan, hayvan gibi onlara uyar. Öyle bir köle olur ki şehvetin dizgini onu gırtlağından yakalar, istediği yöne çekip evirir çevirir. Bu bakımdan insanoğlunun aldanması ne büyüktür; zira insanoğlu köle olmasına rağmen mülkü elde edeceğini, kul olmasına rağmen rubûbiyet sıfatına ulaşacağını zanneder. Böyle bir kimse dünyada, ancak mâkûs (tepetaklak) ve ahirette de menküs (başı eğik) olur. Padişahlardan biri, zâhidin birisine şöyle der: ‘Bir ihtiyacın var mı?’
Buna karşılık zâhid ‘Senden ihtiyacımı nasıl talep ederim? Zira benim mülküm seninkinden daha büyüktür!’ der. Padişah ‘Nasıl olur?’ deyince, zâhid ‘Senin kölesi olduğun şey benim kölemdir’ diye cevap verir. Padişah ‘Bu nasıl olur?’ der. Zâhid ‘Sen şehvetin, öfkenin, tenasül uzvunun ve karnının kölesisin; oysa ben, bütün bunları mülk edinmişim ve hepsi de benim kölelerimdir!’
İşte dünyanın mülkü budur. Ahirette insanı mülke sevkeden budur. Bu bakımdan şeytanın aldatmasıyla aldanan hem dünyada hem de ahirette zarar eder. Dosdoğru yolun üzerinde kuvvetli kalmaya muvaffak olanlar hem dünyayı, hem ahireti elde etmişlerdir.
Şu anda mülk ve rubûbiyetin, teshîr etmenin ve köleliğin mânâsını, bu husustaki yanlışlığın giriş noktasını, şeytanın nasıl kandırdığını bildiğin zaman, mülkten, mertebeden el çekmek ve ona sırt çevirmek, yok olduğunda sabır göstermek sana kolay gelir; zira sen onu terketmekle dünyada padişah olduğun gibi, ondan ötürü ahirette de padişah olmayı umarsın. Kim rütbeye önem verip sebepleri kalbinde yerleştikten sonra bu kendisine keşfedilirse, bu kimse için tedavi hususunda mücerred ilim ve keşif kâfi değildir. Aksine buna amel katması gerekir. Bunun ameli üç şeydedir:
1. Birincisi, rütbe sevgisinin sebeplerini müşahede etmemek için rütbe yerinden kaçmasıdır; zira sebepleri müşahede ettiği halde sabretmek pek zordur. Nasıl ki şehvetin galebe çalmaması için tahrik edici sûretleri görmekten kaçıyorsa, tıpkı onun gibi rüt-benin sebeplerinin görüldüğü yerden de kaçmalıdır. Bunu yapma-yan bir kimse, Allah’ın yeryüzü genişliğindeki nimetini inkâr etmiş olur!
Allah’ın arzı geniş değil miydi? Siz de hicret edeydiniz ya! (Nisâ/97)
2.İkincisi, âdetine muhalif düşen fiillerde, nefsini zorlamasıdır. Bu bakımdan tekellüfü (zorluğu) normallikle, haşmet kisvesini, tevazu kisvesiyle değiştirmelidir. Böylece mevkî ve mertebenin isteği üzere oturmada, kalkmada, yemekte, giymekte ve meskende âdet ettiği her şeyi de değiştirmelidir. Onları zıdlarıyla değiştirmesi gerek ki daha önceki âdetlerinin yerine bunlar yerleşsinler. Öyle ise tedavi etmenin mânâsı öncekilerin zıddını
yapmak demektir.
3. Üçüncüsü, bu hususta yavaş ve tedricî sûrette hareket etmesidir. Öyleyse bir defada en zor taraftan normale dönemez. Çünkü tabiat ürkektir. Onu kötü huylarından çevirmek, ancak tedric yoluyla mümkün olabilir. Bu bakımdan bazısını terkeder, diğeriyle kendisine teselli verir. Sonra nefis onun bir kısmını da terkeder ki nefis diğer kısmıyla kanaat edinceye kadar ve böylece kalbinde yerleşen o sıfatları kökünden söküp atıncaya kadar yavaş yavaş
hareket eder. Bu tedrice, Hz. Peygamber’in şu hadîsiyle işaret vardır:
Muhakkak bu din metin ve şedîddir. Bu bakımdan bu dinde sâkin hareket et. Sakın nefsini, Allah’ın ibâdetinden nefret ettirme. Muhakkak ki yolda kalıp bineği ölen bir kimse ne mesafe katetmiş ne de bineğin sırtını sağlam bırakmıştır.37
Sakın bu dinin üstüne çıkmaya kalkışmayın. Muhakkak ki bu dine meydan okuyan bir kimseyi bu din mağlûp eder.38
Madem durum budur, vesvese, şehvet ve rütbe sevgisine sab-retmenin ilâcından zikrettiklerimizi Mühlikât bölümünün Riyâzet-i Nefs bahsinde zikrettiğimiz mücahede yollarının kanun-larına ekle ve onu düstur edin ki onunla daha önce belirttiğimiz-sabrın ilâcını bilmiş olasın. Çünkü cüzleri tafsil etmek oldukça uzun sürer. Kim tedric kanununu gözetirse o kanunla sabrı öyle bir zirveye terakki eder ki orada artık onsuz sabretmek kendisine zor gelir. Tıpkı onunla beraber sabretmenin kendisine zor geldiği
gibi. Bu takdirde işler tam tersine olur. Daha önce şahsın nezdinde sevimli olan bir şey bu sefer sevimsiz olur. Mekruh olan kolay bir meşreb olur ki onsuz sabredemez. Bu durum ise, ancak tecrübeyle ve tatmakla bilinir.
Âdetlerde bunun benzeri vardır. Çünkü çocuk, başlangıçta zorla öğrenmeye gönderilir. Oynamadan durmak ve ilimle uğraşmak ona güç gelir ki çocuğun basireti açılıncaya ve ilimle uğraşmanın zevkine varıncaya kadar bu durum böyledir. Bu duruma geldikten sonra iş tam aksine olur. Bu sefer ilimle uğraşmamak çocuğa zor gelir. Oyun hususunda sabır göstermek zahmet olur. Ariflerin birinden rivayet edilen şu hikâye bu du-ruma işaret eder: Şiblî’den sabrın hangisi daha şiddetli olduğu so-ruldu. Cevap olarak ‘Kötü sıfatlan iyi sıfatlarla değiştirmek husu-sundaki sabır’ dedi. Soran kişi ‘Hayır! O değildir!’ deyince, Şiblî ‘Allah için sabırdır!’ Soran ‘Hayır!’ dedi. Şiblî ‘Allah ile sabır!’ diye cevap verdi. Soran ‘Hayır!’ dedi. Şiblî ‘O halde hangisi?’ deyince, soran ‘Allah’tan uzaklaştığı halde kapısından ayrılmayıp topraklara yüz sürme hususundaki sabır’ dedi. Bunun üzerine Şiblî, ruhu cesedinden çıkarcasına bağırdı.
‘Ey iman edenler! Sabredin, direnin, savaşa hazırlıklı, uyanık bulunun ve Allah’tan korkun ki felâh bulasınız’ (Âlu İmran/200) âyeti hakkında şöyle denilmiştir: ‘Allah’da sabrediniz! Allah ile sabır yarışı yapın ve Allah ile irtibat kurun’
Denildi ki: Allah için yapılan sabır meşakkat ve külfettir. Allah’ın yardımıyla olan sabır bekadır. Allah ile olan sabır vefadır. Allah’tan uzak olmaya dair olan sabır cefadır. Nitekim bu mânâda şair şöyle demiştir:
Senden olan sabra gelince, onun neticeleri kötüdür.
Senden başka diğer eşyalarda olan sabır ise güzeldir Başka bir şair de şöyle demiştir:
Sabır her yerde güzeldir.
Ancak senin aleyhinde olan müstesna! Sabır hakkında söyleyeceklerimiz bundan ibarettir.
35) Daha önce geçmişti.
36) Nikâh bölümünde geçmişti.
36) Nikâh bölümünde geçmişti.
37) İmam Ahmed, Beyhâkî
38) Daha önce geçmişti.
*Şükrün Tanımı ve Hakikati
Sabır ile Şük’rün Bir Yerde Birleşmeleri
Soru: Nimetler hakkında söylediğin şeyler Allah’ın her varlıkta nimeti olduğuna işarettir. Bundan da anlaşılır ki belanın asla varlığı yoktur. O halde bu durumda sabretmenin mânâsı ne olabilir? Eğer bela mevcut ise belaya şükretmenin mânâsı nedir? Oysa bazıları ‘Biz nimete karşı şükretmekten fazla belaya karşı şükrediyoruz’ iddiasında bulunmuşlardır. Bu bakımdan belaya karşı yükretmek nasıl tasavvur olunabilir? Kendisine sabretmek gereken bir şeyin şükrü nasıl yapılır? Oysa belaya karşı sabretmek elemi, şükür de sevinmeyi gerektirir. Elem ile sevinme zıddıdır. O halde sizin ‘Muhakkak Allah için her var ettiğinde kullarına bir nimeti vardır’ sözünüzün mânâsı nedir?
Cevap: Nimet olduğu gibi belâ da vardır. Nimetin isbâtına dair hüküm, belanın ispatını da içerir. Çünkü nimet ile bela zıddırlar. Bu bakımdan belanın yokluğu nimettir, nimetin yokluğu beladır. Fakat daha önce geçti ki nimet her yönden mutlak ve kayıtsız olan nimet ile ki bu nimet ahirette kulun Allah’ın komşuluğunda bulunmasının saadeti gibidir, dünyada ise iman, güzel ahlak ve yardımcıları gibidir bir yönden kayıtlı, diğer bir yönden kayıtlı olmayan nimete ayrılır. Bu son kısmın misali, bir yönden dini ıslah eden, bir yönden ifsad eden mal gibidir. Bu bakımdan bela da mutlak ve mukayyed kısımlara ayrılır. Ahirette mutlak olan bela, bir müddet için veya daima Allah’tan uzak olmaktır. Dünyada ise küfür, mâsiyet, kötü ahlaktır. Bunlar insanı mutlaka belaya sürükler. Mukayyed bela ise fakirlik, hastalık, korku ve din hususunda değil, sadece dünya hususunda olan belanın diğer çeşitleri gibi belalardır,
Bu bakımdan mutlak şükür, mutlak nimetin karşılığıdır. Dünyadaki mutlak belaya gelince, bazen ona sabretmek emrolunmaz. Çünkü küfür beladır. Küfüre sabretmenin mânâsı yoktur. Mâsiyet de böyledir. Aksine kâfir bir kimsenin hakkı küfrünü terketmektir. Asinin hakkı da böyledir.
Evet! Kâfir bazen kâfir olduğunu bilmez. Bu bakımdan kendi-sinde bir hastalık olup baygınlıktan veya başka bir sebepten dolayı acı duymayan bir kimse gibi olur. O halde küfür üzerinde sabır yoktur. Günahkâr, günahkâr olduğunu bilirse, kendisine günahı terketmek düşer. İnsana defetmeye muktedir olduğu belaya sabretmek emredilmez,, aksine o elemin giderilmesi emredilir. Sabretmek ancak giderilmesi kulun gücü dahilinde olmayan bir eleme karşı olur. Bu bakımdan dünyadaki sabır, mutlak bela olmayana değil, bir yönden nimet olması caiz olana dönüşür. Bu nedenle bu şeyde sabır ile şükür vazifesinin bir araya gelmesi düşünülür. Mesela zenginliğin, insanın helâk olmasının sebebi olması caizdir. Hatta malından ötürü kendisi ve evlatları öldürülür. Sıhhatli olmak da böyledir. Öyleyse bu dünya nimetlerinden hiçbirisi yoktur ki belaya dönüşmesi caiz olmasın! Fakat bu da ona izafeten böyledir ve böylece hiçbir bela yoktur ki nimet olmaya dönüşmesi caiz olmasın. Fakat bu da ona izafeten böyledir ve bütün bunlar şahsın haline nisbetendir. Çok kul vardır ki onun için hayır fakirlikte ve hastalıktadır. Eğer onun bedeni sıhhatli, malı çok olsaydı haddini aşar, tuğyan ederdi.
Allah kullarına rızkı bollaştırsaydı, yüryüzünde azar, taşkınlık ederlerdi.(Şûrâ/27)
Hayır insan azgınlık eder, kendini müstağni gördüğü için! (Alâk/6-7)
Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
Muhakkak Allah mü’min kulunu sevdiği zaman dünyadan korur; herhangi birinizin hastasını koruduğu gibi…72
Kadın, evlat ve yakınlar da böyledir.
Onaltı kısımda, iman ve güzel ahlâk hariç, söylediğimiz diğer nimetlerin hepsinin, bazı insanlar hakkında bela olması mümkündür. Bu takdirde onların zıdları nimet olur; zira daha önce geçti ki marifet,kemâl ve nimettir. Çünkü Allah’ın sıfatlarından biridir. Fakat bazı durumlarda kul için bela olur. Bu takdirde onun yokluğu nimettir. Bunun misali, insanın ecelini bilmemesidir. Bu bilgisizlik insan için nimettir; zira insan ecelini bilmiş olsaydı, çoğu zaman hayat onun için zehir olur, üzüntüsü çok olurdu, insanın dostları ve akrabaları tarafından aleyhinde tasarlanan şeyleri bilmemesi de insan için bir nimettir; zira eğer perde kalkar, buna muttali olursa, elemi, kini ve intikam duygusu artar. Böylece başkasının kötü sıfatlarını bilmemesi de bir nimettir; zira eğer bilseydi ona buğzeder, eziyet ederdi.
Bu da dünya ve ahirette kendisi için günah olurdu. Hatta başkasındaki güzel ahlâkları dahi bilmemesi bazen kendisi için nimettir; zira o insan Allah’ın veli kullarından olabilir. Oysa ona eziyet edip onu hafife almak durumunda kalabilir. Eğer Allah’ın velî kullarından olduğunu bildiği halde ona eziyet verseydi, şüphesiz ki bu takdirde günahı daha büyük olurdu. Çünkü bir peygambere veya bir velîye, bildiği halde, eziyet veren bir kimse, bilmeyip de eziyet veren bir kimse gibi değildir.
Bu nimetlerden biri de Allah Teâlâ’mn kıyamet saatini, kadir gecesini, cuma günündeki eşref saatini ve birtakım büyük günahları mübhem bırakmasıdır. Bütün bunlar nimettir. Çünkü bu bilgisizlik, bunlar: daha fazla aramayı ve çalışmayı gerektirir.
İşte bunlar Allah Teâlâ’nın ilimdeki nimetlerini buna kıyas et!Biz nezaman nerede ‘Allah’ın her mevcutta bir nimeti vardır’ dersek bu söz haktır ve herkesin hakkında da geçerlidir ve bu umumî kaideden, ancak zan ile, bazı insanlarda yaratmış olduğu elemler istisna edilir. Bu elemler de bazen bunlardan sağlam olan bir kimse hakkında nimet olur. Eğer onun hakkında nimet olmazsa, günahtan hâsıl olan elem gibi, kendi elini kesmesi, bedenini dağlamas; gibi şeylerden kişi hem günahkâr olur, hem de elem duyar. Kâfirin ateşteki elemi gibi.., Bu da nimettir. Fakat bun-ların hakkında değil, başka kullar hakkında nimettir; zira bir kavmin musibetleri başka bir kavmin yanında nimet olabilir. Eğer Allah Teâlâ azabı yaratmış olup onunla bir grubu azaba düçar etmeseydi, muhakkak nimetlerin içerisinde yüzenler, o nimetlerin kadrini takdir etmezler ve sevinmezlerdi. Bu bakımdan cennet ehlinin sevgisi, ancak cehennem ehlinin elemlerini düşündükleri sürece katmerleşir. Dünya ehlini görmez misin? Şiddetle güneşe muhtaç olmakla beraber çünkü güneş herkes için nimettirgüneşin ışığı ile sevinmezler. Göklerin zînetine bakmakla sevinçleri artmaz. Oysa gökyüzü, yeryüzünde uğraşıp çalıştıkları her bahçeden daha güzeldir.
Fakat göğün süsü umumî olduğu için bunu farketmez ve onunla sevinmez. Madem durum budur, o halde bizim ‘Allah her ne yaratmış ise muhakkak onda bir nimeti vardır. Ya bütün kullarına veya bir kısım kullarına o nimetini ve-rir’ sözümüz doğrudur. Öyleyse Allah’ın yarattığı belada nimet de vardır. Ya mübtelâ olana veya başkasına… O halde, ‘mutlak bela’ ve ‘mutlak nimet’ diye vasıflandırılmayan şeylerde kul üzerinde iki vazife bir araya gelir. O da sabır ile şükür vazifeleridir.
Soru: Sabır ile şükür zıddır. Nasıl bir araya gelirler? Çünkü sabır üzüntüye, şükür de sevinmeye karşı olur?’
Cevap: Birşey bir yönden üzüntü, bir yönden de sevinme vesilesi olur. Bu bakımdan sabır üzüntü cihetinden, şükür de sevgi cihe-tinden gelir. Fakirlik, hastalık, korku ve dünya belasında beş şey vardır. Akıllı bir kimse onlarla sevinmeli ve onlara karşı şükretmelidir.
Birincisi: Her musibet ve hastalığın, daha büyük olması düşünülebilir; zira Allah Teâlâ’nın kudreti dahilinde olanların sonu yoktur. Eğer Allah o musibeti kat kat verseydi kim onu reddeder, önüne perde olurdu? O halde kendisine daha büyüğü verilmediği için şükretmelidir.
İkincisi: Musibetin dininde olması mümkündü.
Bir kişi Sehl Tüsterî’ye şöyle dedi: ‘Hırsız evime girip eşyamı götürdü’. Sehl ‘Allah’a şükret’ dedi; ‘eğer şeytan kalbine girip tevhidi ifsad etseydi ne yapardın!’ Bu nedenle İsa (a.s) duasında istiâze ederek şöyle demiştir: ‘Ey Allahım! Benim musibetimi dinimde kılma!’
Hz. Ömer (r.a) ‘Ben herhangi bir bela ile mübtelâ olduğumda mutlaka Allah’ın dört nimetine mazhar olmuşumdur: a) Dinimde olmadığı için, b) Ondan daha büyüğü olmadığı için, c) Onunla razı olmaktan mahrum olmadığım için, d) Ondan dolayı sevap umduğum için!’
Kalp erbabından birinin bir dostu vardı. Sultan onu hapsetti. Hapsedilen haber gönderip dostunu haberdar ederek şikayette bulundu. O kalp erbabı zat ona ‘Allah’a şükret!’ dedi. Hapsedilen adam dövüldü. Yine dostuna haber gönderip haberdar etti ve şikayette bulundu. Dostunun sözü ‘Allah’a şükret!’ oldu. Bir müddet sonra bir mecûsî getirildi, onun yanına hapse tıkıldı. Mecusî de ishal olmuştu. Mecusî’nin eli ayağı zincire vuruldu. O zincirin bir halkası o adamın ayağına, bir halkası da mecusî’nin ayağına takıldı. Hapsedilen, dostuna haber gönderdi. Dostu ‘Allah’a şükret! diye karşılık verdi. Mecusî kalkmak mecburiyetinde kaldığında o da ayağa kalkmak mecburiyetinde kalıyordu, Mecusî’nin yanıbaşmda duruyor, mecusî def-i hâcet ediyordu, Bu durumu dostuna yazdı.
Dostundan ‘Allah’a şükret’ diye cevap geldi. Hapsedilen kızarak ‘Bu ne zamana kadar devam edecek? Bu beladan daha büyük hangi bela olabilir?!’ dedi. Ârif kişi ona dedi ki: ‘Eğer mecusî’nin beline bağlı bulunan zünnar seninkine bağlanmış olsaydı ne yapabilirdin?’
Madem durum budur, herhangi bir bela ile karşılaşan bir insan zâhir ve bâtın kötülüğü hakkında düşündüğü zaman, gerek dünyada gerek ahirette mübtelâ olduğu beladan daha fazlasına müstehak olduğunu görür. Sana yüz sopa atmaya yetkili olan biri on sopa ile iktifa ederse teşekkür edilmeye müstehaktır. Senin iki elini kesmeyi haketmiş biri, birini sana bırakırsa teşekkür edilmeye müstehaktır.
Meşayihten biri bir çarşıdan geçti. Onun kafasına bir tencere kül döküldü. Derhal Allah’a şükür secdesine vardı. Kendisine denildi ki: ‘Bu secde ne idi?’ Dedi ki: ‘Ben, üzerime ateş dökülmesini beklerken külün dökülmesi benim için nimettir’.
Birine şöyle denildi: ‘Bizden yağmur kesilmiştir. Sen yağmur duasına çıkmaz mısın?’ Cevap olarak dedi ki: ‘Siz yağmurun geciktiğini, ben de taş yağmasının geciktiğini görüyorum.
Soru: Günahları benimkinden daha fazla olan insanlar görü-yorum ki benim başıma gelen bela onlarınkine gelmemiştir. Hatta kâfirlere bile gelmemiştir. Bu durumda ben nasıl sevineyim?’
Cevap: Kâfir için fazlası gizlenmiştir. Ona daha fazla günah işlesin, cezası uzasın diye mühlet verilmiştir.
Küfredenler kendilerine mühlet verişimizi sakın kendileri için hayırlı sanmasın! Biz onları sırf günahlarını artırsınlar diye bırakıyoruz.
(Âlu İmran/178)
Üçüncüsü: Günahkâr kişi yeryüzünde kendisinden daha gü-nahkâr kimseler olduğunu nereden biliyor? Oysa çoğu zaman Allah’ın ve sıfatlarının hakkında öyle bir su-i edebe girmiştir ki o su-i edeb, içki içmekten, zinadan ve azalarla yapılan diğer günahlardan daha büyük ve daha korkunçtur. Bu nedenle Allah Teâlâ, onun benzeri hakkında şöyle buyurmuştur:
Onu önemsiz bir iş sanıyorsunuz! Oysa o, Allah’ın katında büyük (bir günah)tır.(Nûr/15)
O halde sen nerden biliyorsun ki başkası senden daha günahkârdır? Sonra umulur ki onun azabını Allah ahirete tehir etmiş seninkini dünyada vermiştir. Bundan dolayı Allah’a neden şükretmiyorsun?
Bu, şu demektir: Hiçbir ceza yoktur ki ahirete tehir edilmesi düşünülmesin. İnsan dünyanın musibetlerinden, başka sebeplerle teselli edilir, böylece musibet kolaylaşır ve elemi de azalır. Ahiretin musibeti devam eder. Eğer devam ederse teselli ile onu hafifletmeye imkân yoktur; zira ahirette teselli sebepleri tamamen azap görenlerin elinden çıkmıştır. Dünyada cezası verilen, ikinci bir defa ceza görmez.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bir kul günah işlediği zaman ona dünyada bir bela isabet etti mi ikinci bir defa onu azaba düçar etmekten Allah yücedir.
Dördüncüsü: Bu musibet ve bela, o insanın üzerinde levh-i mahfuz’da yazılıdır. Mutlaka o musibet ona isabet edecekti ve etti. Onun bazısından veya hepsinden istirahata kavuştu. İşte bu da bir nimettir.
Beşincisi: O musibetin sevabı ondan daha fazladır; zira dünya musibetleri iki yönden, ahiretin yollarıdır.
1. Tiksindirici ilâç, hasta hakkında nimet olur. Oyundan menedilmek çocuk hakkında nimet olur; zira çocuk oyunla başbaşa bırakılırsa oyun onu ilim ve edepten engellediği için bütün hayatı mahvolur. Mal, aile efradı, akrabalar, âzalar, hatta varlıkların en azizi olan göz, bazı hallerde insanın helâkine sebep olur; zira mülhidler (inkârcılar) yarın, kıyamette deli veya çocuk olmalarını temenni ederler. Akıllarıyla Allah’ın dininde tasarruf etmemelerini temenni ederler. Bu bakımdan bu sebeplerden herhangi biri kulda bulunduğu zaman onda kul için dinî bir hayır olması düşünülebilir. Öyleyse kul için Allah hakkında güzel zanda bulunmak gerekir. Başına gelen şeyde hayır görmesi ve ondan dolayı şükretmesi lâzımdır; zira Allah’ın rahmeti geniştir. O kuldan daha iyi bilir. Yarın kıyamette kullar, belalara karşı olan sevapları gördükleri zaman çocuğun, âkil ve bâliğ olduktan sonra, dövmesinden ve terbiye vermesinden dolayı babasına ve hocasına, verilen terbiyeden istifade ettiğini idrâk ettiğinden dolayı teşekkür ettiği gibi, onlar da Allah’a teşekkür ederler. Allah’tan gelen bela, kul için tedibdir. Allah’ın kulu hakkındaki inayeti, babaların evlatları hakkındaki inayetinden daha büyüktür. Rivayet edildiğine göre bir kişi, Hz. Peygamber’e ‘Bana vasiyet et’ dediğinde, Hz. Peygamber ona şöyle buyurdu:
Allah’ı, senin için hükmettiği bir şeyde itham etme!
Hz. Peygamber bir ara göğe bakıp güldü. Bu gülümsemenin se-bebi kendisine sorulunca şöyle buyurdu:
Allah Teâlâ’nm mü’min bir kula hükmettiği şeye hayret ettim. Eğer mü’min kul için genişliği hükmederse, mü’min razı olur ve kendisi için hayırlı olur. Eğer onun için sıkıntıyı
ve zararı hükmederse mü’min de razı olursa kendisi için hayırlı olur!
2. Helâk edici hataların başı dünya sevgisidir. Kurtarıcı sebeplerin başı da kalben aldanış yuvasından uzaklaşmaktır. Nimetlerin belalar ve musibetlerle karışmaksızın istediği gibi akması kalbin dünyaya ve sebeplerine güvenmesini ve yakınlaşmasını gerektirir. Öyle ki dünya o kişi hakkında cennet gibi olur. O kişinin belâsı dünyadan ayrıldığı için oldukça büyür, kişinin üzerinde musibetler çoğaldığı zaman kalbi dünyadan ürker. Dünyaya itimat etmez, yakınlık kurmaz. Dünya onun için ha-pishane olur. Onun dünyadan kurtuluşu hapishaneden kurtuluş gibi, lezzetin en büyüğü olur. Bu nedenle Allah’ın peygamberi şöyle buyurmuştur: ‘Dünya mü’minin hapishanesi, kâfirin cennetidir’.
Kâfir, Allah’tan yüz çeviren, dünya hayatından başkasını istemeyen, dünyaya razı olup güvenen kimsedir. Mü’min ise kalbiyle dünyadan uzak duran, dünyadan göçmeye meyleden kimsedir. Küfrün bazısı açık, bazısı gizlidir. Kalpteki dünya sevgisinin miktarı kadar, kalbe gizli şirk girer. Mutlak muvahhid (Allah’ı birleyici) o kimsedir ki ancak hak olan Bir’i sever. Bu bakımdan belada bu yönden nimetler vardır. Öyleyse bela ile sevinmek farzdır. Acı çekmek de kaçınılmaz bir şeydir. Bu, hacamata muhtaç olduğun anda seni parasız hacamat edene veya sana meccanen tiksindirici ve faydalı bir ilâcı içiren bir kimse ile sevinmene benzer; zira sen, hem bu kimse ile sevinir, hem de elem duyarsın. Eleme karşı sabreder, sevgi sebebinden dolayı da şükredersin. Bu bakımdan dünyevî işlerdeki belanın misali, hal-i hazırda sana acı gelen, gelecekte fayda veren ilâçtır. Padişahın sarayına güzelliği için giren ve oradan çıkacağını bilen bir kimse, beraberinde çıkmayıp orada kalan güzel bir yüzü görürse, bu onun için hem günah hem de bela olur.
Çünkü o, öyle bir konağa ünsiyet veriyor ki orada devamlı kalma imkânından muhrumdur. Eğer orada kaldığında padişahın çıkıp gelmesi ve kendisine işkence etme tehlikesi varsa, onu o yerden kaçırtacak bir nahoş hâdise kendisine isabet ederse bu onun için bir nimettir. Dünya bir konaktır.
İnsanlar rahim kapısından oraya girmişlerdir, kabir kapısından da çıkacaklardır. Bu bakımdan onları o konağa ısındırıcı herşey beladır.O konaktan kalplerini soğutcu, ünsiyetlerini kesici herşey de nimettir. O halde bunu bilen bir kimsenin belalara şükretmesi düşünülebilir. Beladaki bu nimeti bilmeyen bir kimsenin ise şükretmesi
düşünülemez. Çünkü şükür, zarurî olarak nimetin bilinmesine tâbidir. Kim musibetin sevabının musibetten daha büyük olduğuna inanmazsa, o kimsenin musibetten dolayı şükretmesi düşünülemez.
Hikâye olunuyor ki bir bedevî, İbn Abbas’a, babası Hz. Abbas için taziyede bulunarak şu şiiri okudu:
Sabret! Biz de seninle sabredici oluruz! Ancak raiyenin sabrı, başın sabrından sonradır! Abbas’tan sonra senin sabrın Abbas’tan daha hayırlıdır. Allah da Abbas için senden daha hayırlıdır.
Bunun üzerine İbn Abbas dedi ki: ‘Hiç kimse bana bundan daha güzel taziyede bulunmadı!’
Musibetlere sabretmek hakkında vârid olan haberler çoktur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah kim için hayrı irade ederse, ona musibet verir.73
Allah Teâlâ (bir hadîs-kudsî’de) şöyle buyurmaktadır:
Kullarımdan birine, bedeninde veya malında veya evladında bir musibet verdiğim zaman, musibeti güzel bir sabır ile karşılarsa, kıyamet gününde onun için bir mizan kurmak-tan veya onun için bir defter açmaktan hayâ ederim.
Herhangi bir kul, herhangi bir musibete giriftar olduğunda, Allah’ın buyurduğu gibi, ‘Biz Allah içiniz ve biz O’na dö-neceğiz’ (Bakara/156) ve ‘.Ey Allahım! Musibetimde beni me’cur kıl! O musibetle götürdüğünün daha hayırlısını bana ver!’ derse, muhakkak Allah Teâlâ onun için isteneni yapar.
Allah Teâlâ (bir hadîs-i kudsî’de) şöyle buyurmaktadır:
Kimin iki gözünü alırsam onun karşılığı evimde (cennetimde) daimî durmak ve yüzüme bakmaktır.74
Rivayet ediliyor ki bir kişi ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Malım gitti, bedenim hastalıklı oldu!’ diye şikayette bulununca, Hz. Peygamber cevap olarak şöyle buyurmuştur:
Malı gitmeyen ve bedeni hastalanmayan bir kulda hayır yoktur. Muhakkak ki Allah, herhangi bir kulunu sevdiği zaman ona bela verir. Ona bela verdiği zaman da kendisine sabır verir.75
Kişi Allah katında büyük bir derece sahibi olabilir. O dereceye hiçbir amelle varamaz ancak bedenine isabet eden bela ile o bela vasıtasıyla o dereceye varır.76
Habbab b. Eret’den şöyle rivayet ediliyor: Hz. Peygamber Kâbe’nin gölgesinde, abasına bürünmüş durumdayken biri geldi, ona şikayette bulundu ve dedi ki: Ey Allah’ın Rasûlü! Neden Allah’tan bizim için yardım dilemiyorsun?’ Bunun üzerine Hz. Peygamber, rengi kıpkırmızı olduğu halde kalkıp oturdu, sonra şöyle buyurdu:
Sizden önce geçmiş müslümanlardan biri için yerde bir çukur kazılır, testereyle ikiye biçilirdi de yine de bu durum onu dininden döndürmezdi.77
Hz. Ali’den şöyle rivayet ediliyor: ‘Sultan herhangi bir kişiyi zulmen hapseder veya dövdüğünde ölürse o şehiddir!’
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Senin elemini hiç kimseye şikayet etmemen ve musibetini söylememen, Allah’a olan tâziminden ve Allah’ın hakkını bilmendendir.
Ebu Derdâ (r.a) şöyle derdi: ‘Siz ölüm için doğuyorsunuz. Harap olmak için tamir ediliyorsunuz. Yok olacak olan karşılığında kalacak olanı bırakıyorsunuz. Üç şey ne güzeldir: Fakirlik, hastalık ve ölüm’.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Allah bir kula hayrı irade ederek onu günahlardan temizlemeyi dilediği zaman, onun üzerine şiddetli bela yağdırır. Oluk halinde üzerine bela akıtır. Kul, Allah’ı çağırdığı zaman, melekler derler ki: ‘Bu ses belli bir sestir!’ İkinci bir defa çağırıp ‘Ya rabbî!’ dediği zaman, Allah Teâlâ ona ‘Ey kulum! İki defa sana cevap veriyor ve iki defa seni said kılıyorum. Benden istediğin birşey varsa veririm veya senden belayı defeder veya katında senin için ondan daha faziletli olanı sağlarım’. Kıyamet günü geldiğinde amel ehli getirilir, namaz, oruç, sadaka, hac gibi amellerinin karşılıklarını alırlar. Sonra bela ehli getirilir. Onlar için bir mizan kurulmaz, bir defter açılmaz. Dünyada bela onların üzerine nasıl akıtılmış ise, ecirler de kendilerinin üzerine o şekilde akıtılır. Bu durum karşısında dünyada sıhhatli ve âfiyetli olanlar dünyada bedenlerinin makaslarla parçalanmış olmasını temenni ederler. Çünkü belaya mâruz kalanların nimetini görürler. İşte bu manzara şu ayetin mânâsıdır: ‘Allah yolunda sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir’. (Zümer/10)78
İbn Abbas’tan (r.a) şöyle rivayet ediliyor: Peygamberlerden biri rabbine şikayette bulunarak şöyle dedi:
Yarab! Mü’min kulun sana itaat ediyor günahlarından uzaklaşıyor. Sen ondan dünyayı alıyor, ona belayı veriyor-sun. Kâfir kulun sana itaat etmiyor, sana karşı günahkâr oluyor. Sen ondan belayı uzaklaştırıyor, dünyayı onun için yayıyorsun. (Bu nasıl olur?)
Bunun üzerine Allah Teâlâ ona vahiy gönderek şöyle buyurmuştur:
Kul da benim, bela da benimdir. Her biri benim hamdimle tesbih eder. Bu bakımdan mü’minin üzerinde günah olduğunda ben dünyayı ondan alır, ona bela veririm ki benim huzuruma gelinceye kadar günahlarının kefareti olur. O zaman da’sevaplarının mükâfatını ona veririm.
Kâfirin de sevapları olur. Onun rızkını genişletir, belayı ondan uzaklaştırırım. Sevaplarının mükâfatını dünyada ona veri-rim ki benim huzuruma sevapsız gelsin. O zaman da günahlarıyla onu cezalandırırım!
Rivayet ediliyor ki ‘Kim bir kötü iş yaparsa onunla cezalanır’ (Nisâ/123) ayeti nâzil olduğu zaman Hz. Ebubekir şöyle demiştir: ‘Bu ayetten sonra artık sevinmek nasıl olur?’ Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ey Ebubekir! Allah seni affetsin. Sen hasta olmaz mısın? Sana eziyet dokunmaz mı? Sen üzülmez misin? İşte bunlar karşılığını göreceğiniz şeylerdendir.79
Ukbe b. Amir’in rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bir insanı günahta ısrar ettiği halde Allah ona sevdiği şeyleri veriyor iken gördüğünüzde biliniz ki bu durum onun için aldatmadır.
Sonra Hz. Peygamber şu ayeti okumuştur:
Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, üzerlerine herşeyin kapılarını açıverdik; kendilerine verilenle sevince daldıkları sırada da ansızın onları yakaladık, birdenbire bütün umutlarını yitirdiler.(En’âm/44)
Hasan Basrî’den şöyle rivayet ediliyor: Ashabdan bir kişi, cahiliyyet devrinden tanıdığı bir kadını gördü. Onunla biraz konuşup ayrıldı. Yürüdüğü halde arada sırada dönüp kadına bakıyordu. Bu esnada bir duvara çarptı ve yüzü yaralandı, Hz. Peygamber’i gelip hâdiseyi anlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Allah bir kuluna hayrı irade ettiği zaman günahının cezasını dünyada hemen verir.80
Hz. Ali ‘Size Kur’an’daki en fazla ümit veren ayeti haber vereyim mi?’ dediğinde, dinleyenler ‘Evet!’ dediler, o da şu ayeti okudu:
Başınıza gelen her musibet kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir. (Allah yaptıklarınızın) bir çoğunu da affeder.(Şûra/30)
Bu bakımdan dünyadaki musibetler işlenen günahlar yüzünden meydana gelirler. Öyleyse Allah Teâlâ dünyada kulunu cezalandırdığı zaman ikinci bir defa onu azaba dûçar etmekten yücedir. Dünyada onu affettiği takdirde kıyamette onu tâzib etmekten münezzehtir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah katında, hilim ile karşılanan öfkeden ve sabırla karşılanan musibetten daha sevimli hiçbir şey yoktur! Allah katında, Allah yolunda dökülen bir damla kan veya gecenin karanlığında Allah’tan başkasının görmediği ve secde halinde olduğu halde akıtılan bir damla göz yaşından daha sevimli birşey yoktur. Allah katında, farz namaza veya sıla-yı rahme doğru atılan bir adımdan daha sevimli iki adım atılmamıştır.31
Ebu Derdâ’dan (r.a) şöyle rivayet ediliyor: Hz. Süleyman’ın oğlu vefat etti. Süleyman (a.s) buna çok üzüldü. Bunun üzerine iki melek kendisine geldi. Onun huzurunda iki hasım gibi diz çöktüler. Biri dedi ki: ‘Ben tohum ektim. Biçilecek duruma geldiği zaman bu adam yanından geçti; ekinimi mahvetti’.
Hz. Süleyman (a.s) diğerine ‘Sen ne diyorsun?’ diye sordu. Dedi ki: ‘Ben yolda yürüyordum. Birden önüme tarla çıktı. Sağa sola baktım yol yoktu; baktım ki yol ekinin içinden geçiyor’.
Hz. Süleyman (a.s) tarla sahibine ‘Neden yola ektin? Bilmez misin halk için yol gereklidir?’ dedi. Ziraat sahibi ‘Sen çocuğun için neden üzülüyorsun? Bilmez misin ölüm ahiret yoludur!’ dedi. Bunun üzerine Hz. Süleyman (a.s) rabbine tevbe etti. O günden itibaren çocuğu için üzülmedi.
Ömer b. Abdülaziz hasta yatan bir çocuğunun yanına girip şöyle dedi: ‘Ey oğul! Senin benim terazimde olman benim nezrimde benim senin terazinde olmamdan daha sevimlidir’. Çocuk ‘Babacığım! Muhakkak senin sevdiğin, bence, benim sevdiğimden daha sevimlidir’ dedi.
İbn Abbas’a bir kız çocuğunun ölüm haberi getirildiğinde istirca’ da bulunup İnna lillâhî ve innâ ileyhi râciûn ayetini okudu ve şöyle dedi: O bir avretti; Allah onu örttü! Bir nafaka idi; Allah onu tekeffül etti. Bir ecirdi; Allah onu gönderdi’. Sonra iki rek’at namaz kıldı ve şöyle dedi: Biz Allah’ın emrini yaptık. Çünkü Allah şöyle buyurmaktadır:
Sabır ve namazla (Allah’tan) yardım isteyin. (Bakara/45)
İbn Mübârek’ten rivayet edildiğine göre, bir oğlu öldü. Tanıdık bir mecusî kendisine taziyede bulunarak şöyle dedi: ‘Akıllı bir in-san için cahil bir kimsenin beş gün sonra yapacağını bugün yapmak gerekir!’ Bunun üzerine İbn Mübârek talebelerine ‘Mecusînin bu sözünü kaydedin!” dedi.
Âlimlerden biri şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ kulu beladan sonra bela ile belalandırır, kulun hiçbir günahı kalmayıncaya kadar bu durum devam eder’.
Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: ‘Allah imanlı kulunu bela ile yoklar. Tıpkı, aile efradını hayır ile yokladığı gibi!’
Hâtem el-Esemm şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ kıyamet gününde dört kişi ile dört sınıfa karşı delil getirir, zenginlere karşı Hz. Süleyman’ı (a.s) delil getirir. Fakirlere karşı Mesih İsa ile delil getirir. Kölelere karşı Hz. Yusuf ile delil getirir. Hastalara karşı Hz. Eyyûb ile delil getirir. Allah’ın salât ve selâmı bütün peygamberlere olsun’.
Rivayet ediliyor ki Hz. Zekeriyya (a.s) Benî İsrail kâfirlerinden kaçarken bir ağaca gizlendi. Kâfirler bunu öğrendiler, bıçkı getirildi, ağaç biçildi, bıçkı Hz. Zekeriyya’nın (a.s) başına dayandı. Bu durumdayken ondan bir inleme çıktı. Allah Teâlâ derhal ona vahiy gönderdi: ‘Ey Zekeriyya! Eğer senden ikinci bir inleme çıkarsa muhakkak seni peygamberlik defterinden silerim!’ Bunun üzerine Zekeriyya (a.s) ikiye biçilinceye kadar sabretti.
Ebu Mes’ud el-Belhî der ki: ‘Herhangi bir musibete giriftar olan bir kimse elbisesini yırtar, göğsüne vurursa, -sanki bu kimse eline bir mızrak almış da Allah ile savaşmak istiyor gibidir’.
Lokman Hakîm, oğluna şöyle dedi: ‘Ey oğul! Altın ateşle denenir. Salih kul da bela ile denenir. Bu bakımdan Allah bir kavmi sevdiği zaman onlara bela verir. Kim belaya razı olursa ona rıza vardır. Kim kızarsa ona da öfke vardır’.
Ahmed b. Kays şöyle anlatıyor: Birgün dişim ağrıdığı halde sabahladım. Amcama dedim ki: ‘Bu gece diş ağrısından uyumadım!’ Bu sözü üç defa tekrarladım. Amcam bana dedi ki: ‘Bir gece dişinin ağrımasını fazlasıyla şikayet konusu yaptın. Benim otuz seneden beri şu gözüm görmediği halde kimseye söylemedim’.
Allah Teâlâ, Üzeyir’e (a.s) vahiy gönderdi: ‘Senin başına bir bela geldiği zaman beni mahluklarıma şikayet etme. Bana şikayette bulun. Benim seni, kötülüklerin ve rezaletlerin huzuruma yükseldiği zaman meleklerime şikayet etmediğim gibi!’
Allah Teâlâ’nın büyük lütuf ve kereminden dünyada ve ahirette güzel örtüsünü talep ederiz!.
72) Tirmizî
73) Buhâri
74) Daha önce geçmişti.
75) İbn Ebî Dünya
76) Ebu Dâvud
77) Daha önce geçmişti.
78) İbn Ebî Dünya, (Enes’ten)
79) Tirmizî
80) İmam Ahmed, Taberânî
81) Ebûbekir b. Lâl, ( Enes’ten)
*Allah Hakkındaki Şükür Perdesini Kaldırmanın Yolları
Şöyle diyebilirsin ‘Bu hadîsler delâlet ederler ki dünyada bela, nimetlerden daha hayırlıdır. Acaba bu durumda Allah’tan bela isteyebilir miyiz?’ Cevap olarak derim ki: Bunun böyle bir anlamı yoktur. Çünkü Hz. Peygamber’den (s.a) rivayet edildiğine göre duasında, dünya ve ahiret belasından Allah’a sığınıyordu.82
Hz. Peygamber ve diğer peygamberler şöyle dua ederlerdi: ‘Ey rabbimiz! Bize dünyada iyi hâl ver ve ahirette merhamet ihsan et!’ Peygamberler düşmanlarının ve başkalarının sevinmesinden de istiaze ederlerdi.83
Hz. Ali ‘Ey Allahım senden sabır istiyorum’ diye dua edince, Hz. Peygamber buna karşılık şöyle buyurdu:
Ya Ali! Muhakkak ki sen Allah’tan bela istedin! O halde ondan afiyet talep et!84
Allah’tan afiyet talep edin. Hiçbir kula afiyetten daha üstün birşey verilmemiştir. Ancak yakîn bundan müstesnadır.85
Ebubekir Sıddîk, yakîn ile kalbin cehalet ve şüphe hastalığından korunduğuna işaret etmektedir. Bu bakımdan kalbin afiyeti bedenin afiyetinden daha yücedir.
Hasan Basrî şöyle demiştir: İçinde şer bulunmayan hayır, şükürle beraber olan afiyettir! Nice nimete mazhar olanlar vardır ki şükretmez’.
Mutarrıf b. Abdillah şöyle demiştir: ‘Benim afiyet bulup şükretmem benim nezdimde, belaya uğrayıp sabretmenden daha sevimlidir’.
Hz. Peygamber bir duasında şöyle buyurmuştur: Senin afiyetin bence daha sevimlidir.86
Bu durum bir delil ve şahid getirmeye muhtaç değildir. Çünkü bela iki sebepten nimettir:
Birincisi: O beladan daha fazla olan belaya nisbeten o bela nimettir. Bu da ya dünyada veya dinde olur.
İkincisi: Kendisinden daha fazla sevap umulana nisbeten bela, nimet olur. Bu bakımdan kişi için dünyada nimetin tamamını ve ondan fazla olan belanın defini istemek uygundur. Nimete şükretmenin ahiretteki sevabını istemek uygundur; zira Allah Teâlâ, sabra karşılık olarak vermediği mükâfatı şükre karşılık vermeye kâdirdir.
Eğer bazıları şöyle diyor dersen: ‘Ben isterim ki cehennem üzerinde bir köprü olayım. Bütün halk o köprüden geçip ateşten kurtulsun ve ben de cehennemde kalayım’.
Semnun87 da şiirinde şöyle demiştir:
Senden başka hiç kimsede benim bir payım yok. Bu bakımdan dilediğin şekilde beni dene!
İşte bu kimselerin durumu belayı istemek demektir.
Semnun el-Muhib bu şiirinden sonra bevledemez hâle geldi. Bu hastalıktan sona mekteblerin kapılarına gider, çocuklara ‘Çokça yalan söyleyen bu amcanıza dua edin!’ derdi.
İnsanoğlunun tek başına ateşte olup diğer insanların ateşten kurtulmasını istemesi mümkün değildir. Fakat bazen sevgi kalbe galebe çalar. Hatta aşık, kendisinde, böyle bir sevgi olduğunu zanneder. Bu bakımdan kim muhabbet kadehini içerse sarhoş olur. Sarhoş olursa rastgele konuşur. Eğer sarhoşluğundan ayrılırsa kendisine galebe çalan hâlin hakîkat olmadığını bilir. Bu bakımdan bu konuda her ne dinlemişsen o, sevgileri ifrat derecesine varan aşıkların sözlerindendir. Aşıkların sözünü dinlemek keyifli olur, fakat güvenilmez.
Şöyle hikâye ediliyor: Erkek serçe, dişisini istedi. Dişisi engel oldu. Bunun üzerine erkeği dedi ki: ‘Seni benden meneden nedir? Eğer sen istersen Süleyman’ın mülküyle beraber dünya ve ahiretin altını üstüne getireyim. Senin için bunu yaparım’. Süleyman (a.s) onun bu sözünü işitti. Bunun üzerine huzura davet edip kendisini kınadı. Serçe ona dedi ki: ‘Ey Allah’ın peygamberi! Aşıkların kelâmı hikâye edilmez’. Hakîkat, kuşun dediği gibidir.
Şair şöyle demiştir:
Ben ona kavuşmayı, o ise beni terketmeyi istiyor.
Ben de bu yüzden kendi irademi onun iradesine feda ederek bırakıyorum.
Şairin bu sözü de muhaldir. Bunun mânâsı: Ben onun irade etmediğini irade ediyorum. Çünkü visâli irade eden terketmeyi irade etmemiş demektir. Bu bakımdan irade etmediği terki nasıl irade etmiş olur? Bu şiir ancak iki şekilde tevil edilirse doğru olur:
Birincisi: Bu durumun bazı hallerde olmasıdır ki onunla ilerde ulaşacağı muradına götüren rızayı elde etmiş olsun.Dolayısıyla hicran (terkediş) rızaya vesile olur.Rıza da sevgiliye ulaşmanın vesilesidir.Bu bakımdan bunun misali, malı sevenin misali gibidir. Malı seven iki dirhem için bir dirhem selem verdiği zaman, o iki dirhemin sevgisinden ötürü hal-i hazırdaki bir dirhemi terkeder.
İkincisi: Sevdiğini rızasının, onun yanında sadece mahbubun rızası olması hasebiyle güzel olmasıdır. Sevdiğinin kendisinden razı olacağını hissettiğinde bundan bir zevk duyar. Sevdiğinin istememesine rağmen müşahedesindeki lezzetine bu lezzet eklenir. Bu durumda içinde sevdiğinin rızası olanın irade edilmesi ve bunun için de bazı muhiblerin hali, Allah’ın rızasını sezmekle beraber, beladan lezzet buldukları raddeye varmıştır.
Rızayı sezmeksizin afiyetten almış oldukları, lezzetten daha fazladır. Bu bakımdan bu kimseler mahbubun rızasını belada gördükleri zaman bela onlar için afiyetten daha sevimli olur. Bu öyle bir haldir ki aşkın ga-lebe çaldığında vâki olması uzak değildir. Fakat bu hâl geçicidir, devamlı kalmaz. Bu hâl dursa dahi sıhhatli bir hal midir veya başka bir hâl tarafından istenilen bir hal midir ki kalp üzerine vârid olmuştur ve dolayısıyla kalbi normalden kaydırmıştır, işte bu hususta biraz düşünmek gerekir. Bunu tedkik etmek bizim konumuza uygun düşmez. Daha önce geçen hakikatlerden anlaşıldı ki afiyet beladan daha hayırlıdır.
Bütün mahlukatına faziletiyle minnet eden Allah’tan din, dünya ve ahiret hususunda, hem kendimize, hem de bütün müslümanlara af ve afiyet talep ederiz!
82) İmam Ahmed
83) Daha önce geçmişti.
84) Tirmizî
85) İbn Mâce, Nesâi
86) İbn Ebî Dünya
87) Bağdadlıdır. Sırrı es-Sakatî’nin sohbetinde bulunmuştur. Bu zatın
konuşmasının çoğu muhabbet hakkında idi.
*Korku’nun Fazileti ve Korku’ya Teşvik
Şükr’ün üç rüknü vardır:
Birinci rükün; şükrün fazileti, hakikati, kısım ve hükümleri,
ikinci rükün; nimetin hakikati, hususî ve umumî kısımları,
üçüncü rükün; şükür ve sabırdan hangisinin daha faziletli olduğu hakkındadır.
Birinci Rükün
Birinci rükün şükür hakkındadır.
*Ashab’ın ve Âlimlerin Sözleri
Allah Teâlâ, kitabında şükrü zikir ile beraber zikretmiştir.
Ayetler
Andolsun! Allah’ı anmak en büyük (ibadet)tir. (Ankebût/45)
Öyleyse beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin.(Bakara/152)
Eğer siz Allah’ın nimetlerine şükredip’ iman ederseniz Allah size niye azap etsin?
(Nisâ/147)
Şükredenlere ise muhakkak mükâfat vereceğiz(Âlu İmran/145)
İblis şöyle dedi: ‘Öyleyse beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki insanoğullarını saptırmak için muhakkak senin doğru yoluna oturacağım vesvese verip pusu kuracağım.
(A’raf/16)
Ayette bahsi geçen doğru yolun şükür yolu olduğu söylenmiştir. Şükür mertebesinin büyüklüğünden ötürü İblis, halka tânederek şöyle dedi:
Onların çoklarını şükredici olarak görmeyeceksin! (A’raf/17)
Allah Teâlâ da şöyle buyurdu: Kullarımdan şükreden azdır. (Sebe/13)
Allah Teâlâ, şükürle beraber fazla nimet vereceğini söyleyip istisna yapmadı.
Andolsun! Eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım.(İbrahim/8)
Oysa beş şeyde (zengin etmekte, duayı kabul etmekte, rızıkta, mağfirette ve rahmette) istisna ederek şöyle buyurmuştur:
Eğer fakirlikten korkarsanız; biliniz ki Allah dilerse sizi fazlından zengin edecektir.
(Tevbe/28)
Hayır, yalnız O’na yalvarırsınız; O da dilerse (kaldırılmasını) istediğiniz belâyı kaldırır.
(En’am/41)
Allah dilediğine hesapsız rızık verir.(Bakara/212)
Ondan başkasını dilediği kimse için bağışlar.(Nisâ/48)
Allah dilediği kimseye tevbeyi nasip eder.(Tevbe/15)
Bu, rubûbiyet ahlâklarından biridir; zira Allah Teâlâ şöyle bu-yurmuştur:
Eğer Allah’a güzel borç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat yapar ve sizi bağışlar. Allah karşılık verendir, halimdir.(Teğâbün/17)
Allah Teâlâ, şükrü cennet ehlinin konuşmasına anahtar yapmıştır.
(Cennetlik olanlar şöyle) derler: ‘Hamdolsun o Allah’a ki bize olan va’dini yerine getirdi’.
(Zümer/74)
Dualarının sonu ise ‘Bütün hamdler âlemlerine rabbine mahsustur!'(Yûnus/10)
Hadîsler
Şükrederek yiyen, sabrederek oruç tutan mertebesindedir.39
Atâ’dan şöyle rivayet ediliyor: Hz. Âişe’nin huzuruna girip ‘Hz. Peygamber’den gördüğün en acaip şeyi bize haber ver!’ dedim. Bu söz üzerine, Hz. Âişe (r.a) ağladı ve şöyle dedi: ‘Hz. Peygamber’in hangi durumu acaip değil ki! O bir gece bana geldi. Yatağıma yattı, vücudum onun vücuduna değdi. Sonra şöyle dedi: Ey Ebubekir’in kızı! Beni bırak ki rabbime ibadet edeyim! Bu sözü üzerine ‘Sana yakın olmayı severim. Fakat senin isteğini kendi isteğime tercih ederim’, deyip ibadet etmesine izin verdim. Su dolu bir testiyi alıp abdest aldı. Fakat fazla su sarfetmedi. Sonra kalkıp namaza durdu. Göz yaşları göğsünün üzerine akacak derecede ağladı. Sonra rükûa vardı, ağladı. Sonra secdeye vardı, ağladı. Sonra başını kaldırıp ağladı. Böylece Bilâl gelip sabah namazının vaktini kendisine bildirinceye kadar ağladı. Bunun üzerine ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Seni ağlatan nedir? Oysa Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını, senin için affetmiştir’ dedim. Hz. Peygamber bana şöyle dedi:Ben çokça şükreden bir kul olmayayım mı? Ben neden böyle yapmıyayım? Oysa Allah Teâlâ şu ayeti indirmiştir:
Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün arka arkaya gelişinde, insanlara yararlı olan şeyleri denizde taşıyıp giden gemilerde, Allah’ın gökten yağmur indirerek onunla ölmüş olan arzı diriltmesinde, o arzda her türlü canlıyı yaymasında, rüzgârları, yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah’ın birliğine) deliller vardır.(Bakara/164)40
Bu hadîs-i şerîf ağlamaya devanı edilmesi gerektiğine delâlet eder.
Peygamberlerden biri kendisinden bol su çıkan küçük bir taşın yanından geçti ve buna hayret etti. Allah Teâlâ o taşı dile getirerek şöyle konuşturdu: “Ben Allah’ın ‘Artık o ateşten sakının ki onun yakıtı insanlarla taşlardır’ (Bakara/24) ayetini dinlediğimden beri onun korkusundan ağlıyorum”.
Bunun üzerine o peygamber, Allah Teâlâ’dan o taşı ateşten ko-rumasını diledi ve Allah Teâlâ da onu korudu. Bir müddet sonra o küçük taşı aynı durumda gördü ve ‘Şimdi neden ağlıyorsun?’ dedi. Taş ‘Daha önce gördüğün ağlama, korku ağlamasıydı. Bu ağlama ise şükür vc sevinç ağlamasıdır’ diye cevap verdi. Kulun kalbi de taş gibi veya katılık bakımından taştan daha şiddetlidir. Onun katılığı hem korku, hem de şükür halinde ağlamakla bertaraf edilir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kıyamet gününde ‘Çok hamdedenler ayağa kalksın’ denir. Bir grup ayağa kalkar. Onlara bir bayrak dikilir ve onlar cennete girerler.
‘Bu çok hamdedenler kimlerdir?’ diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: ‘Bunlar her durumda Allah’a şükreden kimselerdir’.41 Başka bir lâfızda ‘Bunlar hem genişlikte, hem. de darlıkta şükrederler’ şeklinde gelmiştir.
Hamd, Rahman’ın ridasıdır (abâsıdır).42
Allah Teâlâ Hz. Eyyûb’e (as) vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: ‘Ben velî kullarımdan mükâfat olarak şükre razı oldum’. Yine sabredenlerin sıfatı hakkında da Hz. Eyyûb’e (as) şöyle vahiy göndermiştir: ‘Onların evleri selâm evidir (cennettir). Onlar o eve girdikleri zaman onlara şükretmeyi ilham ederim. Şükür ise, sözlerin en hayırlısıdır. Şükür anında onlara daha fazlasını talep etmeyi ilham ederim. Bana bakmalarıyla onlara daha fazlasını veririm’.
İstif edilen mallar hakkında hüküm nâzil olduğu zaman Hz. Ömer (r.a) şöyle dedi: Malın hangisini edinelim? Hz. Peygamber (s.a) cevap olarak şöyle buyurmuştur:
Sizden herhangi biri zikredici bir dil ve şükredici bir kalp edinsin!43
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, malın yerine şükredici kalbin edinilmesini emretmiştir.
İbn Mes’ud şöyle demiştir: ‘Şükür imanın yarısıdır!’
39) Buhârî
40) İbn Hibban, Ahlâk-ı Rasûl
41) Taberânî, Ebu Nuaym, Beyhâkî
42) Irâkî aslına rastlamadığını söylemişse de Sahîh’de ‘Kibriyâ O’nun
abasıdır’ şeklinde vârid olmuştur.
43) Nikâh bölümünde geçmişti.
*Korkunun mu, Ümidin mi Fazlası Daha Faziletlidir, Yoksa İkisinin de Normali mi Daha Faziletlidir?
Şükür, sâliklerin makamlarındandır. Şükür, ilim, hâl ve amelden meydana gelir. İlim, asıldır ve hâli gerektirir. Hâl de ameli gerektirir.
İlim, nimeti nimet verenden bilmektir: Hâl, nimet verenin nimet vermesinden dolayı meydana gelen sevinç demektir. Amel, nimet vereni maksudu ve mahbubu yapmaktır. O amel, kalp, azalar ve dil ile ilgilidir. Bu bakımdan bütün bunları belirtmek gerekir ki onların toplamı ile şükrün hakikati ihâta edilebilsin; zira şükrün tarifinde söylenen şeyler, onun bütün mânâlarını kapsamaktan uzaktır.
Birinci Asıl
Birinci asıl ilimdir. İlim de üç şeyi bilmektir: Nimetin kendisini o nimetin nimet olmasını, nimet verenin zatını ve nimetinin tamamlanmasına vesile olup nimetin kaynağı olan sıfatlarının varlığının bilinmesidir.
Çünkü nimette, nimet verenin kasd ve iradesiyle kendisine nimet verilen kimsenin varlığı lâzımdır. İşte bunlar bilinmesi gereken şeylerdir. Bu, Allah’ın dışındaki şeyler hakkında vâriddir. Allah hakkında ise, bütün nimetlerin Allah’tan olduğunu bilmekle tamam olur.
Nimet veren ancak Allah’tır. Vasıtalar Allah tarafından musahhar kılınmışlardır. Bu marifet, tevhid ve takdisin ötesindedir; zira takdis ve tevhid bu marifete dahildir. İman marifetleri hususunda birinci rütbe, takdisdir. Sonra kişi mukaddes zatı tanıdığında birden başka mukaddes olmadığını anlar. Bu da tevhidin ta kendisidir. Sonra şahıs âlemde olan her şeyin sadece o Bir den varolduğunu bilmelidir. Bu bakımdan herşey O’ndan gelen nimettir.
İşte bu marifet üçüncü mertebeye girer. Zira üçüncü mertebeye takdis ve tevhid ile beraber ifratın kemâli ve fiili tek başına icra etmek de girmiş olur.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle demekle bu hakîkati dile getirmiştir. Kim Sübhânallah derse, onun on hasenesi vardır. Kim Lâ ilâhe illâllah derse onun yirmi hasenesi vardır. Kim Elhamdülillah derse onun otuz hasenesi vardır.44
Zikrin en faziletlesi Lâ ilâhe illâllah’dır. Duanın en faziletlesi Elhamdülillâh’tır.45
Hiçbir zikir, Elhamdülillâh’ın kazandırdığı gibi kat kat sevap kazandırmaz.46
Sakın hadîslerde bahsi geçen bu hasene’lerin mânâları kalpte hâsıl olmadan sadece bu kelimeleri dil ile söylemek için verildiğini zannetme! Bu bakımdan Sübhanallah takdise delâlet eden bir kelime, Lâ ilâhe illâllah tevhide ve Elhamdülillâh da hak ve bir olan Allah’tan nimetin gelmesinin marifetine delâlet eden bir kelimedir. Öyleyse (bahsi geçen) sevaplar iman ve yakînin şûbelerinden olan bu marifetlerin karşılığıdır.
Bu marifetin tamamı, fiillerden şirki yok eder. Bu bakımdan sultanlardan biri bir şahsa birşey ihsan ettiğinde o şahıs, o şeyin kendisine verilmesinde vezirin dahli olduğunu düşünürse kolaylaştırmak ve kendisine vardırmakta müdahalesini görürse, o veziri nimet hususunda sultana ortak yapmış olur.
Bu bakımdan bu kimse, o nimetin her anlamda padişahtan geldiğini göremez. Bir anlamda padişahtan, başka bir anlamda da vezirinden geldiğini düşünür. Bu durumda sevgisi padişah ile vezire tevzi edilir. O halde, padişah hakkında muvahhid olamaz. Evet, padişah hakkındaki tevhidine ve şükrünün kemâline, padişahın yazmış olduğu kâlemle attığı imza ve üzerine yazının yazıldığı kâğıt vasıtasıyla o nimetin kendisine vâsıl olduğunu düşünmesi bir eksiklik değildir; zira o ne kalem, ne de kâğıtla sevinmez. Kalem ile kâğıdın şükrünü yapmaz. Çünkü onların, mevcut oldukları cihetle, o nimette herhangi bir müdahalelerinin olduğunu söylemiş olmamaktadır. Aksine onların, padişahın kudreti ve emri altında olmaları hasebiyle o nimette müdahaleleri vardır. Şahıs bazen padişahın nimetini kendisine ulaştıran vekil ve hazinedarın da o nimeti kendisine ulaştırmak bakımından padişah tarafından mecbur edildiklerini bilir.
Yine bilir ki eğer padişahın zorlayıcı ve kesin emri olmazsa ve bunlar kendi iradeleriyle başbaşa kalırlarsa, o şeyi kendisine teslim etmezler. Bunu bildiği zaman, kendisine hediyeyi veren hazinedara bakışı, kâğıt ile kaleme bakışı gibi olur. Böyle bir bakış, nimeti padişaha izafe etmekten kaynaklanan tevhidine herhangi bir şirk sokmaz.
Böylece Allah’ı bilen, Allah’ın fiillerini tanıyan güneş’in, ay’ın ve yıldızlar’ın Allah’ın emriyle hareket ettiklerini bilir. Tıpkı kâtibin elindeki kalem gibi! İhtiyar sahibi olan hayvanlar da ihtiyarlarında Allah’a musahhardırlar. Zira ister dilesin, ister dilemesin, yapması için istekleri kendilerine musallat kılan Allah Teâlâ’dır.
Tıpkı padişaha muhalefet imkânından mahrum bulunan ve dediğini yapmaya mecbur olan hazinedar gibi… Eğer bu hazinedar nefsiyle başbaşa bırakılırsa, elindekinin zerresini dahi vermez. Bu bakımdan birisinin eliyle Allah’tan gelen bir nimet sana ulaşmış ise, o kimse nimeti vermek mecburiyetindedir; zira verme iradesini ona musallat kılan ve onun istek ve arzularını kabartan Allah’tır. Onun kalbine ‘Sana verdiğinin dünya ve ahirette kendisine hayırlı olduğunu’ ilham eden Allah’tır. Allah ona bu inancı yarattıktan sonra o onu terketmeye imkân bulamaz. Bu bakımdan o, senin için değil, nefsi için sana verir. Eğer vermekte belli bir gayesi olmasaydı, muhakkak sana vermezdi. Eğer senin menfaatında kendi menfaatinin olduğunu bilmeseydi sana vermezdi. Bu bakımdan o, senin menfaatinle nefsinin menfaatini talep eder. Öyleyse o sana nimet veren değildir. Aksine seni, umduğu bir nimete götürcü bir vesile edinmiş olur. Sana nimet veren, onu sana musahhar edendir. Onun kalbine, sana nimeti ulaştırmaya onu mecbur eden îtikad ve iradeleri atandır. Eğer işleri böyle tanırsan Allah’ı, Allah’ın fiilini tanımış olursun ve muvahhid olursun, Allah’ın şükrünü yapmak kudretine sahip olursun ve sadece bu marifetle şükredici olursun. Bu sırra binen Hz. Musa (as) münâcâtında şöyle dedi: İlâhî! Adem’i kudret elinle yarattın! Acaba sana nasıl şükretti’. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:Bütün olanların benden olduğunu bildi.Onu bilmesi şükürdür.
Öyle ise sen ancak her nimetin O’ndan olduğunu bilmekle şükretmiş olursun. Eğer bu hususta kalbine az bir şüphe girerse, ârif olamazsın. Ne nimetlerin ve ne de nimet verenin ârifi olamazsın. Üstelik sadece nimet vereni değil, O’nunla beraber başkalarını da seversin. Bu bakımdan marifetinin eksikliğiyle sevgideki halin de eksilir. Sevginin eksikliğinden ötürü de amelin eksilir. İşte birinci aslın beyanı budur.
İkinci Asıl
İkinci asıl, mârifetin aslında edinilen haldir. O hâl, tevazu ile nimet verene sevgi göstermektir. Marifet şükür olduğu gibi bu halde esasında mücerred bir şükürdür. Fakat ancak şartı haiz ise şükür olur. Şartı da nimet vermek veya nimetle değil ancak nimet
verenle sevinmektir. Bu anlaşılması zor olan konulardandır. Öyle ise şöyle bir misâl verelim: Sefere çıkmak isteyen padişah, herhangi bir insana bir at bağışladığında bu insanın bağışlanan atla üç yönden sevinmesi düşünülebilir:
Birinci Vecih: Atın at olması ve faydalı bir mal olması, hedefine varmaya uygun ve kıymetli bir binek olması hasebiyle sevinmesidir. Bu sevgi, padişahı zerre kadar kaale almayan, gayesi sadece at olan bir kimsenin sevgisidir. Eğer o atı çölde bulsaydı, yine aynı şekilde sevinirdi.
İkinci Vecih: Ata sevinir, fakat at olması hasebiyle değil, aksine padişahın kendisiyle ilgilenip sevgi ve yakınlık gösterdiğine delâlet etmesi bakımından sevinir. Eğer bu atı çölde bulsaydı veya padişahtan başkası vermiş olsaydı asla onunla sevinmezdi. Çünkü ata muhtaç değildir veya padişahın kalbinde yer etmeyi elde etmekten ibaret olan hedefine nisbeten at edinmeyi hakir sayardı.
Üçüncü Vecih: Ata binip de padişahın hizmetine gitmek, padişahın hizmetini yapmak sûretiyle padişaha yakın olma şansını elde etmek için seferin meşakkatine tahammül etmek bakımından atla sevinmesidir. Bu yüzden bazen vezirlik mertebesine kadar bile yükselir. Çünkü o sadece padişahın kalbinde, kendisine bir at verecek kadar yer edinmekle ve kendisine bir at verecek kadar ihtimam göstermesiyle yetinmez. Aksine o, padişahın malından bir şeyi bir kimseye sadece onun vasıtasıyla vermesini ister. Sonra o vezir olmaklar sadece vezirliği istemez. Aksine padişahı görmeyi ve ona yakın olmayı ister. Hatta o, padişaha yakın olmak, fakat vezir olmamak veya vezir olup padişaha yakın olmamak arasında muhayyer bırakılırsa, mutlaka padişaha yakınolmayı tercih eder. İşte bunlar üç derecedir.
Birincisine şükrün mânâsı girmez. Çünkü birinci derecenin sahibinin bakışı, sadece ata münhasırdır. Bu bakımdan o, verenle değil atla sevinir. Bu hâl, gayesine uygun ve zevkli olması bakımından, nimetle sevinen bir kimsenin halidir. Bu, şükür mânâsından uzaktır.
İkincisi, nimet verenle sevinmek hasebiyle şükrün mânâsına dahildir. Fakat zâtı hasebiyle dahil değildir. Aksine kendisini gelecekte nimet vermeye teşvik eden inayetinin marifeti bakımından dahildir. Bu hâl, azabından korktukları ve sevabını umdukları için Allah’a ibâdet ve şükreden sâlihlerin halidir. Tam şükür, ancak kulun Allah’ın nimetine, o nimet vasıtasıyla Allah’a yaklaşabilecek kudrette olması ve Allah’ın komşuluğuna erebileceği, daima O’nun cemaline bakabileceği hasebiyle sevinmesinden ibaret olan sevgidir.
İşte en büyük rütbe budur. Bunun alameti; dünyadan sadece ahiretin basamağı olan şeylerle sevinip ahirete yardım edenle ferahlamasıdır. Kendisini Allah’ın zikrinden meşgul eden, Allah’ın yolundan alıkoyan her nimetten mahzun olmasıdır. Çünkü böyle bir kimse nimeti, lezzetli olduğundan dolayı istemez. Nitekim atın sahibinin de atı asil ve süratli bir at olduğundan dolayı istemediği gibi… Aksine atı, kendisini padişahın refakatinde taşıdığı, daima padişahın görmesini ve yaklaşmasını temin ettiği için sever. Bu nedenle Şiblî şöyle demiştir: ‘Şükür, nimeti değil, nimeti vereni görmektir’. Aliyyül-Havvas da ‘Halk tabakasının şükrü yemek, giymek ve içmek üzerinedir. Havassın şükrü ise, kalplerin varidâtı üzerinedir’ demiştir.
Bu rütbe öyle bir rütbedir ki onu, zevki mide, tenasül uzvu, duyularla idrak olunan renkler ve seslerden ibaret olup kalbin zevkinden uzak olan kimse idrâk edemez; zira kalp sıhhatli olduğu zaman ancak Allah’ın zikri, marifeti ve mülâkatından zevk alır. Kalp, kötü âdetlerle hasta olduğu takdirde Allah’ın dışındaki şeylerden zevk duyar.
Nitekim bazı insanların çamur yemekten lezzet aldıkları ve bazı hastaların tatlı şeyleri tuhaf karşıladıkları ve acı şeyleri tatlı telâkki ettikleri gibi… Şair şöyle demiştir: ‘Kim hasta ve acı bir ağız sahibi olursa, o ağzıyla tatlı suyu acı hisseder’.
Öyle ise bu, Allah’ın nimetiyle sevinmenin şartıdır. Darb-ı meselde de şöyle denmiştir: Deve olmazsa bari keçi olsun!
Eğer bu derece olmasa, bari ikinci derece olsun. Birinci dereceye gelince o hesap dışıdır; zira padişahı at için isteyen ile atı padişah için isteyenin arasında büyük fark vardır. Kendisine nimet vermesi için Allah’ı kastedenle Allah’ın nimetlerini onlarla Allah’a ulaşmak için kastedenin arasında da büyük fark vardır.
Üçüncü Asıl
Üçüncü asıl nimet verenin marifetinden elde edilen sevincin mucibiyle amel etmektir. Bu amel, kalp, dil ve azalarla ilgilidir.
Kalple olana gelince o, hayrı kasdetmek ve bütün insanlar için kalbinde hayır beslemektir. Dil ile olana gelince, o da Allah’a delâlet eden hamdlerle Allah’a şükretmeyi izhar etmektir. Azalara gelince, o da Allah’ın nimetlerini ibadette kullanmak, o nimetlerden kuvvet alıp günahlara dalmaktan kaçınmaktır. Gözlerin şükrü, onları müslümanların ayıplarına kapatmaktır. Kulakların şükrü, onlarla dinlediğin her ayıbı kapatmaktır. Bu bakımdan bu durum, Allah’a bu azalarla şükretmek demektir. Allah’tan razı olduğunu belirtmek için dil ile yapılan şükür ise, emrolunan şükrün ta kendisidir.
Nitekim Hz. Peygamber, bir kişiye şöyle sordu:
– Nasıl sabahladın?
– Hayır ile…
Bunun üzerine Hz. Peygamber, kişi üçüncü defa da ‘hayır ile sabahladım. Allah’a hamdeder ve ona şükrederim’ deyinceye kadar soruyu tekrarladı. Sonra Hz. Peygamber şöyle dedi: ‘İşte senden söylemeni istediğim buydu!’
Selef-i Sâlihîn birbirlerinin hâlini sorardı. Onların gayeleri; arkadaşına Allah’ın şükrünü söyletmekti ki o itaat ve şükredici, onu konuşturan da itaat edici olsun! Onların gayeleri şükrü belirtmek sûretiyle riyakârlık yapmak değildi! Durumu sorulan kul, şükretmek ile şikayet etmek veya susmak halleri arasındadır. Bu bakımdan şükretmek ibadettir. Şikayet ise, din ehlinden sâdır olan çirkin bir mâsiyettir. Padişahlar padişahından şikayet etmek, nasıl çirkin olmasın? Oysa herşey O’nun kudret elindedir. O’nu hiçbir şeye kâdir olmayan zayıf bir köleye nasıl şikayet edebilir? Bu bakımdan kul için en uygun olanı eğer bela ve kaza üzerinde iyice sabredemiyorsa, zayıflık onu şikayet etmeye sürüklüyorsa şikayetini Allah’a yapmaktır. Çünkü belayı veren ve onu kaldırmaya kâdir olan ancak Allah’tır. Kulun mevlâsına zillet gös-termesi izzet, başkasına şikayet etmesi ise zillettir. Kulun kendisi gibi bir kula zilletini izhar etmesi çirkin bir zillettir.
Allah’tan başka taptıklarınız, size rızık veremezler. Siz rızkı Allah’ın yanında arayın, O’na ibadet edin ve O’na şükredin. Hepiniz O’na döndürüleceksiniz.(Ankebût/17)
Çünkü Allah’tan başka taptıklarınız sizin gibi kullardır. (A’raf/194)
Bu bakımdan dil ile yapılan şükür, şükrün cümlesindendir.
Rivayet ediliyor ki bir heyet Ömer b. Abdülâziz’in yanına geldi. Onların arasından bir genç, konuşmak üzere ayağa kalktı. Ömer, o gence ‘Yaşlı! Yaşlı! (yani yaşlı olan konuşsun)’ diye haykırdı. Genç ‘Ey mü’minlerin emiri! Eğer akıl yaşa bağlı olsaydı, müslümanların arasında senden daha yaşlılar vardır’ dedi. Bunun üzerine Ömer konuş dedi. Genç ‘Biz senden birşey isteyen veya birşeyden korkup kurtarmanı isteyen bir heyet değiliz. Senin faziletin bizi teşvik etti. Senin adaletin bizi korkudan emin kıldı. Biz ancak teşekkür için gelmiş bir heyetiz. Sana dilimizle teşekkür etmek ve dönüp gitmek için geldik!’ dedi.
İşte bunlar, şükür hakikatinin tümünü kapsayan şükür mânâlarının asıllarıdır. ‘Şükür, tevazu üzere nimet verenin nimetini itiraf etmektir’ diyenin sözüne gelince, bu kimse kalbin bazı ahvaliyle beraber dilin fiiline bakmıştır.
‘Şükür, ihsan edenin ihsanını zikretmek sûretiyle övmesinden ibarettir’ diyenin sözüne gelince, bu kimse de sadece dilin ameline bakmıştır. ‘Şükür, şuhudun sergisi üzerinde hürmetin korunmasını devam ettirmekten dolayı itikâftır’ diyenin sözüne gelince bu söz, şükrün mânâlarının çoğunu derleyici bir sözdür. Bu tariften ancak dil ile yapılan şükür hariç kalır.
Hamdun Kassar’ın47 ‘Nimetin şükrü, kendi nefsini, şükür hususunda tufeylî (asalak) görmendir’ sözü ise sadece marifetin şükrün mânâlarından olduğuna işarettir.
Cüneyd’in ‘Şükrün senin nefsini nimete ehil görmemendir’ sözü ise, bilhassa kalbin durumlarından birine işarettir.
Bu zatların sözleri, hallerini belirtiyor. Bunun için cevapları değişiktir ve birbirini tutmaz. Sonra bunların her birinin cevabı, bazen iki halde, ayrı ayrı olur. Çünkü bunlar ancak kendilerine galip gelen hallerinden konuşurlar. Kendilerini ilgilendirmeyenden yüz çevirip ilgilendirenle meşgul oldukları için böyle yaparlar veya sual soranın haline uygun gördükleri cevabı verirler. Bunu da kişinin muhtaç olduğu şeyi zikretmekle iktifa etmek ve muhtaç olmadığını bıraktıkları için yaparlar. Bu bakımdan bizim bu söylediklerimizin bu kimselerin aleyhinde bir tan olduğunu sanman uygun değildir.
Yine bizim açıkladığımız mânâların hepsi bu büyük insanlara arzolunsaydı onların bu mânâları reddedeceklerini sanman da uygun değildir. Zâten akıllı bir insan için asla böyle birşey düşünülemez. Ayrıca biz burada lâfız bakımından şükür teriminin lûgat vaz’ında bütün mânâlarını kapsayıp kapsamadığını veya bazını kapsayıp da diğerlerinin onun levâzımlarından olup olmadığını açıklamayı kasdetmiyoruz. Çünkü bu, ahiret yolunun ilmine hiçbir şekilde girmez.
Rahmetiyle muvaffak kılan Allah’tır!
44) Dualar bölümünde geçmişti.
45) Tirmizî, Nesaî, İbn Mâce, İbn Hibban
46) İbn Ebî Dünya
47) Ebu Sâlih Hamdun b. Ammare Nisaburî. Nisabur’da Melâmiyye meşrebini neşretmiştir. Ebu Turab Nahşebî ve Müslim Barusî’nin sohbetinde bulunmuş ve H. 291’de vefat etmiştir.
*Korku Halini Temin Eden Çare
Belki sen ‘Şükür ancak şükürden zevk alan nimet sahibinin hakkında düşünülebilir’ diyebilirsin; zira bizler padişahlara kalplerde mevkileri daha artsın, halk yanında keremleri belirsin ve dolayısıyla nam ve nişanları daha fazla olsun diye ya senâ etmekle şükrediyoruz veya bazı hedeflerinde kendilerine yardımcı olmaktan ibaret olan hizmetle şükrediyoruz veya huzurlarında el pençe durmakla şükrediyoruz.
Bu ise onların çevrelerindeki kalabalığın çoğalmasına, ve mevkî ve şöhretlerinin artmasına sebeptir. Bu bakımdan insanlar bu söylediklerimizden birini onlar için yapmadıkça padişahlara şükretmiş olmaz. Oysa bu, iki yönden Allah hakkında muhaldir:
Birincisi
Allah Teâlâ nasiplerden ve gayelerden münezzehtir. Hizmetçiye ve yardıma muhtaç olmaktan mukaddestir. Övmekle haşmetinin ve şöhretinin yayılmasından yücedir. Huzurunda rükû ve secde halinde elpençe divan durmak sûretiyle hizmetçilerinin çoğalmasından da münezzehtir.
Bu bakımdan O’na, içinde hiçbir sûrette payı olmayan birşey ile şükretmemiz, bize nimet veren padişaha evlerimizde yatmak veya secde etmek veya rükû etmek sûretiyle şükretmemize benzer; zira padişahın ne yaptığımızdan haberi olmadığı için yukarda bahsi geçen hareketlerimizde de bir dahli yoktur.Allah’ın da bizim fiillerimize hiçbir ihtiyacı yoktur.
İkincisi
Kendi irademizle yaptığımız herşey Allah’ın nimetlerinden bize verilmiş bir nimettir; zira bizim azalarımız, kudretimiz, irademiz, hayra doğru iteleyici güçlerimiz ve hareketimizin sebeplerinden ibaret olan diğer şeylerimiz, Allah’ın yarattığından ve nimetindendir. Bu bakımdan nasıl olur da biz bize verilen nimetle nimetin şükrünü yaparız? Biz padişaha bir bineği verip başka bir bineği ondan alır, o bineğe binersek veya padişah bize başka bir bineği verirse, ikinci binek Bizim pirinci bineğimize şükür olmaz.
-O’nun zâtı hariç helâk olacağını ve bu durumun her hal için ezelen ve ebeden doğru olduğunu bilenin görüşüdür! Çünkü gayr, müstakil bir varlığı düşünülebilen demektir! Bu gayrın benzerinin varlığı yoktur. Aksine böyle bir gayrın mevcut olması muhaldir; zirâ mutlak var olan mevcut, nefsiyle kâim olan mevcuttur. Nefsi istiklâle sahip olmayan, nefsi itibariyle var sayılmaz, çünkü o başkasına bağlı ve başkasıyla varolmuştur. Eğer onun zatına itibar olunur, gayra bakılmazsa asla onun varlığı sözkonusu olmaz. Mevcut ancak ve ancak nefsiyle kâim olandır. Nefsiyle var olanın eğer gayrinin yokluğu takdir olunursa, kendisi yine var olarak kalır. Eğer nefsiyle kâim olmakla beraber onun varlığıyla başkasının varlığı kâim olursa, bu takdirde o, Kayyum olur. Oysa Bir den başka kayyum yoktur. Onun gayrisinin oluşu düşünülemez. Madem durum budur o halde, varlıkta Hayy ve Kayyum’dan başkası yoktur. O, vahid ve samed’in ta kendisidir. Sen bu makamdan baktığın zaman her şeyin kaynağının O’nda ve dönüşün de O’na olduğunu anlarsın. Bu bakımdan şükredici, şükredilen, seven ve sevilen O’dur.
İşte İbn Ebî Habîb48 bu makamdan bakmıştır.
Gerçekten biz onu sabreden (bir kul) bulmuştuk. Ne güzel kuldu, o daima (bize) başvururdu.(Sâd/44)
Allah Teâlâ’nın bu ayetini okuduğunda Habib dedi ki: ‘O’nun sanatına hayran kalmamak elde değildir. O vermiş, o övmüştür’.
Bu sözünü şuna işaret için söylemiştir: Allah Teâlâ, bir kulunu övdüğü zaman, O’nun övgüsü kendi nefsine aittir. Bu bakımdan öven de övülen de O’dur.
Şeyh Ebu Said Mihinî49 bu makamdan bakmıştır.
(O) onları sever ve onlar da O’nu severler.(Mâide/54)
Bu ayet Şeyh Ebu Said’in yanında okunduğu zaman ‘Hayatımla yemin ederim! Onları sever! Sade sevmesini ve sevil Aksine ikinci binek de birinci bineğin muhtaç olduğu gibi başka bir şükre muhtaçtır. Sonra şükrün şükrü ancak başka bir nimetle mümkün olur. Dolayısıyla bu kaziyeler bizi ‘Bu iki yönden de şükrün Allah hakkında muhal olduğuna’ götürür. Oysa biz de emrin ikisinde de şüphe etmiyoruz. Şeriat da böyle vârid olmuştur. Bu bakımdan bu iki emri telif etmenin ve bir araya getirmenin yolu nedir?
Senin kalbine gelen bu mânâ, Dâvud’un (a.s) kalbine de gelmiştir. Musa’ya (a.s) da böylece vâki olmuştur. Nitekim Musa (a.s) şöyle demiştir: ‘Yarab! Ben sana nasıl şükredeyim? Çünkü ben sana şükretmeyi ancak senin nimetlerinden ikinci bir nimetle yapabilirim’.
Başka bir lâfızda ‘Sana şükrüm, senden gelen başka bir nimettir ki o nimette sana şükretmeyi gerektirir!’ Bunun üzerine Allah Teâlâ Musa’ya vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:
‘Sen bu durumu bildiğin zaman bana şükretmiş olursun!’ Başka bir haberde ‘Sen nimetin benden olduğunu bildiğin zaman onu şükür olarak senden kabul ederim’ denmiştir.
Soru: Musa’nın sualini anladım. Fakat benim anlayışım, onlara vahyolunanın mânâsını idrâk etmekten acizdir. Çünkü ben, Allah için şükretmenin muhal olduğunu biliyorum. Fakat şükrün muhal olduğunu bilmenin, şükür olduğunu bir türlü anlamıyorum; zira bu bilgi de Allah’tan gelen bir nimettir. Bu bakımdan bu bilgi nasıl şükür olabilir? Sanki ortaya şöyle bir sonuç çıkıyor: ‘Kim şükretmezse, muhakkak o şükretmiştir’. Muhakkak padişahtan ikinci hilatı (hediyeyi) kabul etmek, birinci hilatın şükrü olur. Anlayış, buradaki sırrı idrak etmekten âcizdir. Eğer bunun tarifi bir misal ile mümkün ise, bu misal anlamama yardımcı olacaktır.
Cevap: Bu, (zevkî) marifetler(in kapıların)dan bir kapıyı çalmaktır. Marifetler, muamele ilimlerinden pek yücedirler. Fakat biz onlardan birkaç rumuza işaret ederek deriz ki: Burada iki görüş vardır:
1. Herşeyi katıksız tevhid gözüyle görmek gerekir. Bu görüş sana, Allah’ın şükreden, şükrolunan, seven ve sevilen olduğunu tanıtır. Bu görüş, varlıkta O’ndan başkasının olmadığını, her şeyinmesini bırak, hem de hakkıyla sever. Çünkü ancak kendi nefsini sever’ demiştir.
Şeyh bununla, sevenin ve sevilenin Allah olduğuna işaret etmiştir. Bu yüksek bir rütbedir. Bu rütbeyi, ancak aklına yatkın bir misalle anlayabilirsin. Malûmundur ki yazar, yazdığını sevdiği zaman kendi nefsini sevmiş olur. Sanatkâr, sanatını sevdiği zaman kendi nefsini sevmiş olur. Baba evlat olmak hasebiyle evladını sevdiği zaman kendi nefsini sevmiş olur.
Allah’tan başka âlemde her ne varsa, hepsi Allah’ın tasviri ve sanatıdır. Eğer Allah onu severse, ancak kendisini sevmiş olur. Anlaşıldı ki Allah esasta kendisinden başkasını sevmez. Bu takdirde hakkıyla sevdiğini sevmiş olur. Bütün bu söylediklerimiz, tevhid gözüyle bakıştır.
Sûfî taifesi bu hali, ‘nefsin fâni olması’ diye isimlendirir; yani şahıs hem nefsinden, hem de Allah’ın dışındaki her şeyden fâni olmuştur. O, Allah’tan başkasını görmez. Kim bunu anlamazsa sûfî taifesine hücum ederek şöyle der: ‘Şahıs nasıl fâni olmuştur? Oysa onun gölgesinin uzunluğu dört zira’dır. O günde birkaç batman ekmek yer’.
Câhil kimseler de sözlerinin mânâsını anlamadıkları için sûfîlere gülerler. Ariflerin sözüne cahillerin gülmesi normalidir! Şu ayet-i celîle’de buna işaret vardır:
Suç işleyenler insanlara gülerlerdi. Onların yanlarından geçtiklerinde birbirlerine işaret yaparak (mü’minleri) küçümserlerdi. Evlerine (ailelerine) döndükleri zaman da (mü’minleri ortaya atıp) eğlenmeye başlarlardı. Mü’minleri gördükleri vakit ‘İşte bunlar sapıklardır’ diyorlardı. Oysa üzerlerine gözcü gönderilmemişlerdi.(Mutaffıfin/29-33)
Sonra Allah Teâlâ âriflerin yarın kıyamette onlara gülmelerinin daha büyük olacağını bildirmiştir.
İşte bugün mû’minler de kâfirlere gülerler. (Mutaffifîn/34)
Nûh kavmi de Hz. Nûh gemiyi yapmakla meşgul olurken ona gülerdi:
Nûh onlara ‘Siz bizimle alay ederseniz, sizin alay ettiğiniz gibi, biz de sizinle alay edeceğiz” dedi.(Hûd/38)
2. İkinci görüş nefsinden fâni olacak mertebeye ulaşamayan bir kimsenin bakışıdır. Böyle kimseler, iki gruba ayrılırlar. Bir grup nefislerini ispat edip ibâdet edilecek bir rablerinin olduğunu inkâr etmişlerdir. Bunlar tepetaklak olan körlerdir, körlükleri gözlerindedir. Çünkü onlar tahkîken sabit olanı nefyetmişlerdir.
O sabit olan da nefsi ile kaim ve her kazandığından sorumlu tutan ve her var olanın kuvvetiyle var olduğu Kayyum’dur. Onlar sadece bununla yetinmemişler, böylece nefislerini isbat etmişlerdir. Eğer onlar tanısaydılar kendileri olmak hasebiyle varlık sahibi olmadıklarını bilirlerdi. Oysa onların varlıkları varolmak hasebiyle değil, var edilmek hasebiyledir. Var olanla var eden arasında fark vardır. Varlıkta ancak bir var eden vardır ve bir gerçek varlık da O’dur. Bu bakımdan var olan haktır. Var edilenin, nefsi bakımından incelendiğinde bâtıl olduğu görülür. Var olan, kâim ve kayyûmdur. Var edilen yok olucu ve fânidir. Madem ki yeryüzünde yaşayan herşey fânidir (Rahmân/36), öyle ise ikram ve celâl sahibi olan rabbinin zatından başka hiçbir şey kalmaz.
İkinci grupta körlük yoktur. Ancak tek gözlülük vardır. Çünkü onlar, gözlerinin biriyle hak olan mevcudun varlığını görürler. Bu bakımdan onu inkâr etmezler. Diğer gözün körlüğü tam olursa, hak varlıktan başkasının fâni olduğunu görmez. Böylece Allah ile beraber başka bir mevcudu isbat etmiş olur. Bu kimse kesinlikle müşriktir. Nitekim bundan önce bahsi geçenin de kesinlikle münkir olduğu gibi. Eğer kişi, iki gözden kör olmaz da görüşü zayıflarsa iki mevcudun arasındaki ayrılığı idrâk ve dolayısıyla hem kulun, hem de rabbinin varlığını ispat eder. Bu kadarcık ayrılığın ve diğer mevcuttan bir kısmının ispatı ile tevhidin sınırına girmiş olur. Sonra gözüne nûrunu artıran sürmeyi çeker de zafiyet azalırsa, işte gözünün görmesinin artması miktarında Allah’tan başka isbat ettiği şeyin eksikliği kendisine görünür.
Eğer böyle devam ederse durmadan eksilme, sonunda yok olmaya varır. Bu bakımdan Allah’tan başkasının görünmesi tamamen kalkar. Allah’tan başkasını görmez olup dolayısıyla tevhidin kemâl derecesine varmış bulunur. Allah’tan başkasının varlığında eksikliği idrâk ettiği takdirde, tevhidin ilk basamaklarına çıkmış olur. Bunların arasında sayılmayacak kadar dereceler vardır.
İşte bundan ötürü muvahhidlerin dereceleri ayrı ayrı olur. Allah’ın, peygamberlernin dilleri üzerine indirilmiş olan kitabları, gözlerin nûrlarını artıran sürmedir.
Peygamberler de sürme sürenlerdir. Onlar katıksız tevhide davet etmek için gelmişlerdir. O tevhidin tercümesi Lâ ilâhe illâllah sözüdür. Onun mânâsı, hak olan Bir’den başkasını görmemektir. Tevhid’in kemaline varanlar çok azdır. İnkârcılar ve müşrikler de azdırlar. Onlar tevhidin tam zıddı olan tarafın en uzak ucundadırlar; zira putperestler şöyle dediler:
Biz putlara, ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz.(Zümer/3)
Bu bakımdan putperestler, zayıf de olsa tevhid kapılarının ilk basamaklarına çıkmışlardır. Ortancalar ise, en fazladırlar. Onların içerisinde bazı hallerde basîreti açılanlar vardır. Bunlara tevhidin hakikatleri ışıldar, fakat çakan şimşek gibi gelirgeçer, durmaz. Onların içinde tevhidin hakikatlerini görüp bir zaman devam edenler de vardır. Fakat bu da daimî bir şekilde durmaz. Bu hususta devam etmeleri enderdir.
Şair şöyle demiştir: ‘Herbirinin yüceliğin zirvesine çıkmak için birtakım hareketleri vardır. Fakat erkekler arasında sebat eden pek nadirdir’.
Allah Teâlâ habîbine yakınlığı talep etmesini emrettiği zaman ona şöyle demiştir:
Secde et! Yaklaş! (Alak/19)
Hz. Peygamber de secdesinde şöyle demiştir:
Senin ikabından affına sığınıyorum. Senin öfkenden rızana sığınıyorum. Senden sana sığınıyorum. Ben, senin kendi nefsini övdüğün gibi, seni övemem.50
Bu bakımdan Hz. Peygamber’in ‘Senin ikabından affına sığınıyorum’ sözü, sadece Allah’ın fiilini görmekten gelen bir sözdür. Sanki Hz. Peygamber, Allah’tan ve Allah’ın fiillerinden başkasını görmüyordu. Bu bakımdan O’nun fiiliyle O’nun fiiline sığındı. Sonra yaklaştı, fiillerin görülmesinden fâni oldu. Fiillerin kaynakları olan sıfatlara yükseldi ve şöyle dedi: ‘Senin öfkenden senin rızana sığınıyorum’.
Bunlar iki sıfattır. Sonra tevhid hususunda bunun da eksik olduğunu gördü ve yaklaştı. Sıfatları görme makamından zatı görme makamına çıktı ve şöyle dedi: ‘Senden sana sığınıyorum!’
Bu, fiil ve sıfatını görmeksizin, Allah’tan Allah’a kaçmak demektir. Ancak Hz. Peygamber nefsini, Allah’tan Allah’a kaçtığı, Allah’a sığındığı ve Allah’ı övdüğü halde gördü. Bu bakımdan nefsinin müşahedesinden fâni oldu; zira bunu eksiklik gördü, yaklaştı ve şöyle dedi: ‘Senin kendi nefsini övdüğün gibi seni övmeye gücüm yetmez.
Bu nedenle Hz. Peygamber’in ‘gücüm yetmez’ sözü, nefsinin fâni olduğunu haber vermek, nefsinin müşahedesinden çıkmak demektir.
‘Senin kendi nefsini övdüğün gibi…’ sözüne gelince, Allah’ın öven ve övülen olduğunu, herşeyin Allah’tan başladığı ve ona döndüğünü ve Allah’ın zatı hariç, her şeyin helâk olacağını bildirmektedir. Bu bakımdan Hz. Peygamber’in makamlarının ilki, muvahhidlerin makamlarının en sonuncusudur. O, Allah’tan ve Allah’ın fiillerinden başkasını görmez. Bu bakımdan bir fiilden diğer bir fiile sığınıyor. Öyleyse sen Hz. Peygamber’in nihayetinin nereye vardığını dikkatle izle! Zira o, hak olan Bire vardı. Öyle ki onun nazarında hak olan zattan başkası kalmadı.
Hz. Peygamber, bir rütbeden başka bir rütbeye terakki ettiğinden birinci rütbeyi ikinciye nisbeten uzak görürdü. Bunun için birinci rütbeden ötürü Allah’tan af talep ederdi. İlk makamında kusur, sülûkünde eksiklik görürdü.
Hz. Peygamber’in şu hadîsiyle bu duruma işaret vardır:
Muhakkak kalbimin üzerine (manevî) bir pas çöker. Öyle ki günde yetmiş defa Allah’tan af talebinde bulunurum.
Böyle yapması, bazısı bazısından üstün yetmiş makama terâkki etmesinden ileri gelmiştir. Bu makamların ilki her halkın vardığı (varabilecekleri) makamların en yükseğinden daha yüksektir. Fakat sonuncusuna nisbeten eksiktir. İşte Hz. Peygamberin istiğfarı bunun içindi.
Hz. Aişe (r.a) ‘Allah senin geçmiş ve gelecek günahını affetmemiş midir? O halde secde halinde bu ağlamak ve şiddetle ızdırap neden?’ diye sorunca cevap olarak şöyle buyurmuştur: ‘Ben şükreden bir kul olmayayım mı?’ Yani ‘Ben yüksek makamların talibi olmayayım mı?’ Çünkü şükür fazlalaşmanın sebebidir.
Yemin olsun.,eğer siz şükrederseniz muhakkak size(nimetimi) artırırım.(İbrahim/7)
Biz mükâşefe denizlerine daldık. Bu bakımdan dizgini çekelim ve muamele ilimlerine lâyık ve uygun olana dönelim.
Peygamberler, vasfettiğimiz tevhidin (birlemenin) kemâline halkı davet etmek için gönderildiler. Fakat onlarla o makam arasında uzun bir mesafe ve geçilmez engeller vardır.
Şeriat, o yolun yolunu tarif etmektir ve o engelleri geçmektir. O zaman başka bir müşahede ve başka bir makamdan bakılabilir. Böylece o makamda, o müşehedeye izafeten şükür, şâkir (şükredici) ve meşkûr (şükrü yapılan) belirir.
Bu durum bir misalle daha iyi anlaşılır.
Padişah uzakta bulunan bir kölesine huzuruna gelmesi için bir binek, bir elbise ve yol harçlığı olarak biraz para gönderse, bu durumda padişah bakımından iki ihtimal vardır: Birincisi kölenin bir kısım mühim vazifelerini yerine getirmesi için onu çağırmıştır. İkincisi padişahın köleyi çağırmaktan beklediği hiçbir menfaati yoktur. Ona muhtaç da değildir, kölenin hazır bulunması onun mülkünü artırmaz. Çünkü köle, padişahı zengin edecek bir hizmette de bulunamaz. Kölenin huzurda olmaması da padişahın mülkünü azaltmaz. Öyle ise, bineği ve yol azığını göndermekte padişahın maksadı, kölenin gelip yakınlığından nasibdar olması, huzurunun saadetine nail olması içindir. Bundan padişah değil, köle fayda görür. Bu bakımdan kulların Allah katındaki menzilleri, birinci durumda değil, ikinci durumdadır. Çünkü birinci durum, Allah hakkında muhaldir. İkincisi ise muhal değildir.
Kul, birinci durumda padişahın istediği hizmetleri yapmadıkça, sadece binmek ve huzura varmakla şükredici olamaz. İkinci halde ise, padişahın hizmete ihtiyacı yoktur. Bu durumda şükredici de, nankör de olması düşünülebilir. Şükretmesi, mevlâsının kendisine tevdi ettiğini nefsi için değil, mevlâsının sevdiği yerde kullanmasıdır.
Nankörlük yapması, verileni yerli yerinde kullanmamasıdır. Şöyle ki: Nimetleri muattal kılar veya mevlâsmdan uzaklaşmasını artıran yolda kullanır. O halde kul, elbiseyi giyer, ata biner, azığı yolda kullanırsa mevlâsına şükretmiştir. Çünkü nimetini sevdiği yerde kullanmıştır.
Eğer padişahın verdiği bineğe biner, padişahın huzurundan uzaklaşırsa, bu takdirde nimetini inkâr etmiştir; yani mevlâsı için değil, mevlâsının hor gördüğü yerde nimetini kullanmıştır. Eğer padişahın verdiği bineğe binmezse ne yakınlaşmayı, ne de uzaklaşmayı talep etmezse, yine nimeti inkâr etmiştir; zira nimeti ihmâl etmiştir. Her ne kadar bu ikincisi, mevlâdan uzaklaşması bakımından daha kolay ise de…
Böylece Allah Teâlâ halkı yarattı. Onlar yaratılışlarının başlangıcında bedenlerinin kemâle ermesi için şehvetlerini kullanmaya muhtaçtırlar. Dolayısıyla Allah’ın huzurundana uzaklaşırlar. Oysa saadetleri o huzura yakın olmak-tadır. Böylece Allah Teâlâ onlara nimetlerinden yakınlık derece-sine varmak için kullanmaya elverişli olanı hazırlamıştır. Allah Teâlâ onların uzaklık ve yakınlıklarını tabir ve ifade ederek şöyle buyurmuştur:
Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak iman edip salih amel işleyenler hariç; onlar için kesintisiz bir mükâfat vardır.(Tîn/4-6)
Durum bu iken, Allah Teâlâ’nın nimetleri aletlerdir. Kul onlar vasıtasıyla terâkki edip yükselir. Allah onları kullar yakınlık saadetine ersinler diye yaratmıştır. Allah Teâlâ yakınlık veya uzaklıktan münezzehtir. Kul bu nimetler hususunda şu iki durum arasındadır: Ya onları ibâdete sarfeder, dolayısıyla mevlâsına şükretmiş olur veya masiyete sarfeder, mevlâsının hoşuna gitme-yen ve razı olmadığı bir şeyi işlediğinden dolayı nimetini inkâr
olurdun.
Hz. Peygamber (s.a) bu hakikate şöyle demek sûretiyle işaret etmiştir:
Amel ediniz! Zira herkes ne için yaratılmış ise o hususta muvaffak olur.
Hz. Peygamber bu sözü ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Madem daha önce, herşey Allah Teâlâ tarafından yaratılmış, bitmiştir, o halde amel etmek ne demektir? denildiği saman söylemiştir.
Böylece anlaşıldı ki insan, ilâhî kudretin mecrası ve fiillerinin merkezidir. Her ne kadar insanlar da Allah’ın fiillerinden iseler de durum böyledir. Fakat O’nun fiillerinden bazısı bazısının merkezidir. Hz. Peygamber’in, ‘amel ediniz!’ sözü, her ne kadar Hz. Peygamber’in dilinden ise de Allah’ın fiillerinden bir fiildir. O, halkın ‘amelin faydalı olduğunu’ bilmelerinin sebebidir. Halkın ilmi ise, Allah’ın fiillerinden bir fiildir. İlim, ibadete teşvikin sebebidir. Teşvik de Allah’ın fiillerindendir. Fakat Allah’ın fiillerinin bazısı bazısının sebebidir; yani birincisi ikincisinin şartıdır.
Nitekim cismin yaratılışının arazın (renk gibi) yaratılışının sebebi olduğu gibi; zira araz, cisimden önce yaratılmaz. Hayatın yaratılışı ilmin yaratılışının şartıdır. İlmin yaratılışı, iradenin yaratılışının şartıdır. Şart olmasının mânâsı şu demektir: Hayat fiilini sadece cevher kabul etmeye müsaittir. İlmin kabulüne ancak hayat sahibi müsaittir.
İradenin kabulü için, ancak ilim sahibi müsaittir. Bu bakımdan fiillerinin bazısı, bazısının mûcidi anlamında değil, bu mânâ ile bazısı bazısının sebebi olur. Bazısı, diğerinin var olmasının şartını hazırlar. Bu tahakkuk ettiği zaman insan, bizim daha önce zikrettiğimiz tevhid derecesine yükselir.
Soru: Neden Allah Teâlâ, ‘Amel ediniz. Aksi takdirde siz isyandan ötürü cezalandırılacaksınız’ buyurdu. Oysa bizim elimizde hiçbir şey yok, hepsi Allah’a aittir. Bu durumda biz nasıl kınanırız?
Cevap: Bu sözün Allah’tan sâdır olması, bizde bir itikadın var olmasının sebebidir. İtikad da korku ve heyecanın sebebidir. Korku ve heyecan,şehvetlerin terkinin ve aldanış yuvasından edip küfre girmiş olur! Allah kulları için, küfür ve masiyete razı değildir.
Eğer kul, nimetleri muattal kılar, ne ibâdet, ne de masiyette kullanmazsa, bu da nimetleri zayi etmek bakımından nankörlük olur. Oysa dünyada yaratılan her şey, kulun onunla ahiret saadetine ermesi, Allah’a yakınlaşması için bir alet olarak yaratılmıştır. Bu bakımdan her itaat eden insan, taatinin miktarınca, taatta kullandığı sebeplerle Allah’ın nimetine şükredici olur.
Nimetleri kullanmayı bırakan veya onları uzaklaşma yolunda kullanan kimse Allah sevgisinin dışında bir şeye dalan bir kâfirdir. Bu bakımdan masiyet ve taatın ikisini de meşiyet kapsamaktadır. Fakat Allah’ın sevgisi ve nefreti onları kapsamamaktadır. Kastolunanların birçoğu mahbub, birçoğu da mekruhtur; yani Allah’ın hoşuna gitmez. Bu inceliğin ötesinde ifşası meııedilen kader sırrı vardır. Bu açıklama ile birinci müşkilat halledildi. O da şükredilenin şükürden payı olmadığı zaman, şükür nasıl şükrü olabilir meselesidir. Bu açıklama ile ikinci mesele de halledildi. Çünkü bizler şükürden, ancak Allah’ın nimetini, onun muhabbet ve sevgisi istikametinde sarfetmeyi kastediyoruz. Bu bakımdan nimet, Allah’ın fiiliyle muhabbetin cihetine sarfedildiği zaman maksat hâsıl olur. Senin fiilin Allah’tan bir vergidir. Sen o fiilin merkezi olmak hasebiyle Allah seni övmüştür. Allah’ın seni övmesi ise, O’ndan sana gelen ikinci bir nimettir. Bu bakımdan veren O’dur, öven de O’dur.
O’nun fiillerinden biri, ikinci fiilinin sevgisi cihetine sarfedilmesine sebep olur.
Bu bakımdan her durumda şükür O’nundur. Sen ise, şükredicilikle nitelendirilmişsin; yani şükrün kendisinden ibaret olan mânânın merkezisin. Yoksa sen şükrü var edici değilsin. Nitekim sen ârif ve âlim olmakla vasıflandırılmışsın, fakat ilmin yaratanı ve mucidi olarak değil! Ancak onun merkezi olmak bakımından âlimsin. Oysa o ilim, ezelî kudret vasıtasıyla sende mevcut olmuştur. Öyleyse senin kendini şükredici diye nitelendirmen,kendinin
‘şeyliğini’ ispat etmendir. Oysa sen de şeysin; zira eşyanın yaratıcısı seni şey kılmıştır.
Sen, sen olmak hasebiyle birşey değilsin; yani sen aslında hiçsin. Eşyayı eşya kılan zata bakmak açısından, sen bir şeysin; zira o, seni şey olarak kılmıştır. Eğer O, seni bir şey olarak kılmasaydı sen kesinlikle lâ şey (hiç) uzaklaşmanın sebebidir. Bu da Allah’ın komşuluğuna varmanın sebebidir. Allah, sebeplerin yaratıcısı ve düzenleyicisidir.
Bu bakımdan kime ezelde saadet yazılmış ise, ona bu sebepler kolaylaştırılır ki bu sebepler onu cennete götürsün! Bunun benzeri ‘Herkes nie için yaratılmış ise ona muvaffak olur, o onun için kolaylaştırılır’ cümlesiyle tâbir edilir. Kime Allah tarafından hüsnâ (cennet) yazılmamış ise, o, Allah’ın kelâmını, Hz. Peygamberin ve âlimlerin sözlerini dinlemekten uzaklaşır.
Dinlemediği zaman bilmez, bilmediği takdirde korkmaz. Korkmadığı takdirde dünyaya meyletmeyi terketmez. Dünyaya meyletmeyi terketmedikçe şeytanın hizbi içerisinde kalır. Muhakkak cehennem, onların hepsinin varış yeridir. Sen bunu bildiğin zaman, zincirlerle cennete doğru çekilen bir kavmin durumuna hayret edersin. Hiçbir kimse yoktur ki sebeplerin zincirleriyle cennete çekilmemiş olsun.. O da ilim ve korkunun ona musallat kılınmasıdır.
Hiçbir mahrum yoktur ki zincirlerle cehenneme doğru çekilmemiş olsun. O da gafletin, azaptan emin olmanın ve aldanmanın kendisine musallat kılınmasıdır. O halde muttakîler cebren cennete doğru sevkolunurlar. Mücrimler de kahren cehenneme doğru çekilirler. Kahredici, ancak bir ve kahhâr olan Allah’tır. Melik ve cebbar olan Allah’tan başka âdil de yoktur. Ne zaman gafillerin gözlerinden perde kaldırılırsa, işin böyle olduğunu görürler. O zaman dellâlın çağırmasını duyarlar:
Kimindir mülk bugün? Kahhâr (her şeye galip olan) ve tek Allah’ın.(Mü’min, Gafir/16)
Oysa mülk sadece o gün değil, her zaman kahhâr ve bir olan Allah’ın mülkü idi. Fakat gafiller, ancak o gün bu çağrıyı duyarlar. O çağrı, gafiller için yenilenen hallerin keşfinden haber vermektir. Ama o gün keşfin bir fayda sağlamadığı bir gündür. Cehalet ve körlükten, halîm ve kerîm olan Allah’a sığınırız. Çünkü helâk sebeplerinin kökü cehalet ve körlüktür.
48) el-Bücelî kabilesine mensup Basralı bir zâhiddir. Künyesi Ebu Ömer’dir.
49) Fazl b. Ahmed b. Muhammed. Ebu Hasan künyesiyle meşhurdur. H.
300’de vefat etmiştir.
50) Müslim
*Su-i Hâtime’nin (Kötü Sonucun) Anlamı
Şükrün yapılması, küfrün terki, ancak Allah’ın sevdiğini, sevmediğinden ayırdetmekle tamam olur; zira şükrün mânâsı; Allah’ın nimetlerini, Allah’ın sevdiği yerde kullanmaktır. Küfrün mânâsı ise, bunun zıddıdır. Bu da ya nimeti kullanmayı tamamen terk etmekle veya Allah’ın sevmediği yerde kullanmakla olur! . Allah’ın sevdiğini sevmediğinden ayırmak iki şeyle olur.
Onlardan biri, kulaktır. Kulağın istinad ettiği ayet ve haberlerdir.
İkincisi, kalbin gözüdür. O da ibret gözüyle bakmak demektir. Bu sonuncusu zordur ve bunun için de pek nâdirdir. Bu nedenle Allah Teâlâ peygamberleri göndermiş, halk için yolu kolaylaştırmıştır. Bunun marifeti, kulların fiilerindeki şer’î hükümlerin tamamını bilmeye bina edilir. Öyle ise kim bütün fiillerinde şeriatın ahkamına muttali olmazsa, hakkıyla şükretmesine imkân yoktur.
İkincisine gelince, o da ibret gözüyle bakıp, her yarattığı mevcutta Allah’ın hikmetini idrâk etmektir; zira Allah, âlemde her ne yaratmışsa onda bir hikmet vardır. O hikmetin altında bir maksad vardır. O maksad da Allah’ın sevdiğidir. O hikmet, açık ve gizli diye iki kısma ayrılır:
Açık hikmet, güneşin yaratılışmdaki hikmeti, güneşle gece ile gündüz arasında fark meydana gelsin diye gündüzün maişet zamanı, gecenin istirahat zamanı olduğunu, gündüz sayesinde hareketin kolaylaştığını, gece sayesinde sükûnetin sağlandığını bilmektir.
İşte bu, güneşte bulunan hikmetlerin biridir; zira güneşte daha nice nice hikmetler vardır. Bulut ve yağmurun yağışındaki hikmet de böyledir. Bu, yerin bitki çeşitlerini fışkırtması, halka ekin yeri, hayvanlara da otlak olması içindir. Kur’an, halkın anlayışının tahammül edebileceği açık hikmetlerin birçoğunu kapsamıştır, Halkın anlamaktan âciz oldukları ince hikmetleri deşmemiştir:
Biz yağmuru bol bol yağdırdık. Sonra toprağı güzelce yardık. Orada taneler, üzümler, yoncalar, zeytinler hurmalar, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik.
(Abese/25-31)
İster seyyar, ister sabit olsun, diğer yıldızlardaki hikmetler gizli hikmettir. Ona herkes muttali olamaz. Halkın onların göklerin süsü olduğunu ve insanın onlara bakmaktan zevk duyduğunu bilmekten başka, anlayabileceği birşey yoktur.
Biz en yakın göğü ziynetle/yıldızlarla süsledik. (Sâffât/6)
Bu bakımdan âlemin bütün parçaları, göğü, yıldızları, rüzgârları, deniz ve dağları, madenleri, bitkileri, hayvanları, bütün bunların zerrelerinin herbiri için birçok hikmetler vardır. Bir hikmetten on hikmete kadar, bir hikmetten on bin hikmete kadar… Hayvanların azaları da, hikmeti bilinen ve bilinmeyen kısımlara ayrılır. Gözün saldırmak için değil, görmek için, elin yürümek için değil, tutmak için, ayağın koklamak için değil yürümek için yaratıldığını bilmek gibi misaller, hikmeti bilinen misallerdir. Barsak, öd, karaciğer, böbrek, damarlar, adeleler ve onlardaki borular, toplar ve atar damarlar, safranın bozulması, ince kalın barsaklar ve diğer sıfatlardan ibaret olan bâtınî azalara gelince, onlardaki hikmeti insanların çoğu bilmezler. Onları bilenler de Allah’ın ilmindeki hikmetlere nisbetle az birşey bilirler. (Bunlar da hikmeti bilinmeyenlerin misalleridir).
Ve size ilimden az birşey verilmiştir. (İsrâ/85)
Madem durum budur, kim birşeyi onun yaratıldığı cihetin dışında ve ondan irade edilen yönde değil de başka bir yönde kullanırsa, o kimse kullandığı o şeydeki ilâhî nimeti inkâr etmiş olur. Bu bakımdan kim eliyle başkasını döverse el nimetini inkâr eder; zira el, helâk edicileri uzaklaştırması için verilmiştir, faydalı olması için yaratılmıştır. Eliyle başkasına vurmak için yaratılmış değildir. Kim namahrem bir kadının yüzüne bakarsa, gözün ve güneşin nimetini inkâr etmiş olur; zira görmek, bunların ikisiyle tamam olur. Oysa bunlar, şahıs onlar vasıtasıyla din ve dünyası hakkında faydalı olan görsün diye yaratılmışlardır. Oysa kişi onları onlardan irade edilen maksadın dışında kullanmıştır.
Mahlukâtın, dünyanın ve sebeplerinin yaratılışından gaye; insanoğlunun onlar vasıtasıyla Allah’a ulaşması içindir.
Allah’a varmak da, ancak Allah’ın sevgisiyle ve dünyada O’nunla yakınlık kurmak, dünyanın gururundan uzaklaşmakla olur. Yakınlık da ancak zikrin devamıyla olur. Muhabbet ancak düşüncenin devamıyla sağlanan marifetle olur. Zikre ve tefekküre devam etmek, ancak, bedenin varolmasıyla mümkün olur. Beden de ancak gıda ile kalır. Gıda ancak yer, su ve hava ile tamamlanır. Bunlar da gök ile yerin yaratılışıyla tamamlanır. Diğer azaların zâhir ve bâtında yaratmasıyla tamamlanır. Bu bakımdan bütün bunlar beden içindir. Beden de nefsin bineğidir. Allah’a dönen, ibâdet ve marifetle mutmain olan nefistir.
Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye ya-rattım. Ben onlardan bir rızık istemiyorum. Beni beslemele-rini de istemiyorum.(Zâriyât/56-57)
Bu bakımdan kim bir şeyi Allah’ın isteği dışında kullanırsa o, Allah Teâlâ’nın, günahtan kaçınmak için gerekli olan sebeplerdeki nimetini inkâr etmiş olur. O halde gizliliği pek fazla olmayan hüküm için bir misal zikredelim ki onunla ibret alasın, nimet verenin şükrünü ve nimetini inkâr etmenin yolunu o misalle anlayabilesin: Altın ve gümüşü yaratmak Allah’ın nimetlerindendir. Dünya gidişatı onlara bağlıdır. Onlar haddi zâtında bizzat kendilerinde fayda olmayan iki taştırlar. Fakat halk onlara şu bakımdan muhtaçtır. Her insan yemek, giymek ve diğer ihtiyaçları hususunda birçok şeye muhtaçtır. Bazen muhtaç olduğunu temin etmekten aciz olur. Muhtaç olmadıklarını da elde eder. Mesela binmek için muhtaç olduğu bir deveyi değil de zaferan denilen mad-deyi elde eden kimse gibi… Deveyi elde eden kimse de, bazen deveye değil, zaferan maddesine ihtiyaç duyar. Bu bakımdan deve ile zaferan arasında bir bedelin bulunması gerekir. O bedelin miktarında da takdir gerekir; zira deve sahibi devesini bir miktar zaferanla değiştirmez. Zaferan ile deve arasında ne tartı açısından, ne de şekil bakımından bir münasebet olmadığı için ‘tartarak veya bölerek karşılığı verilsin’denemez.
Herhangi bir evi elbise ile veya herhangi bir köleyi bir mest ile veya unu merkeb ile satın alanın durumu da böyledir. O halde bunlar aralarında münasebet olmayan şeylerdir. Kişi devenin ne kadar zaferan edeceğini bilmediği zaman alış veriş yapması gayet güçleşir.
Buna binaen bu biri diğerinden uzak ve aralarında münasebet olmayan şeylerin aralarını telif eden bir arabulucuya muhtaç olacaktır ki o arabulucu onların arasında adaletle hükmetsin ve dolayısıyla insanlar onların herbirinin derecesini bilmiş olsun! Bunların arasındaki dereceler tanzim edildiği zaman, eşitin eşit olmayandan farkı bilinir. Bundan dolayı Allah Teâlâ, altın ve gümüşü eşya arasında hâkim ve diğer mallar arasında arabulucu olarak yarattı ki mallar onlarla takdir edilsin. Bu bakımdan ‘Bu deve yüz altına eşittir. Zaferanın şu miktarı yüz altına eşittir’ denir.
Bu sebeple deve ile zaferan aynı şeye eşit olmaları bakımından eşit olurlar. Oysa tabir, ancak nakdeyn (altın ve gümüş) ile mümkündür; zira onların bizzat kendilerinde hiçbir gaye yoktur. Eğer bizzat kendileri gaye olsaydı, çoğu zaman, gayenin özelliği, gaye sahibinin hakkında tercihi gerektirirdi. Dolayısıyla işler intizamlı olmazdı. Madem durum budur, (öyle ise) Allah Teâlâ onların ikisini ellerde tedâvül olunsunlar, mallar arasında hâkim bulunsunlar diye yaratmıştır ve başka bir hikmeti de onların ikisiyle diğer eşyayı elde etmektir. Çünkü onlar, haddi zatında değerlidirler. Fakat onların bizzat kendileri hiç kimsenin gayesi değildir. (Yani ne yenilebilirler, ne giyilebilirler, ne de maddelerinden bir lezzet alınır). Onların diğer mallara nisbetleri eşittir. Bu bakımdan onların ikisini edinen bir kimse sanki herşeyi mülk edinmiştir. Bir elbiseyi mülk edinen ise, sadece elbiseye sahiptir. Eğer elbise sahibi yemeğe muhtaç olsa, bazen yemek sahibi elbiseye rağbet göstermez. Dolayısıyla elbise ile yemek elde edilemez. Çünkü yemek sahibinin gayesi, bir hayvan edinmektir. Bu bakımdan elbise sahibi, bizzat maddesinde hiçbir şey olmayan, mânâsında da sanki herşey olan bir maddeye muhtaçtır.
Şey’in değişik şeylere nisbeti, ancak özel bir sûreti olmadığı ve özel sûretinden ötürü fayda vermediği zaman eşit olur. Ayna gibi… Onun rengi yoktur. O her rengi aksettirir. Nakit de böyledir. Onda da herhangi bir hedef yok. O, her hedefin vesilesidir. Sanat gibi… Onun haddi zatında bir mânâsı yoktur. Onun, vasıtasıyla başkasında mânâlar belirir.
İşte ikinci hikmet budur. Fakat altın ile gümüşte anlatması uzun sürecek daha nice hikmetler vardır. Bu bakımdan kim altın ile gümüşte, hikmetlerine uygun düşmeyen bir ameli işlerse ki o amel hikmetlerden kastedilene muhaliftir o kimse Allah’ın altın ve gümüşteki nimetini inkâr etmiştir.
Madem durum budur o halde, altın ile gümüşü istif eden bir kimse onlara zulmedip onlardaki hikmeti iptal etmiş olur. Böyle bir kimse müslümanların hâkimini bir hapse tıkadığından dolayı onun hüküm vermesine mâni olan bir kimse gibidir. Çünkü şahıs paraları istif ettiği zaman, paralardaki hikmeti zayi etmiş olur. Kastedilen hedef onunla hâsıl olmaz. Oysa altın ve gümüş, özel olarak ne Zeyd, ne de Amr için yaratılmıştır; zira insanların onların bizzat maddelerinden hiçbir istekleri yoktur. Çünkü onlar iki taştırlar. Ellerde dolaşsın diye yaratılmışlardır. Bu bakımdan onların ikisi halk arasında iki hâkim olurlar. Miktarın alâmeti, mertebelerin de değerlendiricisidirler. Bu bakımdan mevcudâtın sahifeleri üzerine harfsiz, sessiz, gözle değil ancak basiretle idrâk edilen ilâhî bir hatla yazılı bulunan mektubun satırlarını okumaktan aciz olanlara Allah Teâlâ haber verdi. Evet! O yazıyı okumaktan aciz olanlara Allah Teâlâ, Hz. Peygamber’den dinledikleri bir kelâmla ki idrâk etmekten aciz kaldıkları harf ve ses vasıtasıyla onlara yetişir haber vererek şöyle buyurdu:
Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayan kimseler var ya, işte onları acıklı bir azap ile müjdele!(Tevbe/34)
Kim gümüş ve altından bir kab edinirse, o kişi nimeti inkâr etmiş olur. Bu kimsenin hâli onları istif edenin halinden daha haraptır. Çünkü bu kimsenin misali, bir memleketin hâkimini örücülükte, vergi toplamakta ve insanların düşükleri tarafından yapılan işlerde kullanan bir kimsenin durumu gibidir. Oysa altını hapsetmek, mesuliyet bakımından böyle yapmaktan daha hafiftir. Çünkü çömlek, bakır ve kalay da sıvı maddelerin dağılması hususunda altın ile gümüşün vazifesini görebilirler. Kablar, ancak sıvı şeyleri korumak içindir. Fakat çömlek ve demir, paradan kastedilen hedefte yeterli değildirler. Bu bakımdan bu sırra vâkıf olmayan bir kimse için bu sır ilâhî tercümesiyle inkişaf etti ve kendisine şöyle denildi:
Kim altın veya gümüşten yapılmış bir kaptan, herhangi birşey içerse, sanki o kimse karnında cehennem ateşini taşır.
Kim altın ve gümüşle faizcilik yaparsa o kimse nimeti inkâr edip zulmetmiştir. Çünkü bu iki madde, bizzat kendileri için değil, başka şeyler için yaratılmıştır; zira onların bizzat maddelerinde hiçbir hedef yoktur. Bu bakımdan kişi onların bizzat maddesinde ticaret yaparsa onların yaratılış hikmetine muhalif bir hedefte onları kullanmış olur; zira parayı hedefinden başka bir hedef için talep eden bir kimse, zulmetmiştir. Kimin beraberinde para yok da elbise varsa, o kimsenin yemek ve binek almaya gücü yetmez; zira çoğu zaman yemek ve binek elbise ile satın alınmaz. Bu bakımdan elbise sahibi, maksadına ulaşmak için elbisesini başka bir nakde tahvil etmeye mecburdur.
Çünkü onlar başkasının vesilesidir. Bizzat maddelerinde insanın herhangi bir hedefi yoktur. Onların mallardaki yerleri harfin konuşmadaki yeri gibidir. Nahiv âlimleri şöyle demişlerdir: ‘Harf odur ki başkasındaki bir mânâ için gelmiştir!’ Paraların mallardaki yerleri, aynanın renklerdeki yeri gibidir.
Ama beraberinde nakit olan bir kimse, eğer o nakdi başka bir nakde satması caiz olursa, bu takdirde nakitler üzerinde muamele etmeyi, muamelesinin hedefi yapmış olur. Böylece nakit, onun yanında bağlı kalır ve istif etmenin yerine geçmiş olur. Hâkime ve başkasına giden postayı bağlamak zulümdür. Nitekim hâkimin hapsedilmesinin zulüm olduğu gibi…
Bu bakımdan nakdi nakitle satmanın mânâsı, nakdi azık etmek için istemek demektir. Bu ise zulümdür.
Soru: Neden nakitlerden birinin başkasıyla satılması caizdir? Neden bir dirhemi misliyle satmak caizdir?
Cevap: Nakitlerin her biri (hedefe) varma maksadında, diğerine muhaliftir; zira dirhemle (gümüş para) bazen çokluğu itibariyle onların biriyle hedefe varmak kolaylaşır. Böylece dirhemler azar azar ihtiyaçlara sarfedilir… Öyle ise bu mübadeleyi menetmekte, buna bağlı bulunan özel maksadı teşvik etmek vardır. O özel maksad da onunla başkasına varmanın sırrıdır. Bir dirhemi benzeri olan başka bir dirhemle satmaya gelince, o da caizdir.
Şu bakımdan ki onlar eşit olduğu zaman, akıllı bir insan kolay kolay böyle bir satışı yapmaz. Tüccar bununla meşgul olmaz. Çünkü bu gibi bir satış boş bir meşguliyettir. Âdeta bir dirhemi yere bırakıp tekrar almak demektir. Biz, akıllı insanların bir dirhemi yere koyup tekrar almak sûretiyle vakitlerini harcamalarından korkmuyoruz. Öyle ise nefsin istemediği bir fiili menetmiyoruz. Ancak takas edilenden biri diğerinden daha üstünse, o zaman menediyoruz. Bunun da cereyan etmesi düşünülemez; zira sağlam paranın sahibi, parasını sahte para ile değiştirmeye razı olmaz. Bu bakımdan akit intizam bulmaz. Eğer sahteyi fazlasıyla almayı talep eder ise, işte bu insanlar tarafından kastolunur. Şüphe yok ki biz bu şekil muameleyi menedip hükmediyoruz ki paranın güzeli, çirkini eşittir.
Çünkü güzellik ve çirkinliğin, ancak bizzat kendisinden dolayı kastolunan bir şeyde dikkate alınması uygundur. Artık bizzat kendilerinde insanın hedefi olmayan bir şeyin sıfatlarındaki inceliğe bakmak uygun değildir. Ancak sağlamlık vasfında çeşitli olan paraları basan kimse zâlimdir; zira bu ameliyeden ötürü paraların bizzat kendileri (maddeleri) maksud olmuştur. Oysa bizzat maddeleri gaye olmamalıydı. Bir dirhemi benzeri olan bir dirhemle borca sattığı zaman, bunun caiz olmaması şu noktadan ileri geliyor:
Zira böyle birşeye, ancak müsamahakâr, karşısındaki insana iyilik yapmak isteyen bir kimse yanaşır. Bu bakımdan şeref olan borç verme, insanı bundan müstağni kılar. Böyle bir muameleye ihtiyaç kalmaz ki müsamaha sûreti olduğu gibi kalsın. Dolayısıyla bu müsamahayı yapan övünsün ve Allah katında ecri olsun! Oysa takasta ne övmek var, ne de. ecir…
Bu bakımdan bu şekildeki bir takas da zulümdür. Çünkü bu şekildeki değiştirme, müsamahanın hususiyetini zayi etmek ve onu bedel alma şekline sokmaktır. Nitekim yemekler de kendileriyle gıdalanılsın veya tedavi olunsun diye yaratılmışlardır.
Bu bakımdan onları başka yönlerde kullanmak uygun değlidir. Eğer yiyecekleri (zengin) ellerde bağlamayı gerektiren ve hedefleri olan yemekten kendilerini geciktiren muamele kapısı açılırsa Oysa Allah Teâlâ yemekleri ancak yenilsin diye yaratmıştır, yemeklere ihtiyaç da şiddetlidir bu takdirde yiyecek maddesine ihtiyacı olmayanın elinden çıkıp muhtacın eline girmesi lâzımdır. Oysa yiyecekler üzerinde ancak yemekten müstağni olan bir kimse muamele yapar; zira beraberinde yemek olan bir insan, eğer ona muhtaç ise neden onu yemesin? Neden onu bir ticaret metaı yapsın? Eğer onu ticaret metaı yaparsa, yemeğin dışındaki bir sermaye ile yemeğe muhtaç olan bir kimseye satsın. Ama o yemeğin bizzat maddesini isteyen bir kimse ise, o yemekten müstağni demektir. İşte bunun için şeriatta ihtikârcının lanetlenmesi vârid olmuştur.51
Yine şeriatta Kesb (Çalışma) Âdâbı bahsinde zikrettiğimiz tehditler vârid olmuştur.
Evet! Buğdayı hurma ile değiştiren mâzurdur; zira biri gayede diğerinin yerine geçmez. Buğdaydan bir ölçeğini, bir ölçekle değiştiren ise mâzur değildir. Aksine fuzulî bir iş yapıyor demektir. Bu bakımdan bu kimseyi menetmeye ihtiyaç yoktur. Çünkü nefisler böyle bir muameleye ancak değiştirilen malların farkı varsa müsamaha eder. Oysa iyinin sahibi, kötü ile değiştirmeye razı olmaz. İyiyi iki kötü ile takas etmek bazen kastolunur. Fakat yemekler zarurî maddelerden oldukları için, iyinin esasında kötüye denk olup ancak nimetlenme yönlerinde ona muhalefet ettiği için, şeriat, kıvam (direk ve nizam) olan bir şeyde nimetlenme gayesini itibardan düşürmüştür. İşte faizin haram edilmesindeki şer’î hikmet budur.
Biz fıkıh ilminde çalışmayı bıraktıktan sonra bize bu hakîkat keşfolundu. Bu bakımdan biz bunu fıkıh ilmine ilhak edelim. Çünkü bu, hilâfiyat hususunda irad ettiğimiz her meseleden daha kuvvetlidir. Bununla faizi ölçülen maddelere değil sadece yiyecek maddelerine tahsis etmekteki Şâfiî mezhebinin rüchaniyeti vüzuha kavuşur; zira eğer kireç faizli maddelere girmiş olsaydı, elbisenin, hayvanların girmesi daha evlâ olurdu. Eğer tuz meselesi olmasaydı, Malikî mezhebi bu hususta mezheblerin en kuvvetlisi olurdu; zira o, faizi gıda maddelerine tahsis etmiştir. Fakat şeriatın gözettiği her mânânın elbette ki bir hudud ile zaptedilmesi gerekir. Bunun sınırlandırılması ise (Mâlikî mezhebinde olduğu gibi) gıda maddeleri ile mümkündür, (Şâfiî mezhebinde olduğu gibi) yenilen şeyler ile mümkündür. Bu bakımdan şeriat, hayatın zarurî ihtiyacı olan herşey için yenilenin cinsi ile tahdidin daha uygun ve daha kapsayıcı oluduğunu münasip görmüştür. Şeriatın sınırlandırmaları bazen öyle tarafları kapsar ki hükme teşvik eden mânânın aslı o taraflarda kuvvetli olmaz. Fakat tahdid de böylece zarurî olarak vâki olur. Eğer sınırlandırmazsa, şahıs ve hallerden ötürü değişmesine rağmen, mânâ cevherine tâbi olmakta halk şaşkınlık içerisinde kalacaktır. Bu bakımdan mânânın aynısı kuvvetinin kemâli sayesinde, haller ve şahısların değişmesiyle değişir, öyle ise sınır koymak zarurîdir.
Bunlar Allah’ın hududlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa nefsine zulmetmiş olur.
(Talâk/l)
Bir de bu mânâların asıllarında şeriatlar değişmez. Ancak tahdidin yönlerinde değişirler.
Nitekim Meryem’in oğlu İsa’nın (a.s) şeriatı içkinin ‘hahamlığını sarhoşlukla tahdid eder. Bizim şeriatımız ise, sarhoş edici olmasıyla tahdid etmektedir. Çünkü içkinin azı çoğuna davet eder. Hududa dahil olan cinsin hükmünden ötürü, haramlığa dahil olmuş olur.
Nitekim mânânın aslının hikmet-i asliyeden ötürü dahil olduğu gibi… Bu bakımdan bu misal, nakitlerin hikmetlerinden gizli bir hikmetin misalidir. Öyleyse nimetin şükrü ve inkârına bu misal ile itibar edilmesi uygundur. O halde, bir hikmet için yaratılan şeyin o hikmetten uzaklaştırılması uygun değildir. Bunu, ancak hikmeti bilen bir insan bilir.
Kime hikmet verilmişse, muhakkak ona çok hayır verilmiştir.(Bakara/269)
Fakat şehvetlerin mezbelelikleri, şeytanların oyun sahaları olan kalplere hikmetlerin cevherleri girmez, bunları ancak akıl sahipleri anlar.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Eğer şeytanlar ademoğullarının kalplerinde gezmeseydiler (vesvese vermeseydiler) muhakkak ki ademoğulları melekût âlemini seyrederlerdi.
Bu misali anladığın zaman, bu misalle hareketini, durgunluğunu, konuşmanı ve sükûtunu kıyas et! Senden sâdır olan her fiil ya şükürdür ve küfür (nankörlük). Zira bu iki hasletten ayrılman düşünülemez. Bunun bazısını halk tarafından konuşulan fıkıh lisanında kerahetle, bazısını da hazerle nitelendi-ririz. Oysa onun tamamı kalp erbabı yanında hazerle vasıflandırılmıştır. Öyleyse eğer sağ elinle istinca edersen, ellerin nimetini inkâr etmiş olursun; zira Allah iki eli yarattı. Birini diğerinden daha kuvvetli yaptı, kuvvetlisi çoğu zaman rüchaniyetinin fazlalığından dolayı şeref ve fazilete müstahak oldu. Eksiği daha üstün tutmak adaletten ayrılmaktır. Oysa Allah ancak adaleti emreder. Sonra sana iki el verdiğinden dolayı, Kur’an’ı tutmak gibi bazısı şerefli, necaseti gidermek gibi bazısı pis olan birtakım amellere seni muhtaç kılmıştır. Öyleyse Kur’anı sol elinle tutup, necaseti sağ elinle sildiğin takdirde, şerefliyi, hasis olan birşeye tahsis etmiş olursun.
Dolayısıyla onun hakkını inkâr, kendisine zulüm edip adaletten sapmış olursun. Kıble tarafına tükürdüğün veya defi hacet yaparken kıbleye doğru durduğun zaman, cihetleri ve âlemin genişliğini yaratmaktaki ilâhî nimeti inkâr etmiş olursun. Çünkü Allah cihetleri, sana rahat hareket imkânı olsun diye yaratmış, cihetleri, şerefli ve şereften mahrum kısımlara ayırmıştır.
O şereflendirdiği cihete bir beyt (Kâbe) koyup onu nefsine izafe etmiş, bunu da senin kalbini oraya çekmek için yapmıştır ki kalbin onunla bağlansın. Kalp vasıtasıyla bedenin de rabbine ibâdet ettiği zaman, sebat ve vekar üzerinde o cihete bağlı bulunsun. Böylece senin fiillerin ibâdetler gibi şerefli olan kısıma def-i hâcet ve tükürmek gibi pis olan kısımlara ayrıldı. Öyleyse ne zaman tükürüğünü kıble tarafına atarsan, ona zulmetmiş olursun. Yapılmasıyla ibâdetinin kemâli sağlanan kıblenin varlığından gelen ilâhî nimeti inkâr etmiş olursun. Mestini giyerken, sol ayağından başlarsan zulmetmiş olursun. Çünkü mest ayağı korumak içindir. Bu bakımdan ayağın mestte nasibi vardır. Oysa nasipler hususunda şerefli olanla başlamak uygundur.
Böyle yapmak adalet ve hikmeti yerine getirmektir. Bunun zıddı zulüm ve mestle ayak nimetine karşı nankörlüktür. Böyle yapmak, ârifler katında büyük bir günahtır. Her ne kadar fakih buna mekruh adını vermiş olsa da…
Nitekim âriflerden biri birkaç yük buğdayı toplar ve onu sadaka verir. Bunun sebebi kendisine sorulduğu zaman cevap olarak der: ‘Bir defasında unutarak soldan başlayarak giydim..İşte sadaka ile bunun kefaretini vermek istiyorum’.
Evet! Fakih bir kimsenin bu işleri büyütmeye gücü yetmez. Çünkü o, dereceleri hayvanların derecelerine yaklaşan halk taba-kasının ıslahıyla uğraşan bir fakirdir. Oysa halk tabakası bu zulmetlerden daha baskın ve daha büyük nice vehmî zulmetlere dalmışlardır. Bu bakımdan halk tabakası için ‘şarab içen ve kadehi sol eline alan bir kimse iki yönden şerî hududu tecavüz etmiştir: Bir yönü şarap, öbürü sol eline almaktır’ demek çirkindir. Cuma günü, cuma ezanı okunduğu zaman, şarab satın alan bir kimse için ‘Bu iki yönden hainlik yaptı. O yönlerden biri şarabı almak, öbürü de Cuma ezanı vaktinde alışveriş yapmaktır’ demek de çirkindir. Kim arkasını kıbleye çevirerek mescidin mihrabına def-î hacet yaparsa artık bunun def-i hacet yaparken edebi terkettiğini söylemek çirkindir; yani kıbleyi sağına almadı diye onu kınamak çirkindir. Bu bakımdan günahların tümü karanlıktır. Bazıları diğerinin üzerine teraküm eder. Bazıları diğerinin yanında yok olur.
Efendi bazen izni olmaksızın bıçağını kullanan kölesini cezalandırır. Fakat eğer köle o bıçak ile efendisinin en aziz evladını öldürürse, artık bıçağı izinsiz kullanmanın hükmü ve bundan dolayı verilen herhangi bir cezanın mecali kalmaz. Bu bakımdan peygamberler ve velî kulların gözettikleri, bizim de fıkıhta halk tabakasına müsamaha gösterdiğimiz her edebin sebebi bu zarurettir. Aksi takdirde bütün bu çirkinlikler adaletten dönüş, nimeti inkâr, kulu yakınlık derecelerine ulaştıran derecelerden yoksunluktur.
Evet! Bazıları yakınlığın eksikliğiyle ve mertebenin düşüklüğüyle kulda tesir eder. Bazıları da tamamen kulu yakınlık hududlarından çıkarır, şeytanların istikrar yeri olan uzak âlemlere götürür. Böylece gerekli bir ihtiyaç ve mühim bir zaruret veya doğru bir hedef olmaksızın herhangi bir ağacın bir dalını kıran bir kimse, o ağaçların ve elin yaratılışındaki ilâhî nimeti inkâr etmiş olur.
El kendisiyle fuzulî hareketler yapmak için yaratılmamıştır. Aksine ibâdete yardımcı olan ameller için yaratılmıştır. Ağaca gelince, Allah Teâlâ ağacı ve ağaç için. damarlar yarattı. Ona su gönderdi. Onda gıda ve gelişme kudretini yarattı ki o neşv ü nemanın en son zirvesine varsın, kullar ondan faydalansın. Bu bakımdan ağacı yetişmeden ve önemli bir sebep olmadan kesmek veya kırmak hikmetin hedefine muhalefet etmek ve adaletten sapmak olur. Eğer önemli bir gaye için kırarsa, bu takdirde kırabilir; zira ağaç ve hayvan, insan içindirler. Onların ikisi de fani ve helâk olu-cudurlar. Bu bakımdan en şerefliyi bir müddet yaşatmak için, şerefli olmayanı feda etmek, ikisini birden zayi etmekten adalete daha yakındır.
Göklerde ve yerde ne varsa, hepsini kendi katından (bir lütuf olarak) size boyun eğdirdi.(Casiye/13)
Evet! Eğer o dalı başkasının mülkü olan ağaçtan kırarsa o dala muhtaç olsa bile zâlim olur; zira her ağaç Allah’ın bütün kullarının ihtiyaçlarını yerine getiremez. Ancak birinin ihtiyacını yerine getirir. Eğer birincisi tercihsiz ve özelliksiz o ağacı nefsine tahsis ederse bu hareketi zulüm olur. Bu bakımdan ihtisas sahibi o kimsedir ki tohumu elde etmiş, ekmiş, sulamış ve korumuştur. Öyle ise bu ağaçtan istifade etmek hususunda başkasından daha evlâdır. Böylece onun tarafı daha kuvvet buldu. Eğer ağaç sahipsiz arazide kendiliğinden biterse, onu diken veya tohumunu eken bir insanın çalışması ile gelişmemişse, bu takdirde başka bir özelliği olması lâzımdır. O da daha önce o ağacı almaktır. Daha önce alana önce almanın özelliği tanınır. Adalet, onun o ağaçtan istifade etmesinin daha evlâ olmasını gerektirir.
Fâkihler bu tercihi mülk diye isimlendirmişlerdir Bu katıksız bir mecazdır; zira mülk, ancak padişahlar padişahınındır. Öyle padişah ki göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur. Kul nasıl mülk sahibi olabilir? Oysa haddi zatında nefsine bile sahip değildir. Hatta kendisi başkasının mülküdür.
Evet, halk Allah’ın kulları, yeryüzü de Allah’ın sofrasıdır, onlara ihtiyaçları kadar sofrasından yeme izinini vermiştir. Tıpkı sofrasını kölelerine yayan padişah gibi. Sağ eliyle bir lokmayı alıp, parmakların bükümleri o lokmayı ihtiva ettiği halde başka bir köle gelip onun elinden o lokmayı almak isterse, birinci köle ikinci köleye fırsat vermez. Fakat vermemesinin sebebi, eliyle lokmayı aldığından, lokma onun mülkü olduğundan değildir: zira daha önce lokmayı alan el de, o elin sahibi de başkasının mülküdürler. Fakat muayyen bir lokma bütün kölelerin ihtiyacına kâfi gelmediğinden, adalet bir nevi tercihin var olduğu anda tahsiste tecelli eder. Lokmayı almak da bir tahsistir. Sadece alan kula tahsis edilmiş olur. Bu bakımdan bu ihtisasa sahip olmayan bir kimse, bu ihtisasın sahibi olanla mücadele etmekten menedilir. İşte kulları hakkında Allah’ın emrini bu şekilde anlaman uygundur ve bunun için de deriz ki: ‘Dünya malından, ihtiyacından fazla edinen, onu istif edip elinde tutan bir kimse eğer o mala muhtaç olanlar varsa zâlimdir’.
Böyle bir kimse, altın ve gümüşü istif edenlerdendir, istif edilen altın ve gümüşü Allah yolunda infak etmeyenlerdendir. Oysa Allah’ın yolu ancak taattir. Halkın taattaki azığı dünya malıdır; zira dünya malı ile halkın zarurî ihtiyaçları bertaraf edilir.
Evet! Bu hüküm, fıkıh fetvasının hududuna girmez. Çünkü ihtiyaçların miktarları gizlidir. Gelecekteki fakirliği hissetmek hususunda nefisler değişik manzaralar arzeder. Ömürlerin sonları malum değildir. Bu bakımdan halk tabakasına bunu teklif etmek, çocuklara vekar, efendilik ve mühim olmayan bir konuşmayı yapmamayı ve sükût etmeyi tavsiye etmek gibidir. Oysa çocuklar eksik olmaları itibariyle, bu teklifi yerine getiremezler. Bu bakımdan oyun oynamak hususunda onlara itiraz etmeyi terketmemiz, onlara oyun oynamayı mübah görmemiz, oyun ve zıplamanın hak olduğuna delâlet etmez. Tıpkı bunun gibi halk tabakası için malları korumak, infak hususunda sadece zekât miktarını vermekle iktifa etmeyi mübah kılmamız insanların yaratılışındaki zarurî cimriliklerinden çıkan bir hükümdür.
Bu bakımdan bizim bu şekildeki hükmümüz, bunun hak olduğuna delâlet etmez. Nitekim Kur’an buna işaret ederek şöyle buyurmuştur:
Eğer onları isteseydi de sizi sıkıştırsaydı cimrilik ederdiniz ve (bu) kinlerinizi ortaya çıkarırdı.(Muhammed/37)
Kulların Allah’ın malından sadece yolcunun azığı kadar al-ması hak ve zulümsüz adalettir… Allah’ın her kulu beden merkebine binip Deyyan olan padişahın huzuruna doğru gidecektir. Öyleyse kim fazlasını alıp, ona muhtaç olan bir biniciyi o maldan menederse, o zâlim ve adaletsizdir. Bu durumda hem hikmetin maksadından çıkmış olduğunu hem de Kur’an, peygamber, akıl ve yolcunun azığından fazlasını almasının hem dünya ve hem de ahirette vebal olduğunu tanıtan diğer sebeplerle sabit oldu ki Allah’ın nimetini inkâr ettiği ortadadır. Bu bakımdan kim mevcudatın bütün çeşitlerindeki ilâhî hikmeti anlamış ise, şükür vazifesini yerine getirmeye kudreti vardır. Bunu saymak birkaç cild kitaba muhtaçtır. Sonra birkaç cild kitab yazılsa, yine de birazını ancak ifade eder. Biz bu kadarını burada Allah’ın şu ayetindeki doğruluğun alâmeti bilinsin diye beyan ettik.
Kullarım içinde şükreden azdır. (Sebe/13)
İblis şu sözüyle .sevindi: ‘Sen de çoğunu şükrediciler olarak bulmayacaksın’. Bu bakımdan bizim bu söylediğimizi bilmeyen bu ayet-i celîlenin mânâsını bilmez. Bunun ötesinde birçok şeyler vardır ki onların başlangıçlarını saymaya bile ömürler yetmez. Onlar bilinmedikçe ayetin mânâsı bilinmez. Ayetin tefsirine ve lâfzının mânâsına gelince, Arapça’yı bilen herkes onu bilir. İşte bununla, mânâ ile tefsir arasındaki fark belirmiş olur.
Soru: Bu konuşmadan şu sonuç ortaya çıktı: Allah Teâlâ’nın her şeyde bir hikmeti vardır. O, kullarının bir kısım fiillerini o hikmetin tamam olmasına ve kendisinden kastolunan amaca varmaya sebep kılmıştır. Onların bazı fiillerini de hikmetin tamamlanmasına mâni kılınıştır. Bu bakımdan hikmet gayesine varıncaya kadar hikmetin isteğine uyan her fiil şükürdür. Muhalefet eden ve hikmetten istenilen gayeye varmasındaki sebepleri engelleyen her fiil, şükrün inkârıdır. Bütün bunlar anlaşılır, fakat müşkilât yine de kalır. Şöyle ki: Kulun, hikmeti tamamlayıcı ve hikmeti ortadan kaldırcı kısımlara ayrılan fiili de Allah’ın fiilindendir. Öyleyse kul nasıl bir defasında şükredici, bir defasında da küfredici olur?
Cevap: Bu husustaki tahkikin tamamı büyük bir deniz olan mükâşefe ilimlerinin dalgalarından alınır. Biz daha önceki bahislerde, bunların işaretlerine değinmiştik. Şimdi ise sonucunu ve gayesini kısa ve ancak kuş dilini anlayan tarafından anlaşılan, kuşların dolaştığı gibi melekûtun fezasında dolaşmak şöyle dursun, süratle yürümekten bile aciz olan tarafından inkâr edilen veciz bir ibare ile anlatalım: Allah Teâlâ için celâlinde ve kibriyasında bir sıfat vardır. Yaratılış ve icat ondan çıkar. O sıfat, lûgati vazeden bir kimsenin ona bakıp onun celâlinin künhüne ve hakikatinin özelliğine delâlet eden bir ibare ile onu tabir etmekten yüce ve yüksektir. O sıfatın yüce şanından ilk parıltılarına bile gözlerini uzatamayan lûgat erbabının mertebesi eksik olduğu için, o sıfatı ifade eden bir ibare yoktur. Bu bakımdan yarasaların güneşin ışığından gözlerinin kapandığı gibi onların gözleri o sıfatın zirve sine bakmaz gözleri kapanır. Yarasalar güneşin ışığında bir derinlik olduğu için ona bakmıyor değildirler. Aksine gözlerinde zafiyet vardır diye bakamazlar.
Bu bakımdan o sıfatın celâlini mülâhaza etmek için gözleri açılanlar lûgatlarla konuşanların düşük âlemlerinden gerçekten zayıf olan birşeyi o sıfatın hakikatlerinin başlangıcını bildiren bir ibareyi emanet olarak alıp kullanmaya mecbur oldular!
Bu bakımdan ona kudret ismini emaneten ve mecburiyetten verdiler. Onların emanet olarak verdikleri bu isimden ötürü biz de konuşmaya cesaret ederek ‘Allah’ın bir sıfatı vardır. Ona kudret denir. Yaratılış ve icad ondan sudur eder’ dedik.
Yaratılış, varlıkta birçok kısım ve özel sıfatlara ayırlır Bu kısımlara bölünmenin ve o özel sıfatlarla özelleştirmenin masdarı (kaynağı) başka bir sıfattır. Daha önce bahsi geçen zaruretin benzeriyle o sıfata emaneten meşiyet ibaresi isim olarak verilmiştir. Bu sıfat harf ve seslerden ibaret olan lûgatlarla konuşan ve anlaşanların nezdinde mücmel bir şeyi vehmettirir. Meşiyet kelimesinin o sıfatın künhüne ve hakikatine delâlet etmekten eksik olması, tıpkı kudret kelimesinin eksik olması gibidir. Sonra kudretten sadır olan fiiller, kudretin hikmetinin zirvesine varan ve varmayan kısımlara ayrılır. Her birinin meşiyet sıfatına bir nisbeti vardır.
Çünkü taksimin ve değişikliğin tamamlanmasında rol oynayan ihtisas ve özelliklere dönüşürler. Bu bakımdan zirveye varana muhabbet ibaresi emaneten isim olarak verilir. Zirveye varmayana kerahet ibaresi kullanılır. ‘Onların ikisi de meşiyet vasfına dahildir’ denilmiştir. Fakat nisbette her birinin ayrı bir özelliği vardır. Kerahet ve muhabbet lâfızları, lûgat ve lâfızlardan anlayış bekleyenlerde mücmel bir mânâ vehmettirir. Allah’ın yarattığı ve icadı olan kulları da şu kısımlara ayrılır:
1. Ezelî meşiyeti hikmetinin zirvesine varmak için değil, istiabı için kullanması sebkat eden kimselerdir. Böyle yapmak, onların hakkında davetçilerin ve teşvikçilerin onlara musallat kılınması sûretiyle zorakidir.
2. Bazı kulların, bazı işlerde hikmetin zirvesine çıkacakları ezelde sebkat etmiştir. Bu bakımdan iki grubun da meşiyete özel bir nisbeti vardır. Hikmetin tamamlanmasında kullananlara rıza ibaresi emaneten kullanılmıştır. Diğer gruba da gazab ibaresi kullanılmıştır.
Bu bakımdan ezelde gazaba maruz kalacağı yazılmış bir kimseyi hikmetin zirvesine varmaktan meneden bir fiil belirir. Buna küfran ibaresi verilir. Küfranın akabinde azabın fazlalığı için kınama ve lanet cezasına çarptırılır. Ezelde rızaya mazhar olan bir kimseye hikmetin zirvesine varacak bir fiil verilir. Buna da şükür ibaresi verilir. Arkasından ikbalin artışına sebep olması için övgü ve senâ gelir.
Sonuç olarak Allah Teâlâ güzelliği vermiş, sonra övmüş, azab vermiş, sonra çirkin saymış ve helâk etmiştir. Onun misali şu misâl gibidir: Padişah, kirlenmiş kölesini kirlerden temizler, sonra en güzel elbiselerinden ona giydirir. Onun ziyneti tamam olduğu zaman ona ‘Ey güzel! Sen ne kadar da güzelsin! Elbisen, yüzün ne kadar da temizdir!’ der. Oysa hakikatte güzelleştiren padişahın kendisidir. Güzellikten dolayı öven de her durumda odur, övülen de odur. Sanki o, mânâ bakımından, kendisinden başkasını övmemiştir. Kul ise, ancak zâhir ve şekil bakımından övmenin hedefidir. İşte emirler, ezelde böyledir. Sebepler ve müsebbibler böylece zincirleme gelirler. Erbabın Rabbi, sebeplerin müsebbibinin takdiriyle bu nizam böyle meydana gelmiştir.
Böyle olması, tesadüf ve araştırmaktan değildir. Aksine irade, hikmet ve hak olan hükümden, kesin olan emirden sâdır olmuştur. Buna kaza lâfzı verilir ‘Bu, çakan bir şimşek gibi veya ondan daha hızlıdır!’ denilmiştir! Bu bakımdan o kesin kazanın hükmü ve daha önce takdir edilenden ötürü mukadderatın deniz leri taşmıştır. Böylece takdir edilenlerin yerine gelmesine kader denilmiştir. Öyle ise kaza lâfzı, küllî ve bir olan emrin karşılığı, kader lâfzı ise nihayetsizliğe doğru uzanan tafsilâtın karşılığıdır.
‘Hiçbir şey kaza ve kader den hariç değildir’ denilmiştir. Bu bakımdan bazı kulların kalbine şu soru geldi: Taksim neden bu tafsilâtı iktiza etti? Bu farklılığa rağmen adalet nasıl mümkün oldu?’
Kulların bazısı kusurlu oluşundan dolayı, bu işin hakikatini düşünmeye güç yetiremez. Onun derleyicilerini ihâta etmeye takat getiremez. Bu bakımdan derinliğine dalmaya güç yetinemeyeceği şeylerden yasaklık gemi ile gemlendiler ve onlara ‘Susunuz! Siz bunun için yaratılmadınız!’ denilmiştir. (
Nitekim Allah Teâlâ da şöyle demiştir): ‘Allah yaptığından sorumlu değildir. Oysa mahluklar sorumludurlar’.
Bazıları da Allah’ın yerde ve göklerdeki nûrundan lambalarını doldurdu. Onların yağları daha önce saf idi. Neredeyse ise ateş dokunmadan parlayacaktı. Bir de ateş dokundu, nûr üzerinde nûr oldu. Melekûtun etrafı rabbinin nûruyla onların önünde pırıl pırıl parladı. Onlar hallerini olduğu gibi idrâk ettiler. Bu bakımdan onlara denildi ki: ‘Allah’ın edebiyle edeblenin, sükût edin. Kader zikredildiği zaman ona dalmaktan çekinin’.52
Çünkü duvarların (bile) kulakları vardır. Sizin etrafınızda gözleri zayıf olanlar vardır. Öyleyse siz en zayıfınızın yürüyüşüyle yürüyünüz. Yarasaların gözleri için güneşin perdelerini kaldırmayın. Kaldırmayın ki onların helâk olmasına sebep olmayın. O halde Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanın. Yüceliğinizin zirvesinden yeryüzüne, en yakın göğe inin ki zayıflar sizinle yakınlık kursunlar. Yarasaların gecenin kanadı altında, yıldızların ve güneşin nûrundan kalan kalıntılardan istifade ettikleri gibi, perdelerinizin arkasından par-layan nûrlarınızın kalıntılarından zayıflar istifade etsinler de bu sayede şahıs ve durumları bakımından tahamül edebilecekleri bir hayat ile yaşasınlar Şairin tavsif ettiği kimselerden olun:
İyiler meclisinde iyi şarap içtik, zira iyilerin şarabı güzel olur! İçtik! Fazlasını yere döktük, zira büyüklerin kadehinden yerine de nasibi vardır.
Bu işin ilki ve sonu böyledir. Bunu ancak ehli olursan anlarsın. Ehli olduğun zaman, gözünü açar, (yolu) görürsün. Seni götürecek bir rehbere muhtaç olmazsın. İki gözden kör olan çekilip götürülebilir fakat onun da bir sınırı vardır. Bu bakımdan yol daraldığı, kılıçtan keskin, kıldan ince olduğu zaman, üzerinden ancak kanadı olan kuşlar geçebilir. Fakat âmâyı sırtında götürmeye muktedir değildir. Kendisinin dermanı olup suyun durgun aktığı, karşıya geçmenin yüzmekle mümkün olduğu zamanda yüzmesini bilen karşıya geçebilir, fakat genişlikle başkasını beraberinde götüremez. Bunlar, su üzerinde yürüyenle yer üzerinde yürüyenin birbirine nisbeti gibidir Suda yüzmek öğrenilebilir ama suda yürümek öğrenmekle elde edilemez. Ancak yakîn kuvvetiyle elde edilir. Bunun için Hz. Peygamber’e (s.a) “İsa (as) için ‘Su üzerinde yürüyordu’ deniliyor! (Ne dersiniz?)” denildiğinde şöyle buyurmuştur: .
Eğer daha kuvvetli yakîne ulaşsaydı havada yürürdü. İşte bunlar küfran, şükür, gazab, rıza, muhabbet ve kerahet mânâlarına işaretler ve remizlerdir. Muamele ilmine bunlardan daha fazlası uygun düşmez!
Allah Teâlâ, insanların anlayışlarına yaklaştırmak için darb-ı meseller de vermiştir. Allah cinleri ve insanları kendisine ibâdet etsinler diye yarattığını bildirmiştir. Bu bakımdan cinlerin ve insanların ibâdetleri, onlar için hikmetin sonudur. Sonra iki kulu olduğunu, onlardan birini sevdiğini, onun isminin Cebrail, Ruh-ul Kudüs ve Emin olduğunu, nezdinde mahbub, itaat edilir, emin ve metin olduğunu bildirmiştir. Diğer kulundan nefret ettiğini, onun isminin İblis olduğunu, lanete uğrayıp kıyamete kadar mühlet verildiğini bildirmiştir. Sonra Allah irşad vazifesini Cebrail’e havale ederek şöyle buyurmuştur:
Onlara şöyle de: İman edenlere sebat vermek, müslümanlara yol gösterici ve bir müjde olmak üzere onu Rûh’ul-Kudüs rabbinden hak olarak indirdi’.(Nahl/102)
Emrinden olan ruhu, kullarından dilediğine indirir ki buluşma gününe karşı (insanları) uyarsın.(Mü’min/15)
İğvayı (saptırmayı) İblis’e havale ederek şöyle buyurmuştur: O’nun yolundan saptırmak için… (Zümer/8)
İğva (sapıtmak), kulları hikmetin zirvesinden alıkoymaktır. Allah Teâlâ’nın bu vazifeyi, kendisine öfkelendiği kuluna nisbet ettiğine dikkat et! İrşad ise onları gayeye doğru sevketmesidir.
İrşad vazifesini sevdiği kuluna nisbet ettiğine dikkat et! Hayatta bunun misali vardır: Padişah, hem kendisine sâkîlik hem de hacamat yapan ve evin önünü temizleyen birine muhtaç olduğu ve iki kölesi bulunduğu zaman muhakkak bu hacamat ve süpürgecilik vazifesine onlardan sevmediğini tayin eder. Güzel şarabın sâkiliğini nezdinde en sevimli olana verir.
Senin ‘Bu benim isimdir, onun işi benim işimden daha aşağı değildir’. demen uygun değildir; zira o fiili nefsine izafe ettiğinde hataya düşmüş olursun. Aksine çirkin işi, çirkin şahsa, güzel işi de güzel şahsa tahsis etmek için senin gönlünü evirip çeviren odur. Bunu da adaletin tamamlanması için yapmıştır; zira onun adaleti, bazen senin hiç müdahalenin olmadığı birtakım işlerle tamam olur. Bazen de seninle tamam olur; zira sen de onun fiillerindensin.
Bu bakımdan senin çağırıcı kuvvet ve kudretin, ilmin ve amelin ve hareketlerinin diğer sebepleri tabirde O’nun fiilidir. Öyle ki onu adaletle tertiplemiştir ve o fiilden adaletli fiiller sudur eder. Ancak sen, nefsinden başkasını görmezsin. Şehâdet aleminde senin üzerinde beliren fiilin gayb ve melekût âleminden herhangi bir sebebinin olmadığını zannedersin ve bu zannından dolayı bu fiili kendi nefsine izafe edersin! Oysa sen ancak geceleyin hokkabazın oyununa bakan çocuk gibisin. Öyle hokkabaz ki perde arkasından birçok sûretler çıkarır. O sûretle oynar, zıplar, kalkar, oturur. Oysa o sûretler, kıpırdamayan paçavralardan tertip edilmiştir. O sûretleri ancak ince ve kıldan mamul ipler harekete geçirir. O ipler gecenin karanlığından ötürü gözükmezler. Onların uçları hokkabazın elindedir. O ise çocukların gözünden perdelidir.Çocuklar sevinirler, hayrete düşerler. Çünkü oynayanın, oturup kalkanın o paçavralar olduğunu zannederler.
Akıllılar onların hareket etmediğini, hareket ettirildiğini bilirler. Fakat akıllılar da çoğu zaman onun ayrıntılarını bilmezler. Onun bazı ayrıntılarını bilen de işi yapan ve ipin ucu elinde bulunan hokkabaz gibi bilmez!
İşte böylece dünyanın çocukları âlimlere nisbeten diğer insanlar çocuktur bu görüntülere bakarlar, hareket edenin o görüntüler olduğunu zannederler. Dolayısıyla eşyayı onlara havale ederler. Âlimler ise onların hareket ettirildiklerini bilirler. Ancak hareket ettirmenin keyfiyetini bilmezler. Bu tip âlimler ekseriyeti teşkil ederler. Ancak ârifler ve ilimde râsih olan âlimler müstes-nadırlar. Çünkü onlar, gözlerinin keskinliğiyle örümcek ağına benzer incecik ipleri idrâk etmişlerdir. Hatta örümcek ağından çok daha ince olan göklerden sarkıtılmış ve uçları yeryüzündeki şahıslara bağlanmış ipleri görürler. Öyle ki inceliklerinden dolayı zâhirî gözlerle o ipler idrâk olunmazlar.
Sonra ârifler o iplerin uçlarını, bağlı bulundukları yerleri görürler ve o iplerin bağlı olduğu yerlerin gökleri harekete geçiren meleklerin elinde olduğunu müşahede ederler. Ariflerin göklerin meleklerinin de arşı yüklenen meleklere bağlı olduklarını, Allah’tan inen emri nasıl beklediklerini müşahede ettiler, Allah’ın emrine muhalefet etmemek için nasıl dikkatli davrandıkların gördüler. Kur’an’da bu müşahedeler tabir edilerek şöyle denilmiştir:
Semâda rızkınız da var, uyarıldığınız da var. (Zâriyat/22)
Gök meleklerinin kendilerine kader’den inecek emri bekleyişleri tabir edilerek şöyle denildi:
Allah’tır ki yedi (kat) göğü ve arzdan da onlar kadarını ya-rattı. Allah’ın emri bunlar arasında iner ki Allah’ın her şeye kâdir olduğunu ve herşeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz .(Talâk/12)
Bunlar birtakım ilâhî emirlerdir. Allah’tan ve (Allah’ın tâlimiyle) ilimde rusuh sahibi olanlardan başkası onların tev’ilini bilmez.
İbn Abbas (r.a) ‘Allah’ın emri bunlar arasında inip duruyor’ (Talâk/12) ayetini okuduğunda ‘Eğer ben bu ayet-i celîle’nin mânâsından bildiğimi söylesem muhakkak beni taşa tutarsınız’ demek sûretiyle, ilimde râsih olanların ihtisaslarını halk tabakası tarafından güç yetirilemeyecek ilimlerle tabir etmiştir.
İbn Abbas’ın yukarıda geçen sözü başka bir rivayette ‘Muhakkak İbn Abbas kâfir oldu derdiniz’ şeklinde vârid olmuştur.
O halde biz bu kadarıyla iktifa edelim; zira konuşmanın dizgini ihtiyarın kabzasından çıkmış, muamele ilmine aynı ilimden olmayan hususlar karışmıştır. Bu bakımdan biz şükrün maksatlarına dönelim. Şükrün hakikati, Allah’ın hikmetinin tamamlanmasında kulun kullanmasına dönüştüğü zaman, kulların en fazla şükredeni Allah nezdinde en sevimlisi ve Allah’a en yakın olanıdır. Allah’a en yakın olanlar meleklerdir. Meleklerin de derecesi vardır. Belli bir makamı olmayan hiç bir melek yoktur.
Yakınlık rütbesinde meleklerin en yücesi, ismi İsrafil53 olan melektir. Meleklerin derecesinin yüceliği şu noktadan gelir: Onlar haddi zatında keremli ve hayırlıdırlar. Allah, onlar vasıtasıyla peygamberlerini ıslah etmiştir. Oysa peygamberler yeryüzünde en şerefli mahlukturlar.
Meleklerin derecesini peygamberlerin derecesi takip eder.54 Çünkü peygamberler haddizatında hayırlı insanlardır. Allah diğer insanları onların vasıtasıyla hidayete getirmiştir. Onlarla Allah’ın hikmeti tamam olmuştur. Rütbe bakımından peygamberlerin en yücesi bizim peygamberimizdir. Zira Allah onunla dini ikmal ederek peygamberlik zincirini kapatmıştır. Peygamberleri, varisleri olan âlimler takip etmektedir. Çünkü âlimler de haddi zatında salihtirler; zira Allah onlarla diğer insanları ıslah etmiştir. Âlimlerin derecesi, nefislerin takvası ve başkasına yararlı olması nisbetindedir. Sonra âlimleri adaletli sultanlar takip eder. Çünkü âlimler halkın dinini ıslah ettikleri gibi, sultanlar da milletin dünyasını ıslah etmişlerdir. Peygamberimiz Hz. Muhammed’e din, mülk ve saltanat bir arada verildiği için o diğer peygamberlerden üstündür. Çünkü Allah onunla insanların hem din, hem dünyalarını ıslah etmiştir. Kılıç55 ve mülk diğer peygamberlere verilmemiştir.
Sonra âlimler ve sultanların derecesini, din ve nefislerini ıslah eden, salih kulların derecesi takip eder. Bu sayılan sınıfların dışında kalanlar ise, basit insanlardır. Bil ki din sultanla ayakta durur. Bu bakımdan zâlim ve fâsık da olsa sultanın tahkir edilmesi uygun değildir. Amr demiştir ki: ‘Zâlim bir imam (sultan), devam eden bir fitneden daha hayırlıdır’.
Gelecekte sizin başınıza birtakım emirler geçecektir. Onlardan sâdır olanın bir kısmı hoşunuza gider, bir kısmı hoşunuza gitmez. Onlar ifsad ederler. Fakat onlar vasıtasıyla Allah’ın ıslah edeceği daha fazladır. Eğer onlar iyilik yaparlarsa, onlar için ecir vardır. Size de teşekkür etmek düşer. Eğer kötülük yaparlarsa, onlar mesuldür. Size de sabır düşer.56
Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: ‘Sultanın imametini (önderliğini) inkâr eden bir kimse zındıktır. Sultanın çağrısına icabet etmeyen kimse bid’atçıdır. Kim davetsiz olarak sultana gelirse o cahildir’.
Sehl’e şöyle soruldu:
– İnsanların hangisi daha hayırlıdır?
– Sultan daha hayırlıdır!
– Biz sultanları insanların en şerlisi olarak görüyoruz.
– Acele etme! (Hemen hüküm verme!) muhakkak ki Allah
Teâlâ iki şeye bakar: Onlardan biri müslümanların mallarının selâmetine bakmasıdır. Allah (ce) bu vazifeleri yapanın sahifesinebakar. Bütün günahını bağışlar.
Yine Sehl şöyle demiştir: ‘Sultanların kapılarına asılı bulunan siyah ağaçlar, kıssalar nakleden yetmiş kıssacıdan daha hayırlıdır?’
51) ‘Muhtekir (karaborsacı/istifçi) mel’undur!’ Hâkim, (İbn Ömer’den) Bkz. İthaf us-Saade, IX/67″
52) Taberânî, Ebu Nuaym ve İbn Bekri, (İbn Mescid ve İbn Ömer’den)
53) Bkz. İthaf ‘us-Saade, IX/77
54) Her halukârda peygamberlerin mertebesi fazilet bakımından meleklerin mertebesini takip etmez. Çünkü Akaid’de ‘Peygamberler meleklerden daha üstündürler’ kaidesi vardır. Buradaki tâbiiyet başka yönden olsa gerek. Dikkat edilirse metine ‘Onların rütbesi peygamberlerin rütbesinden sonra gelir’ mânâsını vermek de ihtimal dahilindedir.
55) ‘Kıyametin öncüsü olarak kılıçla gönderildim ki kendisine şirk koşulmaksızın Allah’a ibadet edilsin.Rızkım mızrağımın gölgesinde kılındı. Emrime muhalefet edene zillet ve meskenet kılındı’. (İmam Ahmed) Hâkim, Ebu Ya’la, Taberânî ve Beyhâkî, (İbn Ömer’den)
56) Müslim, (Ümmü Seleme’den), Tirmizî
*Peygamberlerin ve Meleklerin Korku ile ilgili Halleri
Her hayır, lezzet ve saadet, her matlup ve müessir, nimet diye adlandırılır. Fakat hakikatte nimet, uhrevî saadettir. Onun dışındakilere nimet ve saadet demek, ya yanlıştır veya mecazdır. Ahirete yardım etmeyen dünyevî saadete nimet ismi vermek gibi…
Zira dünyevî saadete nimet demek, katıksız bir hatadır. Bazen nimet ismini birşeye vermek doğru olur. Fakat onu ahiret saadetine ıtlak etmek daha doğrudur. Bu bakımdan insanı ahiret saadetine götüren ve ona bir veya birkaç vasıta ile yardım eden her sebebe nimet ismini vermek doğrudur. Çünkü bu sebep, hakîki nimete götürür. Yardımcı sebepler ve nimet diye adlandırılan lezzetleri kısım kısım açıklayacağız.
Birinci Kısım
Herşey bize nisbetle şu kısımlara ayrılır. Hem dünyada, hem ahirette faydalı olan ilim ve güzel ahlâk, yine her iki yerde de zararlı olan cehalet ve kötü ahlâk, sadece dünyada faydası olup ahirette zararı olan şehvet peşinde koşup lezzet almak ve dünyada zarar, fakat ahirette fayda verecek olan şehvetleri dizginlemek gibi…
Bu bakımdan ilim ve güzel ahlâk gibi hem hali hazırda, hem gelecekte fayda veren şeyler, hakîkat açısından nimetin ta kendisidir. İkisine de zarar veren, kesinlikle belâdır. Bu da ilim ve güzel ahlâkın zıddıdır. Hal-i hazırda fayda, gelecekte zarar veren ise, basiret sahipleri nezdinde katıksız bir beladır. (Fakat cahiller onu nimet sanırlar).
Onun misali şudur: Acıkmış bir insan, içinde zehir olan balı gördüğü zaman, eğer durumu bilmiyorsa, bu balı nimet sayar. Durumu bildiği zaman onun kendisine verilen bir bela olduğunu anlar. Hal-i hazırda zarar veren, gelecekte faydalı olan ise, akıl sahipleri nezdinde nimet, cahiller nezdinde beladır. Bunun misali, hal-i hazırda tadı hoş olmayan, ancak hastalıkta şifa verici devadır. Cahil çocuğa bu ilacı içmesi teklif edildiği zaman, bunu bela zanneder. Akıllı bir kimse ise, onu nimet sayar. Kendisine o ilâcı tavsiye edene minnet duyar. Onu kendisine yaklaştırır, ona sebepleri hazırlar. Bu nedenle anne çocuğunu hacamattan meneder. Fakat baba çocuğun (sıhhati için) hacamat olmaya davet eder; zira baba, aklı kâmil olduğu için neticeyi görür. Anne de çocuğu fazla sevdiğinden ve eksik akıllı olduğundan ötürü sadece hal-i hazırı düşünür. Çocuk da, cahil olduğundan dolayı, babasına karşı değil, annesine karşı minnet duyar. Annesine daha fazla yakınlık gösterir. Babasını kendisine düşman telâkki eder. Eğer çocuğun aklı olsaydı, muhakkak annenin dost sûretinde gözüken gizli bir düşman olduğunu bilirdi. Çünkü annenin onu hacamat olmaktan menetmesi, onu hacamat olmaktan daha şiddetli elem ve hastalıklara sürükler. Cahil dost, akıllı düşmandan daha zararlıdır. Her insan nefsinin dostudur ve fakat cahil dostu….Bu nedenle düşmanın yapmadığını kendisi kendi başına getirir.
İkinci Kısım
Dünyevî sebepler değişiktir. Bazen hayırlıları şerlilerine karışır. Hayırlıları çok az zaman saf kalır. Mal, aile, çocuk, akrabalar, mertebe ve diğer sebepler gibi… Fakat bu sebepler, faydası zararından daha fazla olan yeterli mal, mertebe ve diğer sebepler gibi kısımlara ayrılır. Geniş mertebe, bol mal gibi, şahısların çoğunun hakkında zararı faydasından daha fazla olan kısımla ve zararı faydasına denk olan kısımlara ayrılır. Bunlar şahıslara göre değişen şeylerdir. Çok salih insan vardır ki ne kadar çok olursa olsun salih maldan fayda görür. Onu Allah yolunda sarfeder, hayırlarda kullanır. O mal, bu muvaffakiyetle beraber o kişi hakkında nimettir. Çok insan da vardır ki az mal ile de zarar görür; zira durmadan o malı azımsar, rabbinden şikayet ve daha fazlasını talep eder. Bu bakımdan o mal bu mahrumiyetle beraber o kişi hakkında bela olur.
Üçüncü Kısım
Başka bir itibarla, hayırlar; sadece zatı için tesir eden, sadece başkası için tesir eden, hem zatı hem de başkası için tesir eden kısımlara bölünür. Zatı için tesir eden, başkası için tesir etmeyen birinci kısım, Allah’ın cemâline bakmanın zevki, onunla ona kavuşmanın saadeti gibidir. Kısaca sonu olmayan uhrevî saadet de böyledir. Çünkü bu saadet, kendisinden başka bir gayeye alet olsun diye aranmaz, Aksine zatı için aranır.
İkincisi, başkası için aranandır. Onun zatında bir gaye yoktur. Dirhem ve dinarlar (paralar) gibi; zira paralarla ihtiyaç yerine getirilmezse, para ile taşlar aynı seviyede olurlar. Fakat paralar lezzetlerin vesilesi ve görünüşte lezzetlere kavuşturucu olduklarından dolayı cahiller nezdinde sevimli görünürler ki cahiller onları derleyip istifade etsinler. Faizli bir şekilde onlarda muamele ve tasarruf etsinler. Cahiller zannederler ki onlar bizzat maksuddurlar. Bu kimselerin misali, bir şahsı seven, sevdiği şahıstan ötürü kendisiyle o şahsın arasında arabulucu olan elçiyi de sever. Sonra elçinin sevgisi ona, o çalısın sevgisini unutturur. Böylece asıldan yüz çevirir. Durmadan elçiyi karşılamak, gözetmek, halini sormakla meşgul olur. Bu ise, cehalet ve dalâletin son derekesidir.
Üçüncüsü, sıhhat ve selamet gibi, hem zatı ve hem de başka şeyler için istenendir; zira sıhhat, onun vasıtasıyla Allah’ın huzuruna götüren zikir ve tefekkür için veya onun vasıstasıyla dünya lezzetlerine kavuşmak için istenir. Sıhhat kendi zatı için de istenir; zira insan, her ne kadar selâmeti kendisi için istenen şeyden müstağni ise de yine de kişinin selâmeti, selâmet olmak hasebiyle arzu edilir. Madem durum budur, o halde sadece zatı için etkili olan, hakîkat açısından hayır ve nimettir. Hem zatı, hem de başkası için etkili olan da nimettir. Fakat birincisinden daha eksiktir. Ancak altın ve gümüş gibi başkası için olanlar, haddi zatında cevher oldukları için nimet olarak vasıflandırılmazlar. Aksine vesile olduklarından ötürü nimet sayılırlar. Bu bakımdan onların ikisi, ancak onlar vasıtasıyla ulaşılması mümkün olan bir şeyi isteyen bir şahıs hakkında nimettirler. Eğer o şahsın maksadı ilim ve ibâdet ise, beraberinde de yeterli azığı varsa, o kimsenin yanında altın ile toprak eşittir. Bu bakımdan onların varlığı ve yokluğu onun yanında aynı seviyededir. Hatta çoğu zaman onların varlığı onu düşünce ve ibâdetten alıkoyar. Bu bakımdan onlar böyle bir kimse hakkında nimet değil büyük bir cezadır.
Dördüncü Kısım
Başka bir itibarla hayırlar, faydalı, lezzetli ve güzel kısımlara taksim olunurlar. Rahatlığı hemen anlaşılana lezzetli denir. Gelecekte fayda verene faydalı denir. Güzel ise her durumda benimsenendir. Şerler de zararlı, çirkin ve elem verici kısımlara taksim olunurlar. Bu kısımların herbiri de mutlak ve mukayyed olmak üzere iki türdür. Kendisinde üç vasfın bir araya geldiği türe mutlak şer denir. Hayırdan misali, ilim ve hikmet gibidir.
Çünkü o, ilim ve hikmet erbabı yanında, faydalı, güzel ve lezzetlidir. Şerdeki misali ise cehalettir; zira cehalet, zarar verici, çirkin ve elem vericidir. Cahil bir kimse, cahilliğini bildiği zaman, cehaletin elemini duyar. Cehaletinin acısını duyunca başkasını âlim görür, nefsini cahil ve dolayısıyla eksikliğin elemini hisseder. İlmin lezzeti içinde kabarır. Sonra hased, kibir ve bedenî şehvetler bazen kendisini öğrenmekten alıkoyarlar. Dolayısıyla iki zıt çarpışırlar. Elemi daha da büyür. Eğer öğrenmeyi terkederse, cehalet ve eksikliğinden dolayı müteellim olur. Eğer öğrenmekle meşgul olursa, şehvetleri terketmekle müteellim olur veya kibri terketmek ve öğrenmenin zilletine katlanmakla müteessir olur. Böyle bir insan durmadan daimî bir azap içerisinde kıvranır.
İkinci türü mukayyed olandır. Mukayyed odur ki bu sıfatların bir kısmını derlemiş, bir kısmını derlememiştir. Bu bakımdan bir çok fayda verici vardır ki acıtır. Kangren olmuş parmağın ve hastalıktan ötürü dışarı çıkan şeylerin kesilmesi gibi…
Birçok fayda verici vardır ki çirkindir, ahmaklık gibi; zira ahmaklık, bazı hallere nisbeten faydalıdır Nitekim şöyle denilmiştir: Aklı olmayan rahata kavuşmuştur; zira akılsız kişi neticeye önem vermez. Helâk olmasının vakti gelinceye kadar rahat eder!
Nice şey vardır ki bir yönden faydalı, başka bir yönden de zarar vericidir. Boğulmak korkusu sözkonusu olduğu anda, malı denize atmak gibi… Çünkü bu, mal için zararlıdır. Kurtulması hususunda nefis için faydalıdır.
Faydalı da iki kısımdır. Bir kısmı zarurîdir: İman ve güzel ahlâk gibi… Ahiret saadetine ulaştırmak hususunda bunların ikisi zarurîdir. Bunlardan ilim ile ameli kastediyorum; zira ilim ile amelin yerine başkası kâim olamaz. İkinci kısım zarurî olmayan kısımdır. Safrayı teskin etmek hususunda sekencebin ilâcı kullanmak gibi; zira safranın teskin edilmesi, bazen sekencebinin ye-rine kullanılan başka bir ilaçla da mümkündür.
Beşinci Kısım
Her lezzetin ifade edildiği nimet. Lezzetler insana nisbeten, insanın özelliği olmak veya insanla başkası arasında ortak bulunmak hasebiyle üç çeşittir: a) Aklî, b) Bir kısım hayvanlarla müşterek olan c) Bütün hayvanlarla müşterek olan bedenî lezzetler.
Aklî lezzet, ilim ve hikmet lezzeti gibidir; zira ilim ve hikmet ne kulak, ne göz, ne burun, ne tatma organına, ne mide, ne de tenasül uzvuna göre lezzettir. Ancak kalp onu lezzet telâkki eder. Çünkü kalp, akıl diye tabir ve ifade edilen özel bir sıfata sahiptir. Bu, varlık bakımından, lezzetlerin en azı ise de hakikatte en şereflisidir.
Azlığına gelince, çünkü ilmi ancak âlim zevkli sayar, hikmeti ancak hakîm zevkli bulur. İlim ve hikmetin ehli de pek azdır. Her ne kadar onların ismiyle isimlenen, onların kılık kıyafetine giren pek çoksa da… O sıfatın şerefliliğine gelince, o sıfat ebediyyen zail olmayan, ne dünyada, ne ahirette ayrılmayan ve hiç usandırmayan bir sıfattır. İnsan yemek yer doyar ve usanır. Cinsî münasebetin şehveti bittikten sonra insana ağır gelir. İlim ve hikmetin ise, usandırması ve ağır gelmesi asla tasavvur edilemez. Kim ebediyyen kalacak olan şerefliyi elde etmeye gücü yettiği halde, en yakın zamanda fâni olan çirkine razı olursa, o kimse akıl hastasıdır. Hakikate sırt çevirdiği ve şekaveti için mahrumdur. Bu sıfatın hakkında en az şöyle bir hüküm vardır:
İlim ve akıl, yardımcı ve koruyuculara muhtaç değildir. Mal ise bunun tam aksinedir; zira ilim seni korur. Oysa malı sen korursun. İlim infak edilince artar. Mal ise infakla eksilir. Mal çalınır, hükümdarlık insanın elinden alınır. İlme ise hırsızların eli uzanmaz. Sultanların güçleri ilmi sahibinden azletmeye yetmez. Bu bakımdan ilim sahibi, ebediyyen emniyet içindedir. Mal ve mertebe sahibi, daima korku içindedir. Sonra ilim, devamlı ve her durumda faydalı, lezzetli ve güzeldir. Mal ise bazen insanı helâk olmaya, bazen de kurtuluşa çeker! Bunun için Allah Teâlâ Kur’an’ın birçok yerde mala hayr adını vermişse de çok yerde de malı zemmetmiştir.
Halkın çoğunun ilmin zevkini idrâk etmekten yoksun oluşuna gelince, bu ya zevksizliktendir.
Çünkü tatmayan bilmez ve müştakda olmaz;zira müştak olmak tatmaya tâbidir veya mizaclarının bozukluğundan ve şehvetlere tâbi olmaktan dolayı kalplerinin hastalığındandır..
Tıpkı balın tadını idrâk etmeyen ve acı gören hasta gibi veyahut da zekalarında bir kusur var da ondan ilmin lezzetini idrâk etmezler; zira onlarda ilmin zevkini hissedecek sıfat daha yaratılmamıştır. Tıpkı balın ve semiz kuş etlerinin lezzetini idrak etmeyen, sütten başka hiçbir şeyi lezzetli görmeyen emzikteki çocuk gibi… Bu durum, bu şeylerin lezzetli olmadığına delâlet etmez. Çocuğun sütü benimsemesi de sütün herşeyden daha lezzetli olduğuna delâlet etmez. Bu bakımdan ilim ve hikmetin lezzetini idrâk etmekten kusurlu olanlar üç sınıftır:
a) Çocuk gibi bâtını dirilmeyen kimse.
b) Şehvetlere tabi olmaktan dolayı hayattan sonra ölen kimse.
c) Şehvete tabi olduğu için hastalanan kimse.
Onların kalplerinde hastalık vardır.(Bakara/10)
Bu ayet akılların hastalığına işarettir.
(Bu Kur’an Muhammed’e verildi) ki diri olanları uyarsın ve inkâr edenlere de (azap) sözü hak olsun!(Yâsin/70)
Bu ayet içi (kalbi) bir hayatla dirilmeyen kimseye işarettir.
Bedenen diri, kalben ölü olan kimse Allah’ın nezdinde ölüler dendir. Her ne kadar cahiller katında dirilerden ise de… Bunun için şehidler rablerinin katında diridirler, sevindikleri halde rızıklanırlar her ne kadar bedenleriyle ölü iseler de…
İkincisi, bir lezzettir ki insan o lezzet hususunda birtakım hayvanlarla ortaktır: Baş olmak, galebe çalmak, istilâ etmek lezzeti gibi… Bu aslan, kaplan ve bazı hayvanlarda da mevcuttur.
Üçüncü, öyle bir lezzettir ki insan orada bütün hayvanlarla ortaktır, mide ve tenesül uzvunun şehveti gibi… Bu şehvet, varlık bakımından şehvetlerin en fazlasıdır. Oysa zevklerin en düşüğüdür. Bunun için bir lezzette insana, bütün hayvanlar, hatta kurtlar ve haşarat bile ortaktırlar. Bu durumdan kurtulana galebe çalmak musallat olur. Bu his gafil olanlara musallat olan şeylerin en şiddetlisidir. Eğer kişi bu mertebeyi geçerse, üçüncü mertebeye terâkki eder.
Dolayısıyla ilim ve hikmet lezzeti onun için lezzetlerin en büyüğü olur. Allah’ın sıfatlarının ve fiillerinin marifetinin zevkini duymak, zevklerin en büyüğüdür. Bu rütbe, sıddîkların rütbesidir. Bu rütbenin tamamı ancak baş olmak sevgisinin istilasını kalpten çıkarmakla tamamlanır. Sıddîkların gönlünden en son çıkan şey, riyaset sevgisidir. Midenin ve tenasül uzvunun oburluğunu kırmak, salih kulların da güç yetirdiği bir şeydir.
Baş olmanın şehvetine gelince, onu ancak sıddıklar kırabilir.
O şehveti tamamen söküp bir daha onu hissetmemek ve değişik durumlarda onu sezmemek ise beşerin kudreti dışında görünmektedir.
Evet, Allah marifetinin lezzeti, bazı hallerde öyle galebe çalar ki bu durumda, riyaset ve galebe çalmanın lezzeti hissedilmez. fakat bu, ömür boyu devam etmez. Bazı durumlarda kişiye beşeri sı-fatları geri gelir. Dolayısıyla o da mevcut olur. Fakat nefis, adaletten ayrılmaya zorlama gücü olmayacak bir şekilde kahredilmiş olur. Bu anda kalpler dört kısma ayrılır:
1. Allah’tan başkasını sevmeyen kalp! Ancak Allah’ın fazla marifetiyle ve Allah hakkındaki düşünce ile rahat bulur.
2- Marifetin lezzetini, Allah ile ünsiyetin mânâsını bilmeyen kalp! Onun lezzeti rütbe sahib ve reis olmaktadır. Mal ve bedenin diğer şehvetlerini elde etmek asıl zevkidir.
3. Genellikle Allah ile ünsiyet eden kalp! Allah’ın marifetinden lezzet duymak ve Allah hakkında düşünmektedir. Fakat bu kalpte bazı hallerde, beşerî sıfatlara dönüş meydana gelir!
4.Bir kalptir ki hallerinin çoğu, beşerî sıfatlardan lezzet duymaktır. Fakat bazı hallerde ilim ve marifetten zevk almak kapısını çalar.
Birincisine gelince, eğer varlık âleminde mümkün ise, uzaklığın en son mertebesindedir.
İkincisine gelince, dünya onu püskürtmektedir. Üçüncü ve dördüncüsüne gelince, onlar da vardır, fakat gayet nadirdir, olması tasavvur edilmez. Ancak nadir ve şâz olarak bulunur. Nadir olmasına rağmen azlık ve çoklukta çeşitli durumlar arzeder. Onun çokluğu ancak peygamberlerin (a.s) asırlarına yakın bulunan asırlarda olur. Zaman uzadıkça, bu kalpler de azalır. Ta kıyamet yaklaşıncaya ve kanunlaşmış bir emri Allah Teâlâ yerine getirinceye kadar bu azalma devam eder.
Bu tür kalbin azalması, ancak şu hikmetten ileri gelir: Çünkü bu ahiret mülkünün başlangıcıdır. Mülk ise kıymetlidir. Padişahlar azdır, çoğalmazlar. Nasıl ki mülk ve güzellikte emsalsiz olan az, onun dışındaki insanlar çok iseler, aynen ahiret için de durum budur; zira dünya ahiretin aynasıdır. Çünkü dünya, şehâdet âleminden ibarettir. Ahiret ise, gayb âleminden… Şehâdet âlemi gayb âlemine tâbidir. Aynadaki sûretin, aynaya bakanın sûretine tâbi olduğu gibi… Aynadaki sûret, her ne kadar varlık rütbesinde ikinci ise de, o sûret senin görmen açısından birincidir; zira sen nefsini görmüyorsun. Önce aynada sûretini görüyorsun. Onun vasıtasıyla seninle kâim olan suretin, hikâye etme kabilinden ikinci derecede gelir. Bu bakımdan mârifet hakkında varlık âlemine tâbi olan, bu sefer metbû olmaya dönüşür. Önde olan sona düşer. Bu bir nevi tepetaklak olmaktır. Fakat aksülamel Ve tepetaklak oluş bu âlemin zarurî bir gereğidir! Tıpkı bunun gibi mülk ve şehâdet âlemi de gayb ve melekût âleminin mihenk taşıdır. insanlardan bazılarına ibret bakışı müyesser olur. Mülk âleminin birşeyine baktığında onunla melekût âlemine geçer. Bu geçişine idrâk adı verilir.
Ey basiret sahipleri! İbret alınız! (Haşr/2)
Bazıları da basireti körleştiği için ibret almaz. Mülk ve şehâdet âleminde hapsedilmiştir..
Gelecekte ona cehennemden birçok kapılar açılacaktır. Bu dünya kalpleri yakan ateş ile doludur.’ Ancak kişi ile o ateşin elemini idrâk arasında perde vardır. Ölümle o perde kaldırıldığı zaman, kişi elemi idrâk eder. Bundan ötürü Allah Teâlâ, hakîkat ile konuşan bir grubun diliyle hakkı izhar etmiştir ve onlar ‘cennet ile cehennem yaratılmıştır’ dediler. Fakat cehennem bazen, ilm’el-yakîn diye adlandırılan bir idrak ile idrak olunur. Bazen de ayn’el-yakîn diye adlandırılan başka bir idrâkla…
Ayn’el-yakîn ancak ahirette olur. İlm’el-yakîn ise bazen dünyada olur, fakat nûr’ul yakîn’den nasiblerini alanlara verilir.
Hayır ilme’l-yakîn (kesin bir bilgi) ile bilseydiniz! mutlaka cehennemi görürdünüz. Sonra ayne’l-yakîn (açıkça) göreceksiniz.(Tekâsür/5-7)
Madem durum budur, anlaşıldı ki ahiret mülküne elverişli olan kalp, dünya mülküne elverişli olan şahıs gibi pek nadir bulunur.
Altıncı Kısım
Bu kısım bütün nimetleri derleyicidir. Bil ki nimetler gayeye götürdüğü için istenen ve başkası için istenen kısımlara ayrılır. Gaye ise ahiret saadetidir. Bunlar kısaca dört başlık altında toplanabilir:
a) Yokluğu olmayan bekâ
b) Üzüntüsü olmayan sevgi
c) Beraberinde cehalet olmayan ilim
d)Arkasında fakirlik olmayan zenginlik. Hakikî nimet ancak budur.
Bu nedenle Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Hayat ancak ahiret hayatıdır.
Bu sözü şiddet içerisinde bulunduğu bir zamanda, nefse teselli vermek için söylemiştir. Bu şiddetli durum, Medine’nin etrafına hendek kazıldığı zaman vâki olmuştur. Başka bir defa da sevinç içerisinde iken nefsim dünya sevgisine meyletmekten menetmek için veda haccında halkın etrafında halka tuttuğunu gördüğü zaman söylemiştir.
Zatın biri ‘Ey Allahım, ben senden nimetin tamamını talep ediyorum’ deyince Hz. Peygamber (s.a) ‘Sen nimetin tamamının ne olduğunu biliyor musun?’ diye sordu. Kişi hayır cevabını verdi. Hz. Peygamber şöyle dedi:Nimetin tamamı cennete girmektir.
Vesilelere gelince, onlar dört kısma ayrılır. Birincisi, nefsin faziletleri gibi en yakın ve en özel olanlar. İkincisi, bedenin faziletleri gibi yakınlıkta birinciyi takib eden kısımdır. Üçüncüsü, bedeni ziyaret eden mal, aile ve aşiretten oluşan sebepler gibi bedenin dışına da taşan kısımdır. Dördüncüsü, nefisten çıkan ve nefis için hâsıl olan bu sebeplerin arasını telif eden tevfîk ve hidayet kısmıdır. O halde bunlar dört çeşittirler.
En özel olan birinci nevi nefse ait faziletlerdir. Etraflarının dal budak salmasına rağmen bu faziletlerin sonu, iman ve güzel ahlâka dönüşür. İman da Allah’ın, Allah’ın sıfatlarının, meleklerinin ve peygamberlerinin ilminden ibaret olan mükaşefe ilmi ile muamele ilimlerine taksim olunur.
Güzel ahlâk iki kısma ayrılır.
A) Şehvetlerin ve öfkenin isteğini terketmektir. Bu kısmın ismine iffet denir.
B) Şehvetler hususunda adaleti gözetmektir ki ne tamamen
şehvetin isteğinden imtina etsin, ne de dilediği gibi o isteğe dalsın.
Aksine dalışı ve çekilişi, Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’in dili üzerine indirdiği âdil terazi ile tartılan malı gibidir.
Tartıda taşkınlık edip dengeyi bozmayın. Tartıyı adaletle yapın, terazide eksiklik yapmayın.(Rahman/8-9)
Kim erkeklik şehvetini gidermek için kendisini hadım yaparsa veya âfetlerden emin oluduğu ve kudreti bulunduğu halde evlenmeyi veya ibâdetten, zikir ve fikirden zayıf düşecek kadar yemeyi terkederse, o kimse terazide eksiklik yapmıştır. Kim midesinin ve tenasül uzvunun şehvetine dalarsa, o da ölçüyü kaçırmıştır. Adalet , ölçüsünü ifrat ve tefritten uzak tutmaktır. Böylece terazi-nin iki kefesi eşit bir vaziyete gelir.
Öyleyse nefse mahsus ve Allah’a yaklaştırıcı faziletler dört kısımdır:
a) Mükâşefe ilmi
b) Muamele ilmi
c) İffet
d) Adalet
Bu çoğu zaman bedenin faziletinden ibaret olan ikinci bir tür ile tamamlanır.
Bedenin faziletleri de dört kısımdır:
a) Sıhhat
b) Kuvvet
c) Güzellik
d) Uzun ömür
Bu dört şey de bedeni ziyaret eden haricî nimetlerden oluşan üçüncü bir tür ile hazırlanır. O haricî nimetler dört kısımdır:
a) Mal
b) Aile efradı
c) Mertebe
d) Aşiretinin ve soyunun şerefi
Kişi bu haricî ve bedenî sebeplerin hiçbiri ile faydalanmaz. Ancak bunlar ile nefsin dahili faziletlerine uygun düşen sebepleri telif eden şeylerden dördüncü birşey vasıtasıyla olursa durum değişir.
Telif eden sebepler de dört çeşittir:
a) Allah’ın hidayeti
b) Allah’ın irşâdî
c) Allah’ın doğrultması
d) Allah’ın teyididir.
Bu bakımdan bu nimetlerin toplamı onaltıdır; zira bu nimetleri dörde ve onların herbirini de dörde böldük (dolayısıyla onaltı oldular).
Bu cümlenin bir kısmı diğer kısmına muhtaçtır. Bu ihtiyaç ya zarurî bir ihtiyaçtır veya faydalıdır. Zarurî ihtiyaç ahiret saadetinin iman ve güzel ahlâka muhtaç olduğu gibidir; zira ancak iman ve güzel ahlâkla ahiret saadetine varılabilir. Öyle ise, insanoğlu dünyada çalıştığının mahsulünden başkasına sahip değildir. Hiç kimse için ahirette, dünyada edindiği azıktan başkası yoktur. Böylece ilimleri ve ahlâkların tasfiyesini elde ettiren nefsî faziletler zarurî olarak bedenin sıhhat ve kuvvetine muhtaçtır.
Özet olarak faydalı ihtiyaç, nefsî ve bedenî nimetlerin mal, azizlik ve aile efradı gibi haricî nimetlere ihtiyacı gibidir; zira eğer bu haricî nimetler yok olursa, çoğu zaman fâsıklık dahilî nimetlerin bir kısmına da sirayet eder!
Soru: Ahiret yolunun mal, aile efradı, mertebe ve aşiretten oluşan haricî nimetlere ne ihtiyacı vardır?
Cevap: Bu sebepler hedefe götüren kanat ve kolaylaştıran âlet gibidirler. Mala gelince, yetecek kadar nafakası olmayan bir fakirin ilim ve kemâl peşinde koşması, savaşa silahsız gitmek gibidir. Kanatsız olduğu halde av peşine düşen doğan gibidir.
Sâlih mal, salih kişi için ne güzeldir.57
Takvâ ile beraber mal ne güzel bir yardımdır.58
Durum nasıl böyle olmasın?! Malı olmayan bir kimse bütün vakitlerini nafakasını kazanmak, elbise ve mesken hazırlamak ve hayatın zarurî olan yönlerine harcamak mecburiyetinde kalır. Sonra kendisini zikir ve fikirden meşgul eden ve ancak mal silahı ile bertaraf edilen birçok eziyetlere maruz kalır. Sonra haccın, zekâtın, sadakalar ve hayırların faziletinden de mahrum olur.
Hûkemadan birine ‘Nimet nedir?’ diye sorulunca, cevap olarak şöyle demiştir: ‘Nimet zenginliktir. Çünkü fakirin hayatı yoktur’. ‘Bize daha fazla izah et’ denilince, dedi ki: ‘Nimet gençliktir. Çünkü ihtiyarın hayatı yoktur!’ Sanki bu hakimin söylediği, dünya nimetine işarettir. Fakat o nimet, ahirete yardımcı olması hasebiyle nimettir. Bunun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim sıhhatli, emin ve günlük nafakası olduğu halde sabahlarsa, sanki dünya bütün varlıkları ile onun için musahhar kılınmış gibidir.
Ehline ve salih evladına gelince, insanın bunlara neden muhtaç olduğu hiç de gizli değildir;
zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Din hususunda saliha kadın ne güzel yardımcıdır. Bu, evlat hakkında da böyledir. Kul öldüğü zaman ameli kesilir. Ancak üç şeyden ameli kesilmez. Onlardan biri kendisine dua eden salih evlattır.
Biz Nikâh bahsinde, evlat ile ailenin faydalarını zikretmiştik. Akrabalara gelince, kişinin evlatları ve akrabaları ne kadar çoğalırsa onlar kişi için gözler ve eller gibi olurlar. Onlar sebebiyle dini hususunda dünyanın önemli işleri onun için kolaylaşır. Eğer tek başına olsaydı, o işlerle uğraşması oldukça uzun sürerdi. O halde senin kalbini dünyanın zaruretlerinden kurtaran her şey din hususunda sana yardımcıdır. Mademki böyledir, öyle ise o bir nimettir.
İzzet ve mertebeye gelince, insan bunun sayesinde nefsinden zillet ve zulmü defeder. Hiçbir müslüman bundan müstağni değildir; zira düşmanı olmayan hiçbir müslüman yoktur. İlmini, amelini, boş vaktini karıştıran ve sermayesi olan kalbini meşgul eden bir zâlimden hiçbir müslüman kurtulamaz. Bu meşguliyetler, ancak izzet ve mertebe ile defedilebilir. Bunun için şöyle denilmiştir: ‘Din ve sultan ikizdirler’. Allah Teâlâ da şöyle buyurmuştur:
Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile defetmeseydi yeryüzü fesad ve küfür karanlığına bürünürdü.(Bakara/251)
Rütbenin ve mevkînin mânâsı, kalpleri mülk edinmektir. Nasıl ki zenginliğin mânâsı, paraları mülk edinmekten başka birşey değilse…Kim paraları mülk edinirse, kendisinden eziyeti uzaklaştırmak için kalp gözünün sahipleri kendisine müsahhar olurlar. Nasıl ki insanoğlu kendisini yağmurdan koruyan bir dama, kendisini soğuktan muhafaza eden bir cübbeye, koyunla zindan kurdu uzaklaştıran bir köpeğe muhtaç ise, aynen bunun gibi nefsinden de şerri defeden bir yardımcıya muhtaçtır.
Mülkleri ve saltanatları olmayan peygamberler (a.s) bu maksat için saltanat sahiplerini gözetip onların katında mevkî talep ederlerdi. Din âlimleri de böyledirler. Onların saltanat sahiplerine yaklaşmaları, hazinelerinden istifade etmek ve dünyada kendilerine tâbi olanların çokluğu ile imtiyaz sahibi olmak değildir. Aksine Allah Teâlâ’nın dinini kemâle erdirmek, bütün düşmanlarına karşı kendisini muzaffer kılmak, izzeti ve mertebesi genişlemiş bir şekilde kalplerde sevgisini yerleştirmek bakımından rasûlüne vermiş olduğu nimetten, eziyet edildiği, hicrete mecbur kalacak derecede sıkıştırıldığı zaman ona verdiği ni-metten daha azdır.
Soru: Aşiretin keremi ile aile efradının şerefi nimet midir, değil midir?
Cevap: Evet nimettir.
Bunun için de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İmamlar Kureyştendir.59
Adem (a.s) nesebinde insanların en şereflisi idi.60 Suyunuz (meniniz) için denk olan kadınlar seçin!61 Hadrae’d-demen denilen kadınlarla evlenmekten sakının.
Bunun üzerine şöyle denildi: ‘Hadrae’d-demen hangi kadındır?’
Cevap olarak şöyle buyurmuştur: Kötü bir kökten biten güzel kadın demektir.62
Bu bakımdan aşiretin şerefli olması da nimettir. Ben bundan zâlimlere ve dünya erbabına varan nesebi kasdetmiyorum. Aksine Hz. Peygamber’in nesebine, âlim imamlara, ilim ve amel ile temayüz eden salihlere varan nesebi kastediyorum. Eğer ‘Bedenî faziletin mânâsı nedir? diye sorarsan, derim ki: ‘Sıhhate, kuvvete ve uzun ömre insanoğlunun muhtaç olduğu gizli değildir; zira ilim ve amel ancak bunlarla elde edilir’.
Saadetlerin en üstünü Allah’a ibâdet etmekle geçen uzun ömürdür.
Ancak bunlardan güzellik önemsenmemiştir: ‘Bedenin, hayırları aramaktan meşgul eden hastalıktan uzak olması kâfidir’.
Hayatımla yemin ederim; güzellik zenginliğin birazıdır. Fakat o da hayırlardandır. Dünyada ise, onun faydalı olduğu gizli değildir.Ahirette ise, iki yönden menfaati vardır.
Birinci Nevi
Onlardan biri; çirkinlik kötüdür. Tabiatlar ondan kaçar. Güzelin ihtiyaçları yapılmaya daha yakındır. Kalplerdeki mevkîsi daha geniştir. Sanki güzellik bu yönden mal ve mertebe gibi, hedefe götüren bir kanattır; zira o da bir nevi kudrettir. Çünkü çirkin bir kimsenin yaptırmaya gücünün yetmediği şeyleri güzel yüzlü yaptırabilir. Dünya ihtiyaçlarını yaptırmaya yardımcı olan herşey ahirete de yardımcı olur.
İkinci Nevi
O vecihlerin ikisincisi şudur ki güzellik çoğu zaman nefsin faziletli olduğuna delâlet eder; zira nefsin nûru tamam olduğu zaman bedene sirayet eder. Bu bakımdan kendisinden haber verilen merkez ile görülen merkez çoğu zaman birbirlerinden ayrılmazlar. Bu nedenle feraset sahipleri nefislerin şerefinin bilinmesinde bedenin görünüşüne itimat ederek şöyle demişlerdir: ‘Yüz ile göz, bâtının aynasıdır. Bu nedenle onda öfke, sevinç ve üzüntünün eseri belirir’ ve yine bunun için şöyle denilmiştir: ‘Güler yüzlülük nefistekinin ünvanıdır’. Denildi ki: ‘Yeryüzünde hiçbir çirkin yoktur ki onun yüzü azalarının en güzeli olmasın’.
Halife Me’mun bir orduyu teftiş ederken gözüne çirkin yüzlü bir asker ilişti. O askeri konuşturdu, onun peltek olduğunu müşahede etti ve onun ismini askerlik defterinden sildirterek şöyle dedi: ‘Ruh dışa vurduğu zaman, güzel yüzlülüktür. Bâtına doğduğunda fesahattir’. Bu askerin ise ne zâhiri güzeldir, ne de bâtını. Oysa Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Hayrı güzel yüzlüler yanında arayın!
Hz. Ömer (r.a) de ‘Bir yere bir elçi gönderdiğiniz zaman, güzel yüzlü, güzel isimli birini gönderiniz’ demiştir: Fakîhler namaz kılanların dereceleri eşit olduğu zaman ‘Yüz bakımından en güzeli imam olmaya en uygunudur’ demişlerdir.
Allah Teâlâ da kullarına güzellikle minnet ederek şöyle buyurmuştur:
Allah onu sizin üzerinize seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı.(Bakara/247)
Biz güzellikten, şehveti tahrik eden güzelliği kasdetmiyoruz; zira bu kadınlıktır. Biz güzellikten, istikamet üzere etin normalliğini, azaların mütenasip, yüzün tabiatlar kendisine bakmaktan nefret etmeyecek derecede normal olmasını ve bedenin mütenasip olmasını kasdediyoruz.
Soru: Sen mal ve mertebeyi, soy, aile ve evladı nimetler kapsamına dahil ettin. Oysa Allah Teâlâ mal ve mertebeyi kötü-lemiştir. Hz. Peygamber ve âlimler de kötülemişlerdir.
Nitekim Allah Teâlâ (c.c) şöyle buyurmuştur:
Ey iman edenler, eşlerinizle evlatlarınızdan bir kısmı size düşmandır, onlardan sakının.
(Teğabün/14)
Mallarınız ve çocuklarınız bir fitnedir (imtihandır).(Teğabün/15)
Hz. Ali soy sopu kötüleme hususunda İnsanlar iyi bildiklerinin evlatlarıdırlar. Her kişinin kıymeti iyi bildiği sanatıdır’ demiştir.
Yine denildi ki: ‘Kişi babası ile değil şahsı ile (takdir edilir)’. Madem şer’an mal ve evlat kötülenmiştir. O halde nimet olmasının mânâsı nedir?
Cevap: İlimleri, hususileştirilmiş umumî (genel) hükümlerden ve tevil edilen menkul lâfızlardan alan bir kimse için, eğer bu kimse Allah’ın nuru ile ilimlerin hakikatini idrâk etmeye hidayet olunup sonra nakli, bir defasında tevil, başka zaman da tahsis ederek o ilimlerden kendisine belirene uygun yorumlamazsa böyle bir kimsenin sapıklığı herşeyden daha fazladır. İşte bunlar ahiret işlerine inkâr edilmeyecek derecede yardım eden nimetlerdir. Ancak bu nimetlerde birtakım fitneler ve korkular sözkonusudur. Bu bakımdan malın misali, kendisinde faydalı panzehir ile öldürücü zehir bulunan bir yılan gibidir.
Eğer o yılanı, onun zehirinden sakınma yolunu bilen biri yakalarsa, ondan faydalı olan pan zehiri çıkarma yolunu bilen bu kimse için o bir nimettir. Eğer cahil köylü o yılanı tutarsa, köylü için o yılan bela ve helâktir. Mal, dibinde cevher ve incilerin çeşitleri bulunan deniz gibidir. Bu bakımdan denize dalan şahıs, eğer yüzmeyi bilen bir dalgıç ve denizdeki zararlı şeylerden korunma yollarını bilen bir kimse ise, o denizdeki nimetleri elde eder. Eğer bunları bilmediği halde denize dalarsa muhakkak helâk olur. Bu nedenle Allah Teâlâ malı övmüş ve mala hayır adını takmıştır.
Hz. Peygamber (s.a) malı övmüş ve şöyle demiştir:
Takvâ hususunda mal, en güzel yardımcıdır.
Hz. Peygamber mertebeyi ve şerefi de övmüştür; zira Allah Teâlâ Hz. Peygamber’e dinini bütün dinlere galip kılmak ve bütün insanların kalbine sevgisini sokmak bakımından minnet etmiştir. Zaten mertebeden kastedilen de budur. Fakat mal ile mertebenin medhi hakkında vârid olan eserler azdır. Mal ile mertebenin kötülenmesi hakkında vârid olan eserler ise çoktur. Nerede riyakarlık kötülenmişse, bu aynı zamanda mertebenin kötülenmesidir; zira riyakârlıktan maksat, kalpleri celbetmektir. Mertebenin mânâsı ise, kalpleri mülk edinmektir. Mertebe ve malın kötülenmesinin çok, övülmesinin de az olması şu noktadan ileri gelmektedir.
İnsanların çoğu mal yılanının efsunlayıcı yolunun cahilidirler. Mertebe denizine dalmayı bilmezler. Bu bakımdan onları sakındırmak farzdır. Çünkü onlar panzehirini elde etmeden önce malın zehiri ile helâk olurlar. Onlar mücevherleri ve incileri bulmadan önce mertebe denizinin timsahı tarafından yutulurlar. Eğer mal ile mertebe herkes için ve esasında kötü olsaydılar, asla peygamberlik mertebesine ancak mal ve rütbe ile tamamlanan saltanat mertebesinin inzimamı düşünülemezdi. Oysa bu iki mertebe de bizim peygamberimiz Hz. Muhammed’e verilmiştir. Yine risalet mertebesine, Hz. Süleyman’a verildiği gibi servet inzimam edilmezdi.
İnsanlar çocuk gibidirler. Mal ise yılanlar gibidir. Peygamber ve ârifler ise azimet ve afsun sahibi zatlardır. Bu bakımdan bazen azimet sahibine zarar vermeyen şey, çocuğa zarar verir. Evet azimet sahibi, eğer yaşamasını ve iyiliğini istediği bir çocuğa sahip ise bir yılan gördüğünde o yılanı panzehirini çıkarmak için tutarsa, çocuğun da ona uyarak yılanı tutacağını, yılanı gördüğü zaman, onunla oynamak için kucaklayacağını ve helâk olacağını bilir. Bu bakımdan kişinin panzehire ihtiyacı olduğu gibi, çocuğu korumaya da ihtiyacı vardır. Öyleyse panzehirle çocuk arasında mukayese yapmalı, eğer panzehire sahip olmadığı için büyük bir zarar görmeyecekse, çocuğun göreceği zarar daha büyükse bu takdirde yılanı gördüğü zaman kaçması ve çocuğa da kaçmasını söylemesi ve yılanı çocuğun gözünde çirkin göstermesi, yılanda hiç kimsenin kurtulamayacağı öldürücü bir zehirin olduğunu söyle-mesi ve hiçbir şekilde yılanda bulunan faydalı panzehirden çocuğa bahsetmemesi farzdır. Çünkü çocuğa yılandaki faydalı panzehirden bahsettiği takdirde bu durum, çocuğu çoğu zaman aldatıp yılan avlamayı öğrenmeden yılanı tutmaya götürebilir.
Dalgıçın durumu da böyledir. Çocuğunun gözü önünde denize daldığı takdirde çocuğun da arkasından helâk olacağını bildiği zaman, çocuğu denizin ve nehrin kıyısından sakındırmak ona bir vecibe olur. Eğer çocuk babasının kıyıda gezdiğini gördüğünden ötürü buralarda gezmekten vazgeçmezse, bu takdirde çocukla beraber sahilden uzaklaşması ve çocuğu gördüğü zamanlarda sahile yaklaşmaması vacibdir. Ümmet de tıpkı akılsız çocuklar gibi peygamberlerin himayesindedirler.
Ben size karşı babanın evladına olduğu gibiyim.63
Siz çekirgelerin ateşe düştüğü gibi ateşe düşersiniz. Ben ise kemerinizden sizi yakalarım.64
Peygamberlerin en büyük zevki evlatlarını (ümmetlerini) tehlikelerden korumaktır. Çünkü onlar bunun için gönderilmişlerdir. Onlar maldan ancak zarurî gıdalarını edinirler. Şüphe yoktur ki onlar doyacak kadarıyla iktifa etmişlerdir. Fazlasını istif etmeyerek infak etmişlerdir; zira infak etmek panzehir, istif etmek ise zehirdir. Eğer halk için malı edinme kapısı açılır, halk oraya teşvik edilirse, muhakkak istifin zehirine meylederlerdi. İnfakın panzehirinden kaçarlardı. Bu nedenle mallar çirkin gösterildi. Bundan gaye; malların istif edilmesinin çirkinliğidir…
Yeteri kadar mal edinmeye, fazlasını hayırlara sarfetmeye gelince, bu kötü bir hareket değildir. Her misafirin ancak seferde lâzım olacak kadar azık edinme hakkı vardır. Bu da edindiği azığı sadece kendi nefsine sarfedeceği zaman böyledir. Nefsi azığını yedirmeye, arkadaşlarına bolca infak etmeye müsamaha ettiği takdirde, fazla azık edinmekte sakınca yoktur.
Sizin herhangi birinizin dünyadan nasibi, yolcunun azığı gibi olsun!
Bu hadîs-i şerifin mânâsı; sadece ‘nefisleriniz için olduğu takdirde böyle olsun’ demektir. Aksi halde, bu hadîsi rivayet edip onunla amel edenlerin arasında, bir tek yerde yüzbin dirhem edinip aynı yerde o yüzbin dirhemi dağıtan ve onlardan bir habbeyi (para birimidir) dahi istif etmeyenler vardır.
Hz. Peygamber, zenginlerin şiddet ve zahmetle cennete gireceklerini söylediği zaman, Abdurrahman b. Avf (r.a) Hz. Peygamber’den, bütün servetini Allah yolunda infak etmek hususunda izin istedi. Hz. Peygamber de bu hususta Abdurrahman’a izin verdi. Fakat derhal Cebrâil (a.s) Hz. Peygamber’e gelip ‘Abdurrahman’a emret! Fakire yedirsin. Çıplağa giydirsin. Misafiri ağırlasın!’ dedi. O halde, dünya nimetleri karışıktır. Onların hastalıkları şifalılarına, ümitlileri korkulularına, faydalıları zararlılarına karışmıştır. O halde kim basiretine ve marifetinin kemâline güveniyorsa, o dünyanın hastalığından korunarak, bu nimetlere yaklaşabilir. İlâçlarını çıkarıyorsa bunları kullanabilir. Basiretine ve mârifetinin kemâline güvenmeyen bir kimsenin ise durumu çok tehlikelidir. Onun için tehlike yerlerinden kaçması gerektir. Böyle kimseler için selâmete, hiçbir şey eşit olamaz. Bütün halk tabakası böyledir. Ancak Allah Teâlâ tarafından korunmuş ve yoluna hidayet olunmuş kimse bundan müstesnadır.
Soru Hidayet, irşad, teyid ve doğrulamaya dönüşen tevfikî nimetlerin mânâsı nedir?
Cevap: Tevfike herkes muhtaçtır. Tevfik, Allah’ın kaza ve kaderi ile kulun iradesinin arasını telif ve telfik etmekten ibarettir. Bu, hayır ve şerre, saadet ve şekavete şamildir. Fakat âdet, Allah Teâlâ’dan gelen tevfîki, kaza ve kaderinin saadete uygun olan kısmına tahsis etmek hususuna cari olmuştur. Nitekim ilhad, meyletmekten ibarettir. Fakat haktan bâtıla meyleden bir kimseye tahsis edilmiştir…. İrtidad da böyledir. Tevfîke ihtiyacın olduğu gizli değildir ve bunun için şair şöyle demiştir: ‘Kula Allah’tan yardım olmadığı zaman onun Allah’a karşı işlediği suçların çoğu ictihadının hatasındandır’.
Hidayete gelince, hiç kimse hidayetsiz saadeti talep edemez. Çünkü insanın çağırıcısı, bazen ahiretinin salâhına elverişli olana meyleder. Fakat ahiretinin salâhının nerede olduğunu bilip fesadı salâh zannetmekten kurtulmadığı takdirde, sadece irade ona nasıl fayda verebilir? Bu bakımdan irade, kudret ve sebeplerde, ancak hidayetten sonra fayda vardır.
(Musa) ‘Rabbimiz herşeye sûret ve şeklini veren, sonra da yolunu gösterendir!’ dedi.
(Tâhâ/50)
Eğer size Allah’ın fazlı ve rahmeti olmasaydı hiçbirinizi asla temizlemezdi. Fakat Allah dilediğini temizler. Allah işitendir, bilendir.(Nûr/21)
Allah’ın rahmeti olmadan hiç kimse cennete giremez.
‘Ey Allah’ın Rasûlü! Sen de mi bu hükme dahilsin?’ diye sorulunca, cevap olarak şöyle dedi: ‘Ben de ancak Allah’ın .rahmetiyle girebilirim’.
Hidayetin üç mertebesi vardır:
Birincisi ‘Bir de ona iki yol gösterdik!’ (Beled/10) ayetiyle işaret edilen hayır ve şerrin yolunu bilmektir.
Allah Teâlâ hidayeti bütün kullarına nimet olarak vermiştir. Bazısına akıllar vermiş, bazısına da peygamberlerin diliyle şöyle buyurmuştur:
Semûd, kavmine gelince onlara doğru yolu gösterdik de onlar körlüğü hidayete tercih ettiler.(Fussilet/17)
Bu bakımdan hidayetin sebepleri, sadece semavî kitablar, peygamberler ve akılların basiretleridir. Bunlar da insanlara verilmiştir. Bunlardan ancak hased, kibir, dünya sevgisi, kalpleri körelten fakat gözleri köreltmeyen sebepler insanı menederler. Bu sebeplerin zâhirî gözleri değil de sadece kalp gözlerini kör ettiğini bildirmek için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Zira gözler kör olmaz. Fakat asıl sinelerin içindeki kalpler kör olur.(Hacc/46)
Ülfiyet, âdet ve onları taşımanın sevgisi, kalp gözlerini kör eden sebeplerdendir. Şu ayet ile buna işaret edilmiştir:
Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerinden gidiyoruz(Zuhruf/22)
Kabir ve hasede de şu ayet ile işaret etmiştir:
‘Bu Kur’an iki kentten bir büyük adama indirilmeli değil miydi?’ dediler,(Zuhruf/31)
Şöyle dediler: İçimizden bir insana mı tâbi olacağız?'(Kamer/24)
İşte bu kör eden sebeplerdir ki insanı hidayete gelmekten ve hidayetten alıkoyarlar.
İkincisi umumî hidayetin ötesinde bir mertebedir. O mertebe, Allah Teâlâ’nın zaman zaman, kuluna ihsan ettiği hallerdir. Bu haller mücahedenin meyvesidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Bize itaat uğrunda mücahede edenleri biz elbette yollarımıza iletiriz.(Ankebût/69)
Hidayet bulanlara gelince, Allah onların hidayetlerini artırmış ve kendilerine takvâlarını vermiştir.(Muhammed/17)
Üçüncü hidayet, ikinci hidayetin ötesindedir. O da mücahedenin kemâlinden sonra velîlik ve peygamberlik âleminde doğan nûrdur. Kişi o hidayetten öyle bir şeye hidayet olunur ki teklifin medarı olan ve ilim öğrenmenin imkânını sağlayan akılla ona ulaşılmaz. O mutlak hidayettir. Onun dışında kalanlar, onun mukaddimeleridir. Bu üçüncü kısım hidayeti, Allah Teâlâ kendi nefsine izafe ve tahsis etmek sûretiyle şereflendirmiştir. Her ne kadar hidayetin tümü Allah tarafından geliyorsa da…
Onlara de ki: ‘Asıl doğru yol, Allah’ın yoludur’. (Bakara/120) Hayat diye adlandırılan hidayet,
şu ayette bildirilen hidayettir:
Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?
(En’âm/122)
Allah’ın göğsünü İslâm’a açtığı kimse, rabbinden bir nûr üzerinde değil mi?(Zümer/22)
Doğru yolu bulma yeteneğine gelince, biz bununla insanoğlunun hedeflerine yöneldiği anda imdadına yetişen, kendisine faydalı olan şeylere yönelten, kendisine elverişli olmayan şeylerden uzaklaştıran ilâhî inayeti kastediyoruz. Bu da bâtından olur.
Andolsun biz daha önceden İbrahim’e de doğru yolu bulma yeteneği vermiştik ve biz onun (olgun bir insan) olduğunu biliyorduk.(Enbiyâ/51)
Bu bakımdan rüşd, insanı saadete teşvik eden ve harekete geçiren bir hidayetten ibarettir. Öyle ise, bir çocuk malın korunmasını, ticaretin ve artırmanın yollarını bildiği halde bülûğa ererse, buna rağmen malının çoğalmasını istemezse ona reşid denilmez. Fakat reşid denilmemesi, hidayetin yokluğundan değil, hidayetinin çağırıcı özelliğini harekete geçirmekte kusurlu olduğundan dolayıdır. Nice şahıs vardır ki kendisine zararlı olan şeyi yapar. Bu şahsa hidayet verilmiş ve bu şahıs kendisine verilen hidayet sayesinde o fiilin zararlı olduğunu bilmeyen cahilden temayüz etmiştir. Ancak bu şahsa rüşd verilmemiştir. Bu bakımdan bu rüşd, ameller açısından mücerred hidayetten daha kâmildir. O büyük bir nimettir.
Tasdik’e (doğrulamaya) gelince, o kişinin hareketlerini matlûbun tarafına yöneltmek ve en kısa zamanda doğru tarafa gitmesi artsın diye o hareketleri ona kolaylaştırmaktır. Çünkü sadece hidayet kâfi değildir. Ayrıca çağırıcı kuvveti harekete geçiren hidayet de lâzımdır. O da rüşddür. Rüşd de kâfi değildir, azalar ve aletler yardımıyla hareketlerin kolaylaşması lâzımdır ki teşvik edicinin insanı itelediği maksat tamamlansın. Bu bakımdan hidayet katıksız tariftir. Rüşd ise uyansın ve harekete geçsin diye iteleyici kuvveti uyandırmaktır. Tasdik ise, doğruluk tarafına, azaları harekete geçirmek vasıtasıyla yardım etmektir. Te’yid’e gelince sanki o, bütün bunları derleyicidir. O, dahilde işin basiretle takviyesinden, hariçte de sebeplerin yardımı ve hareketin takviyesinden ibarettir.
Hani seni Rûh’ul-Kudüs (Cebrail) ile desteklemiştim… (Mâide/110)
İsmet de te’yide yaklaşır. İsmet, iç âlemde beliren, insanı hayra teşvik edip şerden sakındıran ilâhî bir yardımdır. Bu ilâhî yardım, insanı şerden sakındıran görünmez bir engel olur. Şu ayeti celîle ile bu ilâhî yardım kastedilmiştir:
Andolsun kadın onu arzu etmişti, eğer rabbinin doğruyu gösteren delilini görmeseydi o da onu arzu etmişti.(Yusuf/24)
İşte bu zikredilenler, nimetlerin ana kısımlarıdır. Bunlar, an-cak Allah’ın verdiği saf ve delici zeka, dinleyici kulak, basiretli gözetici, mütevazi ve gören kalp, nasihatçi muallim, azlığından dolayı mühim yerlere sarfetmeye bile yetmeyen miktardan fazla, fakat çok olduğundan ötürü dinî vazifelerden insanı meşgul eden servetten de az olan mal ve insanı ahmakların saldırısından ve düşmanların zulmünden koruyan izzetten ibaret olan ilâhî nimetleri elde ettirirler!
Bu onaltı sebebin her biri de birçok sebepler ister. O sebepler de başka sebepler ister sonunda şaşkınların diline ve mecbur kalan-ların sığınağına varıncaya kadar devam eder. O, rablerin rabbi ve sebeplerin müsebbibidir. Madem o sebepler uzun ve böyle bir kitab onların tafsilatını anlatmaya yetmez. Bu bakımdan biz onlardan şu ayetin mânâsını bilmeye vesile olan bir nümûne zikredelim:
Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışsanız, sayamazsınız. (İbrahim/34) Tevfîk Allah’tandır!
57) İmam Ahmed, Ebu Yâ’lâ, Taberânî
58) Deylemî
59) Nesâî, Hâkim, (Enes’ten sahih bir senedle)
60) Müslim aynı mânâyı ifade eden başka bir hadîs nakletmiştir.
61) İbn Mâce
62) Dârekutnî, İfrâd; Ramahürmüzî; Ebu Hilal el-Askerî, Emsal; İbn Adîy;Kuddâî ve Kâtib
63) Müslim, (Ebu Hüreyre’den)
64) Müslim ve Buhârî, (Ebu Hüreyre’den)
*Ashabın, Tabiinin ve Ümmetin Selef-i Sulehası’nın Korku ile İlgili Halleri
Biz nimetleri onaltı çeşitte topladık. Beden sıhhatini son mertebeye ait bir nimet saydık. Bu biricik nimetin tamamlanmasında rol oynayan sebepleri saymaya kalkışsak bunu saymaya bile gücümüz yetmez. Fakat yemek sıhhatin sebeplerinden biridir. Bu bakımdan biz yemek nimetinin tamamlanmasında rol oynayan sebeplerden biraz bahsedelim.
Yemeğin fiil olduğu açıktır. Bu çeşitten olan her fiil harekettir. Her hareket için, hareketin aleti olan bir hareket ettirici cisim lâzımdır. O aletin de hareket etmesi için kudret lâzımdır. Kastolunanın bilinmesi ve idrâk olunması lâzımdır. Yemek için yiyecek olması lâzımdır. Yenilen yiyecek için bir asıl lâzımdır. O asıl için onu ıslah edici bir sanatkâr lâzımdır. Bu bakımdan biz önce idrâkin sebeplerini, sonra iradelerin sebeplerini, sonra kudretin sebeplerini, daha sonra yenilen yiyeceğin sebeplerini kısaca zikredelim:
*Fakr ve Zühd
Biz burada nimetin hakikatini kısımlarını, derece ve sınıflarını, hususî ve umumî olan derleyici yerlerini zikredeceğiz. Çünkü Allah Teâlâ kullarına olan nimetlerinin hepsini saymak, beşerin gücü dahilinde değildir.
Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız,(Nahl/18)
Bu bakımdan biz, nimetlerin marifetinde kanunların yerine geçen küllî emirleri zikredip sonra fer’î hususların zikriyle meşgul olalım. Doğruya muvaffak kılan Allah’tır.
3.Kitap
Korku Ve Ümit
Korku ve Ümit
İdrâkin Sebeplerinin Yaratılmasındaki İlâhî Nimetler
İdrâklerin Yaratılışındaki Nimetlerin Sınıfları
Allah Teâlâ’nın İnsanda Yarattığı Hareket Vasıtaları ve Kudret Nimeti
Yiyecek Maddelerinin Kendilerinden Meydana Geldiği Asıllar Hakkında
Yiyeceklerin İnsanlara Ulaşmasındaki İlahî Nimet
Yemeklerin Islahı
Islah Edicilerin Islahı
Melekleri Yaratmadaki İlahî Nimet
Allah’ın Nimetlerinin Çokluğu, Kesintisiz ve Sonsuz Oluşu
İkinci rükün şükredilecek nimetler hakkındadır.
İnsanları Şükürden Alıkoyan Nedenler
Korku Ve Ümit
Nimet’in Hakikati ve Kısımları
Nimetin Bela Karşısındaki Fazileti
Sabır ile Şük’rün Bir Yerde Birleşmeleri
Sabır mı Daha Faziletlidir Şükür mü?
*İdrâkin Sebeplerinin Yaratılmasındaki İlâhî Nimetler
İki sınıf insan, ümit ile tedaviye muhtaçtır. Bunlardan biri ümitsizliğe düşüp ibadeti terkeden, diğeri de fazla korkuya kapılıp kendisine ve ailesine zarar verecek şekilde ibadete dalan kişidir. Bunların ikisi de itidâlden ayrılmış olup ifrat ve tefride kaymışlardır. Bunların kendilerini itidâle sevkedecek tedaviye ihtiyaçları vardır.
Mağrur olan, ibâdetten yüz çevirmesine rağmen Allah’tan birçok şey temenni eden ve günahlara dalan âsi için ümidin ilâçları helâk edici zehir olur. O ilâçlar soğukluğun kendisine geldiği bir kimse için şifa olan balın yerine geçer. Oysa o bal hararete mağlup olan bir kimse için öldürücü zehirdir. Mağrur için sadece korkuyu gerektiren ilaçlar kullanılır. İşte bunun için halk vaizinin lütufkâr olması, illetlere bakması, illeti arttıran ilâçla zıddını tedavi etmesi gerekir; zira maksat sıfatlar ve ahlâkların tamamında adalet ve itidâldir. İşlerin hayırlısı itidâlli olandır.
Ne zaman itidâlden kayarsa onu itidâle çevirecek şekilde tedavi etmek gerekir. İtidâlden daha fazla uzaklaştıran ilâçla tedavi edilmemelidir. Bu zaman öyle bir zamandır ki o zamanda halka ümit vermek uygun değildir. Korkutmakta mübalağa etmek de onları hak caddesine ve doğruluk yollarına çeviremeyebilir.
Fakat ümit vermek onları tamamen helâk eder. Fakat kalplere daha hafif ve nefisler katında daha lezzetli olduğu için ve vaizlerin de hedefleri zaten kalpleri celbetmek, halkı nasıl olursa olsun lehlerinde konuşturmaktan başka birşey olmadığı için vaizler bol bol ümit vermeye meylettiler. Öyle ki alabildiğine fesad çoğaldı, hatta alabildiğine tuğyana dalanlar arttı.
Nitekim Hz. Ali ‘Âlim ancak o kimsedir ki halkı Allah’ın rahmetinden ümitsiz kılmadığı gibi azabından da emin kılmaz’ demiştir.
Biz Kitab’a ve Sünnete uyarak ümitsizliğe düşeni ve fazla kor-kuya kapılanı bu çıkmazdan kurtarmak için recâ ve ümit’in sebeplerini zikredeceğiz. Kitap ve Sünnet ümit ve korkuyu kapsamaktadır. Çünkü onlar her çeşit hasta hakkında şifanın sebeplerini toplamıştır.
Amaç, peygamberlerin vârisleri olan âlimlerin ihtiyaca göre halkı bunlarla tedavi etmeleridir. Fakat reçeteyi verirken her ilacın her hastalığa şifa olduğunu sanan ahmaklar gibi değil, uzman doktor gibi olmalıdır. Recâ hali iki şeyle mûtedil olur: Onlardan biri ibret almak, ikincisi ise ayet, hadîs ve eserleri araştırmaktır. İbret almak, Şükür bölümünde nimet sınıfları hakkında zikrettiklerimizin tümünü düşünmek demektir.
O zaman, Allah’ın kullarına dünyada vermiş olduğu nimetlerinin incelikleri, insan fıtratında gözettiği hikmetlerin acaiplikleri bilinir. Dünyada insan varlığının devamında zarurî olan her şeyi; gıda aletleri, muhtaç olduğu parmak ve tırnaklar, zîneti için kaşların kavisli olması, göz renklerinin değişikliği, dudakların kırmızılığı ve yok olması ile bir gayenin değil, ancak güzellik meziyetinin ortadan kalkacağı başka şeyleri bilir.
Dolayısıyla insan ilâhî inayetin bu inceliklerin benzerlerinde kullardan esirgenmediğini, hatta kullar için zînet ve ihtiyaçtaki meziyetlerin yokluğuna bile rıza göstermediğini anlar. İlâhî inayet onları ebedî helâke sevketmeye nasıl razı olabilir? Aksine insan şifa verici bir bakışla baktığı zaman bilir ki halkın çoğu için daha dünyada saadetin sebepleri hazırlanmıştır. Hatta halkın çoğu kendisine ‘Ölümden sonra azap görmeyeceksin veya asla dirilmeyeceksin!’ denilse bile yine de ölümü hoş görmez.
Bu bakımdan onların yokluğu hor görmeleri, nimetin sebeplerinin daha çok olmasından ileri gelir. Ölümü temenni eden pek azdır. Sonra o temenni eden de ancak zor durumda kaldığında ölümü temenni eder.
Madem halkın çoğunun dünyadaki galip olan hali hayır ve selâmettir. Öyle ise Allah’ın sünnetinin değiştiğini görmezsin. Bu bakımdan ahiret işi de böyle olur. Çünkü dünya ve ahireti tedvir eden Bir’dir. O gafur, rahîm ve kulları için latîfdir. Onlara merhamet edicidir. Bu durum hakkı ile düşünüldüğü zaman, bu düşünce ile recâ’nın sebepleri kuvvet bulur.
Şeriatın hikmetine, dünya maslahatları hakkındaki teşriine ve onunla kullara rahmet etmesinin yönüne bakmak da ibrettir.
Hatta Âriflerden biri Bakara sûresindeki müdâyene (borçlanma) ayetini ümit sebeplerinin en kuvvetlisi olarak görürdü. Kendisine denildi ki: ‘Bu ayette ümidin nesi var?’ Cevap olarak dedi ki: ‘Dünyanın tamamı azdır, insanoğlunun dünyadaki rızkı azdır. Borç ise rızıktan daha az birşeydir. Allah Teâlâ’nın borç hakkında en uzun ayetini indirip bununla kulunu dininin korunmasındaki itiyad yoluna nasıl irşad ettiğine dikkat et!’ O. halde Allah Teâlâ (dünya ve ahiretinde) kulun hiçbir karşılığı kendisinden olmayan dinini nasıl korumaz.
İkincisi, ayetleri ve hadîsleri tedkik etmektir. Bu bakımdan ümit hakkındaki vârid olanlar sayılmayacak kadar çoktur.
Ayetler
De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım. Allah’ın rahmetinden ümidi kesmeyin. Allah bütün günahları mağfiret buyurur. Şüphesiz ki O, gafûr ve rahim’dir.(Zümer/53)
Hz. Peygamber bu ayeti okuduğunda ‘O perva etmez, çünkü o gafûr ve rahimdir’7 demiştir.
Melekler rablerini hamd ile tesbih ederler; yeryüzünde bulunanlar için de mağfiret dilerler.(Şûrâ/5)
Allah Teâlâ ateşi düşmanlarına hazırladığını, ancak onunla dostlarını korkuttuğunu haber vermiştir.
O kâfirlerin üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da ateşten tabakalar var. İşte Allah kullarını bundan korkutuyor.(Zümer/16)
Kâfirler için hazırlanan ateşten sakının!(Âlu İmran/131)
Ben sizi, alevlendikçe alevlenen bir ateşe karşı uyardım. Ona ancak bedbaht kimse girer. O ki yalanladı ve döndü.(Leyl/14-15-16)
Şüphesiz rabbin, insanların zulümlerine karşı mağfiret sahibidir.(Ra’d/6)
Hz. Peygamber’in (s.a) ümmeti hakkında Allah’tan (rahmet) istediği ve ona ‘Sen hâlâ razı olmuyor musun, senin üzerine şu ayet inmiştir’ dendiği söylenmiştir.
Şüphesiz rabbin, insanların zulümlerine karşı mağfiret sahibidir.(Ra’d/6).
Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın!
(Duhâ/5)
Bu ayetin tefsiri sadedinde ‘Ümmetinden bir tek kişi cehennemde oldukça Muhammed razı olmaz’ denilmiştir. Ebu Cafer Muhammed b. Ali derdi ki: Siz (Irak halkı) diyorsunuz ki Allah’ın kitabında en ümit verici ayet şu ayettir:
De ki: Ey nefislerine karşı haddi aşmış kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfiret buyurur. Şüphesiz ki O, gafûrdur (çok bağışlayıcıdır), rahimdir (çok merhametlidir).
Oysa biz ehl-i beyt deriz ki Kur’an’da en ümit verici ayet, şu ayettir:
Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın! (Duhâ/5)
Hadîsler
Ebu Musa, Hz. Peygamber’den şöyle rivayet etmektedir:
Benim ümmetime rahmet edilmiştir. Ahirette ümmetime azap yoktur, Allah Teâlâ ümmetimin azabını dünyâda zelzelelerle ve fitnelerle vermiştir. Kıyamet günü olduğu zaman ümmetimin her birine kitab ehlinden biri teslim edilir ve denir ki ‘Bu kişi senin ateşten azat edilmen için sana fedadır’.8
Bu ümmetin her biri bir yahudi veya hristiyanı cehenneme götürür ve der ki: ‘Bu benim ateşten azat edilmemin karşılığıdır’. O getirilen hristiyan veya yahudi ateşe atılır.9
Sıtma, cehennemin nefesindendir. Bu bakımdan sıtma mü’minin ateşten olan nasibidir.10
Allah’ın peygamberleri ve onunla beraber iman edenleri utandırmayacağı günde..(Tahrim/8)
Bu ayetin tefsiri ile ilgili olarak rivayet ediliyor ki Allah Teâlâ peygamberine vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:
“Senin ümmetinin hesabını sana havale ederim’. Peygamber ‘Hayır yarabbi, bana havale etme. (Çünkü) sen benden onlara daha şefkatli ve merhametlisin’ dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurdu: ‘Madem durum budur, seni onlar hususunda utandırmayacağız’.11
Enes’ten rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber, ümmetinin günahları hakkında Allah Teâlâ’dan af dileğinde şöyle demiştir:
Ey rabbim! Onların hesaplarını bana tevdî et ki benden başkası onların kusurlarına muttali olmasın!
Bunun üzerine Allah Teâlâ ona vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:
Onlar senin ümmetindir, (Fakat) benim kullarımdır. Onlar için senden daha merhametliyim. Onların hesabını başkasına vermem ki ne sen, ne de başkası onların günahlarına muttali olmayasınız.12
Benim hayatım sizin için hayırlıdır. Ölümüm (de) sizin için hayırlıdır. Hayatıma gelince, ben sizlere ilâhî emir ve prensipleri getirip tebliğ ediyorum. Ölümüme gelince, sizin amelleriniz bana arzolunacaktır. Onların içinde bir iyilik görürsem ondan dolayı Allah’a hamdederim.. O ameller içerisinde bir kötülük görürsem, sizler için Allah’tan af talep ederim.13
Hz. Peygamber ‘Ya Kerîm’ul-Afiv (ey kerem sahibi affedici!)’ diye Allah’ı çağırınca, Cebrail ‘Sen Kerîm’ul-Afiv’in tefsirini biliyor musun? Eğer O rahmetiyle günahları affederse, keremiyle onların yerine sevapları yerleştirir’dedi.14
Hz. Peygamber bir kişinin şöyle dediğini duydu: ‘Ey Allahım! Ben senden nimetinin tamamını isterim’. Hz. Peygamber ona ‘Sen nimetin tamamının ne olduğunu biliyor musun?’ dedi. O Hayır!’ dedi. Hz. Peygamber ‘O, cennete girmek demektir’ buyurdu.15
Âlimler dediler ki: Allah Teâlâ, bize islâm dinin seçmek sûretiyle nimetini tamamlamış bulunuyor; zira Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçtim.(Maide/3)
Kul bir günah işleyip Allah’tan af talep ettiğinde, Allah Teâlâ meleklerine şöyle der: ‘Kuluma bakınız! Bir günah işledi ve kendisinin günahları affeden ve günahtan dolayı azap eden bir rabbi olduğunu hatırladı. Ben sizi şahid tutarım ki onu affettim.16
Eğer kul, günahları göklere varıncaya kadar günah işlese, benden af dilediği ve umduğu müddetçe o günahlarını affederim.17
Eğer kulum yeryüzü dolusu günah ile benim huzuruma gelse, ben de yeryüzü dolusu af ile onu karşılarım.18
Kul günah işlediği zaman melek altı saat yazmaz. Eğer kul tevbe edip af talebinde bulunursa, o günahı onun defterine hiç yazmaz. Eğer tevbe etmezse tek bir günah olarak defterine yazar.19
Melek, günahı kulun defterine yazdığı zaman, kul bir amel işlerse, sağ taraftaki melek sol taraftaki meleğin âmiri olduğu için ona der ki: ‘Onun işlemiş olduğu bu günahı at ki ben de onun hasenelerinin on katından birini atayım ve dokuz hasenesini de onun için yazayım’. Böylece o günah kulun defterinden atılmış olur.
Enes’in rivayet ettiği bir hadiste ki Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kul bir günah işlediği zaman defterine yazılır. Bunun üzerine bir bedevî şöyle sordu:
– O günahtan tevbe ederse yine de mi yazılır?
– O zaman defterinden o günah silinir!
– Eğer tekrar o günahı işlerse…
– Defterine yazılır!
– Eğer tevbe ederse…
– Defterinden silinir!
– Bu ne zamana kadar böyle devam eder?
-Kul, af talep edip Allah’a tevbe edinceye kadar devam eder. Çünkü kul affı talep etmekten usanmadıkça Allah affetmekten usanmaz. Kul bir sevabı işlemek isterse, sağ taraftaki
melek, o daha sevap işlemeden önce onun niyetini sevap olarak kaydeder. Eğer sevabı işlerse, on sevap olarak kaydolunur. Allah Teâlâ onu yediyüz kata kadar çıkarır. Kul bir gü-
nah işlemeyi kasdettiği zaman defterine yazılmaz. Onu işlediği zaman bir tek günah olarak yazılır. Fakat o günahın arkasında Allah Teâlâ’nın güzel affı vardır.20
Bir kişi Hz. Peygamber’in huzuruna gelerek şöyle dedi:
Ey Allah’ın Rasûlü! Ben sadece ramazan orucunu tutuyorum. Ondan fazlasını tutmam. Beş vakit namazdan fazla namaz kılmam. Malımda Allah’ın sadaka ve haccı yoktur. Öldüğüm zaman ben nerede olurum?
Bunun üzerine Hz. Peygamber tebessüm ederek şöyle buyurmuştur:
Evet! Benimle beraber olursun, eğer kalbini hile ve hasedden; dilini gıybet ve yalandan; gözünü Allah’ın haram kıldığına bakmak ve o gözlerle bir müslümanı hafife almaktan korursan, benim beraberimde cennete girersin.21
Enes’in rivayet ettiği uzun bir hadiste vârid olduğuna göre, bir bedevî şöyle dedi:
– Ey Allah’ın Rasûlü! Mahlukâtın hesabını kim görecek?
– Allah Teâlâ görecektir!
– Bizzat Allah mı görecektir?
– Evet!
Bunun üzerine bedevî tebessüm etti. Hz. Peygamber bedeviye şöyle sordu:
– Ey bedevî! Neden güldün!
– Kerîm, kudreti yettiği zaman affeder.Hesaba başladığı zaman müsamaha gösteri kolaylaştırır.
Bu söze binaen, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bedevî doğru söyledi! İyi bilin ki Allah’tan daha kerîm olan biri yoktur. Allah Teâlâ kerîmlerin en kerîmidir.
Bunu söyledikten sonra ‘Bedevî bunu anladı’ dedi.22
Allah Teâlâ, Kâbe’yi şereflendirdi ve yüceltti. Eğer bir kul onu taş taş yıksa, sonra yaksa, o kimsenin günahı Allah’ın velî kullarından biriyle istihfaf edenin günahına yetişmez.
Bedevî dedi ki: ‘Allah’ın velî kulları da kimlerdir?’ Hz. Peygamber ‘Mü’minlerin tümü Allah’ın velî kullarıdır. Ey bedevî! Sen Allah Teâlâ’nın şu ayetini işitmedin mi?’ dedi.
Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.(Bakara/257)
Bazı hadîslerde şöyle vârid olmuştur:
Mü’min kişi Kâbe’den daha üstündür.23
Mü’min temiz ve tahirdir.24
Mü’min Allah katında meleklerden daha kıymetlidir.25
Allah Teâlâ, cehennemi, rahmetinin faziletinden bir kamçı olarak yarattı. Onunla kullarını cennete sevkeder.26
Allah Teâlâ bir hadîs-i kudsî’de şöyle buyurmaktadır:
insanları benden kâr etsinler diye yarattım. Onların sırtından kâr edeyim diye yaratmadım,27
Ebu Said el-Hudrî’nin rivayetine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah’ın yarattığı hiçbir şey yoktur ki ona galip gelecek birşey yaratmış olmasın. Rahmetini de öfkesine galip gelecek şekilde yaratmıştır.28
Allah Teâlâ, halkı yaratmadan önce ‘rahmetim öfkemi geçmiştir’ diye kendi üzerine rahmeti yazmıştır.29
Muaz b. Cebel ve Enes b. Mâlik’ten şöyle rivayet ediliyor: Kim ‘Lâ ilâhe illâllah’ derse cennete girer.30
Kimin konuşmasının sonu ‘lâ ilâhe illâllah’ ise ateş onu yakmaz.31
Kim Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadığı halde Allah’ın hu-zuruna varırsa, ateş ona haram olur.32
Kalbinde zerre kadar imanı olan ateşe (ebedî kalmak üzere) girmez.33
Eğer kâfir Allah’ın rahmetinin genişliğini bilseydi, Allah’ın cennetinden ümitsiz olmazdı.34
Çünkü saatin (kıyametin) sarsıntısı gerçekten korkunç bir şeydir.(Hacc/l)
Hz. Peygamber bu ayeti okuduğu zaman şöyle buyurmuştur:
Bunun hangi gün olduğunu biliyor musunuz? Bu o gündür ki Adem’e ‘Kalk! Zürriyyetinden ateşe gidecek grubu gönder!’ denir. Adem ‘Onlar ne kadardır?’ diye sorunca, Adem’e ‘Her bin kişiden, dokuzyüz doksandokuzu cehenneme girecektir’ denir.
Bu söz üzerine, Hz. Peygamber’i dinleyenler, dehşete kapılıp ağlamaya başladılar. Bütün gün meşgul olup amel etmez oldular. Bunun üzerine Hz. Peygamber yanlarına çıkıp ‘Neden amel etmiyorsunuz?’ dedi. Dediler ki: ‘Bunu bize söyledikten sonra kim amelle meşgul olur?’
Hz. Peygamber şöyle dedi:Siz ümmetler arasında ne kadarsınız ki? Tavil, Taris, Mensik, Ye’cüc ve Me’cüc nerededirler? Bunlar Allah’tan başka sayıları bilinmeyecek ümmetlerdir. Siz ancak diğer ümmetler arasında siyah öküzün derisindeki beyaz kıl gibisiniz. Yürüyen hayvanın ön ayağındaki nişan gibisiniz.35
Hz. Peygamberin halkı nasıl korku kamçısı ve ümit gemiyle Allah’a doğru sevkettiğine dikkat et! Zira önce onları korku kamçısıyla sevketti. Sonra bu korku onları normal hududların dışına çıkarıp ye’se düşürdüğü zaman, Hz. Peygamber onları ümit ilâcıyla tedavi etti.
Onları itidale çevirdi. Bu sonuncusu, birincisine zıd değildir. Fakat Hz. Peygamber birincisinde ‘Şifaya sebep olacağını’ gördüğü şeyi zikretti ve sadece onunla yetindi. Onlar ümitle tedavi edilmeye muhtaç olduklarında işin tamamını onlara söyledi. Bu bakımdan vâizin yapması gereken vazife, vâizlerin efendisine uymaktır. Öyleyse vâiz, korku ve ümit hakkında vârid olan hadîsleri kullanırken kalp hastalıklarını tesbit ettikten sonra ihtiyaca göre hassas davranmalıdır. Eğer vâiz buna riayet etmezse, ifsad ettiği ıslah ettiğinden fazla olur!
Eğer siz günah işlememiş olsaydınız, Allah, affetmek için günah işleyen bir halk yaratırdı.30
Sizi götürüp, affetmek için yerinize başka bir halk getirirdi. Muhakkak ki Allah çokça affeden ve çokça merhamet edendir.
Eğer siz günah işlememiş olsaydınız, günahtan daha şerli bir şeyin başınıza gelmesinden korkardım! Denildi ki: ‘O nedir?’ Şöyle cevap verdi: ‘Ucub (nefsini beğenmek) tir’.37
Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin olsun! Mü’min kulu hakkında Allah, şefkatli annenin evladına merhametinden daha fazla merhametlidir.38
Allah (c.c) kıyamet gününde öyle bir af ilan eder ki o af, hiç kimsenin kalbine bir an bile gelmiş değildir. Hatta İblis bile, kendisine isabet eder ümidiyle o affa uzanır. 39
Allah’ın yüz rahmeti vardır. Onlardan doksan dokuzunu bekletmiştir. O yüz rahmetten bir tanesini, dünyada göstermiştir. Halk birbirine o rahmetle rahmeder. Bu nedenle ana evladına şefkat gösterir. Kıyamet günü geldiği zaman, bu rahmetini de o doksan dokuz rahmete ekler, sonra hepsini bütün halkın üzerine yayar. O rahmetin her biri, gökler ve yer dolusu kadardır.
Râvi dedi ki: ‘O halde, o günde, Allah’ın katında ancak helâk olmuş bir kimse helâk olur!’40
Sizden hiçbir kimse yoktur ki ameli onu cennete soksun veya onu ateşten kurtarsın.
– Sen de mi?
– Ben de! Ancak Allah’ın rahmeti beni örtmüştür.41
Amel edin! Müjde verin. Bilin ki hiçbir kimseyi ameli kurtaramaz.42
Ben şefaatimi ümmetimden büyük günah işleyenlere sakladım. Siz o şefaatin, muttaki ve itaatkar kimseler için olduğunu mu sanıyorsunuz? Aksine o şefaat, mülevves olmuş günahkâr kimseler içindir.43
Ben kolay, geniş ve bâtıldan hakka yönelmiş bir dinle gönderildim.44
İki kitabın (İncil ve Tevrat) ehlinin bizim dinimizde semahat (genişlik) olduğunu bilmelerini istiyorum.45
Bu hadîsin mânâsına, Allah Teâlâ’nın mü’min kullarının şu dileklerini kabul etmesi delâlet eder:
Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme!(Bakara/286)
Üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar.(A’raf/157)
Muhammed b. Hanefiyye46 Hz. Ali’den (r.a) şöyle rivayet eder: ‘Veya güzel muamelede bulun!’ (Hicr/85) ayeti nazil olduğu za-man, Hz. Peygamber, Cebrail’e şöyle sordu:
– Ey Cebrail! Ayette bahsi geçen safh-ı cemil (güzel muamele)
ne demektir?
– Sana zulmedeni affettiğin zaman onu kınama!
– Ey Cebrail! Allah Teâlâ affettiği kulunu kınamaktan yücedir.
Bunun üzerine Cebrail de, Hz. Peygamber da ağladılar. Allah onların ikisine Mîkâil’i gönderdi. Mikâil dedi ki:
Rabbiniz size selâm ediyor ve diyor ki: ‘Affettiğim kimseyi nasıl kınarım? Bu benim keremime yakışmayan birşeydir’.47
Recâ’nın sebepleri hakkında vârid olan haberler sayılmayacak kadar çoktur.
7) Tirmizî
8) Ebu Dâvud
9) Müslim, (Ebu Musa’dan)
10) İmam Ahmed .
11) İbn Ebî Dünya
12) Irâkî hadisin aslına rastlamadığını söylemiştir.
13) Bezzar
14) Irâkî bu konuşmanın Hz. Peygamber ile değil, Hz. İbrahim ile Cebrail
arasında geçtiğinin rivayet edildiğini gördüğünü söylemiştir.
15) Daha önce geçmişti.
16) Müslim, Buhârî
17) Tirmizî
18) Müslim
19) Beyhâkî, Şuab
20) Beyhâkî
21) Daha önce geçmişti.
22) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiştir.
23) İbn Mâce
24) Müslim, Buhârî
25) İbn Mâce
26) Irâkî rivayetin aslını görmediğim söylemiştir.
27) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiştir. 28)İbnHibban
29) Müslim, Buhârî
30) Taberânî
31) Ebu Dâvud, Hâkim
32) İmam Ahmed
33) İmam Ahmed
34) Müslim, Buhârî
35) Tirmizî, (İmran b. Hüseyin’den)
36) Müslim
37) Bezzar, İbn Hibban
38) Müslim, Buhârî
39) İbn Ebî Dünya
40) İbn Ebî Dünya
41) Müslim, Buhârî
42) Müslim, Buhârî
43) Daha önce geçmişti.
44) İmam Ahmed
45) Ebu Ubeyde, İmam Ahmed
*İdrâklerin Yaratılışındaki Nimetlerin Sınıfları
Hz. Ali şöyle demiştir: ‘Kim bir günah işler, Allah da dünyada onun günahını örterse, Allah o örtüyü kıyamette kaldırmaktan yücedir. Kim bir günah işlerse, dünyada onun cezasını görürse, ahirette ikinci bir defa kulundan intikam almaktan Allah yücedir’.
Süfyan es-Sevrî şöyle demiştir: ‘Ben hesabımın anama babama bile havale edilmesini istemem. Çünkü Allah’ın onlardan bana daha merhametli olduğunu biliyorum’.
Seleften biri şöyle demiştir: ‘Mü’min Allah’a isyan ettiği zaman, Allah Teâlâ onu, görüp aleyhinde şahidlik yapmasınlar diye meleklerin gözünden gizler’.
Muhammed b. Mus’ab,48 Esved b. Sâlim’e kendi hattıyla (şunları) yazdı: Kul, nefsi hakkında israfçı olduğu zaman, ellerini kaldırıp yarabbi der. Melekler onun sesini perdeler. İkinci veüçüncü defa da böyle olur. Hatta kul, dördüncü defa da yarabbi deyince, Allah Teâlâ şöyle buyurur:
(Ey Melekler!) Ne zamana kadar kulumun sesinin bana gelmesini engelleyeceksiniz? Kulum benden başka günahları affeden rab olmadığını bilmiştir. O halde onu affettiğime dair sizi şahid tutuyorum!
İbrahim b. Edhem şöyle dedi: Bir gece Kâbe’yi tenha bulup tavaf etmek istedim. O gece yağmurlu ve karanlıktı. Multezem’de kapının yanında durdum ve şöyle dedim: ‘Yarab! Günah işlememem için beni masum kıl!’ Bunun üzerine, Kâbe’den bana şöyle seslenildi: ‘Ey İbrahim! Sen benden ismet istiyorsun. Bütün mü’min kullarım benden ismet istiyorlar! Onları da masum kıldığım zaman, kime fazilet yapar ve kimi affederim?’
Hasan Basrî şöyle dedi: ‘Eğer mü’min günah işlememiş olsaydı, göklerin melekûtunda seyre çıkardı. Fakat Allah Teâlâ, günahlarla onu alıkoydu’.
Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: ‘Eğer keremden bir göz belirirse, günahkârları sevap işleyenlere ilhak eder’.
Mâlik b. Dinar, Eban’a rastladı ve ona dedi ki: ‘Ne zamana kadar halka ruhsatları söyleyeceğiz?’ Eban ‘Ey Ebu Yahya! Ben kıyamet gününde senin şu abanı sevinçten deldirecek kadar Allah’ın affından faydalanacağını ümit ediyorum!’
Rıbî b. Hıraş kardeşinden rivayet ettiği hadîste dedi ki: “Kardeşim vefat ettiği zaman bir elbise ile örtüldü. Onu teneşirin üzerine getirdik. Elbiseyi yüzünden kaldırıp kalkıp oturdu ve şöyle dedi: ‘Rabbimin huzuruna vardım. Beni ‘rev ve reyhan’ ile karşıladı. Rabbim öfkeli değildi. Ben işi sizin zannettiğinizden daha kolay gördüm. Bu bakımdan gevşemeyin. Muhammed, ashabıyla beraber onlara dönüp gitmemi bekliyor’.49 Sonra kendiliğinden teneşirin üzerine uzandı. Sanki leğene düşen bir taş gibi oldu. Böylece onu götürüp defnettik”.
îsrailoğulları’ndan iki kişi Allah yolunda kardeş oldu. Biri kendi aleyhinde çok israfçı, diğeri âbid idi. Abid, ona vaaz eder, onu haramdan sakındırırdı.O da âbide derdi ki:’Beni rabbimle başbaşa bırak! Sen beni kontrol edici olarak mı gönderildin?!’ Âbid onu büyük bir günah işlerken görünceye kadar dostluğuna devam etti. Fakat o zaman âbid öfkelenip şöyle dedi: ‘Allah seni affetmeyecek!’
Râvî der ki: Allah Teâlâ kıyamet gününde ‘Benim rahmetimi kullarımdan menetmeye kimin gücü yeter? Ey nefsine israf eden! Sen git! Seni affettim!’ der. Sonra Allah Teâlâ, âbide der ki: ‘Sana cehennemi vâcib kıldım’.
Hz. Peygamber der ki: ‘Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim. Âbid kişi öyle bir söz söyledi ki hem dünyasını, hem de ahiretini yok etti’.
Yine rivayet ediliyor ki hırsızın biri, israiloğulları arasında kırk sene yol kesicilik yaptı. Hz. İsa onun yanından geçti. Hz. İsa’nın peşinde havarilerden bir âbid vardı. Hırsız içinden ‘Bu geçen Allah’ın peygamberidir. Yanında bir havarisi de var. Ben de inip onların beraberinde üçüncüsü olursam ne güzel olur!’ dedi. Bunun üzerine inip havariye yaklaştı.
Fakat havarinin büyüklüğünden nefsini ona yakın olmaya lâyık görmedi ve içinden ‘Benim gibi bir hırsız bir âbidin yanında yürümez’ dedi. Havari onun gelişini hissetti ve içinden şöyle dedi: ‘Benim yanımda bu hırsız mı yürüyor?’ Bunun üzerine havari, Hz. İsa’nın yanına varıp onunla beraber yürümeye başladı. Hırsız arkada kaldı. Bu manzara karşısında Allah Teâlâ, İsa kuluna şöyle vahyetti: ‘Onların ikisine söyle! İkisi de yeni baştan amel etmeye başlasınlar. İkisinin de geçmiş amellerini yaktım! Havari kibre kapıldığından dolayı onun sevaplarını yaktım. Diğerine gelince, nefsini hakir gördüğünden dolayı günahlarını yaktım’. Bunun üzerine İsa, o hırsızı yanına aldı ve onu havarilerinin arasına kattı.
Mesruk’tan şöyle rivayet ediliyor: Peygamberlerden biri, secde halinde iken âsilerden biri gelip boynuna bastı. Öyle ki taşlar mübarek alnına battı. O peygamber öfkeli olarak başını secdeden kaldırdı ve şöyle dedi: ‘Git! Allah seni affetmesin’. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle vahiy gönderip ‘Sen kullarım hakkında bana yemin mi veriyorsun? Onları (affetmememi benden talep mi ediyorsun?) Muhakkak ki ben onu affettim’ dedi. Mânâ bakımından, İbn Abbas’dan rivayet edilen şu eser de buna yakındır: Hz. Peygamber, müşrikler aleyhinde kunut okur, namazında onlara lanet ederdi. Bunun üzerine şu ayet indi:
O konuda senin yapacağın birşey yoktur!. (Âlu İmran/128)
Bundan sonra, Hz. Peygamber onlara beddua etmeyi terketti. Allah Teâlâ da o insanları İslâm’a hidayet etti.
Âbidlerden iki kişi ibâdette eşit idiler. Bunlar cennete girdikleri zaman, biri derecesiyle arkadaşından daha yüksek olur. Derecesi az olan ‘Yarab! Bu arkadaş, ibâdet bakımından dünyada benden daha üstün değildi. Oysa sen onu illiyyîn de benden üstün kıldın?’ der. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurur:
O dünyada benden yüksek dereceleri, sen ise ateşten kurtulmayı istiyordun! Bunun için her kula istediğni verdim.
Bu rivayet ümit edenin korkandan daha yüksek olduğuna delâlet eder.
Padişahlar nezdinde, cezasından korkarak hizmet eden ile nimet ve ikramını umarak hizmet edenin arasında çok fark vardır. Bu sırra binaen Allah Teâlâ mü’min kullarına güzel zannı emretmiştir.
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Allah’tan yüce dereceleri isteyin! Çünkü siz kerîm olandan istiyorsunuz. Allah’tan istediğiniz zaman en yüce Firdevs’i isteyiniz; zira Allah’a hiçbir şey büyük gelmez.
Bekir es-Sevvaf b. Selim50 şöyle demiştir: “Biz Mâlik b. Enes’in huzuruna öleceği gece girdik ve dedik ki: ‘Ey Ebu Abdullah! Kendini nasıl hissediyorsun?’ Mâlik ‘Ne söyleyeceğimi bilmiyorum! Sizler, Allah’ın affından o kadar faydalanacaksınız ki o ka
darı aklınızdan bile geçmez!’ dedi. Sonra biz Mâlik’in -gözlerini kapatmcaya kadar yanından ayrılmadık”.
Yahya b. Muaz münâcatında Günahlarla olan ümidim, amellerle olan ümidime nerdeyse galip gelecektir. Çünkü amellerde ihlasa itimat ediyorum. Ben ki afetle marufum, onu nasıl koruyabilirim? Günahta ise kendimi senin affına güvenmiş görüyorum. Sen ki cömertlikle mevsufsun, onu nasıl affetmezsin?’ demiştir.
Bir mecusî, Hz. İbrahim’den misafir edilmesini istedi. Hz. İbrahim ‘Eğer müslüman olursan seni misafir ederim’ dedi. Bunun üzerine mecusî gitti. Bundan dolayı Allah Teâlâ Hz. İbrahim’e vahyederek şöyle buyurdu:
Ey İbrahim! Neden ona dinini değiştirmeden yedirmedin. Oysa ben yetmiş seneden beri onun küfrüne rağmen kendisine yediririm. Eğer onu bir gece misafir etseydin ne zararın olurdu?
Bu vahiyden sonra İbrahim, mecusînin ardına düştü. Onu çevirip misafir etti. Mecusî İbrahim’e ‘Senin bu şekilde hareket etmenin sebebi nedir?’dedi. İbrahim, hâdiseyi olduğu gibi mecusîye anlattı. Mecusî hadiseyi dinledikten sonra ‘Allah (c.c) bana böyle mi muamele yapıyor?’ deyip sonra İbrahim’e ‘Bana İslâm dinini telkin et’dedi ve müslüman oldu.
Üstad Ebu Sehl es-Salukî, Ebu Sehl Züccacî’yi rüyasında gördü. Rüyada görülen zat, ebedî vaîde kaail idi. Salukî, ona “Senin durumun nasıl oldu?’ diye sordu. Züccacî ‘Durumu zannettiğimizden daha kolay buldum’ dedi. Bir kişi Ebu es-Sehl Salukî’yi öldükten sonra, rüya âleminde son derece güzel bir durumda gördü ve şöyle sordu: ‘Ey üstad! Ne ile bu dereceye vardın?’ Salukî ‘Rabbim hakkındaki güzel zannımla bu mertebeye vardım’ dedi.
Hikâye ediliyor ki Ebu Abbas b. Sureye, ölüm hastalığında rüyasında kıyametin koptuğunu ve Allah’ın ‘Âlimler nerededir?’ dediğini ve o anda âlimlerin geldiğini ve Allah’ın onlara ‘Dünyada öğrendiğinizi nasıl kullandınız ve onunla nasıl amel ettiniz?’ dediğini ve onların da ‘Ey rabbimiz! Kusur ettik ve kötülük işledik’ dediklerini, Allah Teâlâ’nın verilen cevaba razı olmamış ve başka bir cevap istiyormuş gibi soruyu tekrarladığını, bunun üzerine kendisinin ‘Benim defterimde şirk yoktur! Şirkin, dışındaki günahların ise, affolunacağı va’dini almıştım’ dediğini, bunun üzerine, Allah Teâlâ’nın âlimlere şöyle hitap ettiğini görmüştür: ‘Gidiniz! Sizi affeyledim!’ Kendisi bu rüyasından üç gün sonra vefat etmiştir.
İçkici bir şahıs dostlarından bir grubu topladı. Hizmetkârına dört dirhem para verip mecliste bulunan kimseler için biraz meyve satın almasını emretti. Hizmetçi Mansur b. Ammar’ın meclisinin kapısından geçti. Mansur da bir fakir için cemaattan birşey istiyor ve şöyle diyordu: ‘Kim bu fakire dört dirhem para verirse ona dört dua yapacağım!’ Hizmetçi, yanındaki dört dirhem parayı Mansur’a teslim etti. Mansur dedi ki:
– Sana ne hakkında dua etmemi mi istiyorsun?
– Bir efendim vardır. Ondan kurtulmak istiyorum.
Bunun üzerine Mansur dua etti ve şöyle dedi:
– İkinci duayı hangi hususta istiyorsun?
– Allah Teâlâ’nın bu vermiş olduğum dört dirhem paranın yerini doldurmasını istiyorum.
Mansur bu hususta dua etti ve şöyle dedi:
– Öbür duayı ne için istiyorsun?
– Allah’ın efendime tevbe nasip etmesini istiyorum.
Mansur bunun için de dua etti ve sonra şöyle dedi:
– Dördüncü olarak neye dua etmemi istiyorsun?
– Allah’ın beni, efendimi, seni ve bu cemaati affetmesini diliyorum.
Mansur dua etti. Bunun üzerine hizmetçi gerisin geriye gitti. Efendisi hizmetçiye şöyle sordu:
– Neden böyle geciktin?
Hizmetçi olup biteni efendisine arzetti. Bunun üzerine efendisi şöyle sordu:
– Mansur nasıl bir dua yaptı?
– Nefsim için azad edilmeyi diledim.
– Sen hürsün! ikinci duası ne idi?
– Allah Teâlâ’nın vermiş olduğum paraların yerini doldurmasını istedim.
– Sana dört bin dirhem veriyorum! Mansur’un üçüncü duasıne idi?
– Senin tevbe etmendi!
-Allah’a tevbe ettim! deyip Mansur’un dördüncü duasınısordu.
– Dördüncü duası da Allah’ın beni, sizi, oradaki topluluğu ve
Mansur’u affetmesi hususunda idi!
– Bu, bana ait bir durum değil!
O gece yattığı zaman rüyasında kendisine şöyle dendi: ‘Sana düşen vazifelerin tümünü yaptın. Ben, bana düşen vazifeyi yapmaz mıyım? Seni de, hizmetçiyi de, Mansur b. Ammar’ı da ve hazır bulunan topluluğu da affettim’.
Abdülvehhab b. Hamid es-Sakafî’den şöyle rivayet ediliyor: Üç kişi ile bir kadının bir cenazeyi mezarlığa götürdüklerini gördüm. Kadının yerine geçtim ve kabristana vardım. Cenaze namazını kıldık. Cenazeyi defnettik, Kadına dedim ki:
– Bu ölü senin neyin olur?
– Oğlumdur!
– Sizin komşularınız yok mudur?
– Evet, vardı. Oğlumu küçümsediler de onun için cenazesine
iştirak etmediler.
– Oğlun ne idi?
– Muhannes idi?
Kadına acıdım, evime götürdüm. Ona para, yiyecek ve elbise verdim. O gece rüyamda biri bana geldi. Gelenin yüzü ayın ondördü gibiydi. Üzerinde bembeyaz elbise vardı. Durmadan bana teşekkür ediyordu. Ona ‘Sen kimsin?’ diye sordum? O kişi ‘Ben bugün defnettiğiniz o muhannes kişiyim. Halkın beni hakir görmesinden ötürü ‘Rabbim bana merhamet etti’ dedi.
İbrahim Ertuş dedi ki: Biz Mâruf-u Kerhî ile beraber Bağdad’da, Dicle’nin kenarında oturuyorduk. Ansızın yanımıza,bir kayıkta, sarhoşlar geldiler. Def çalıp, içki içiyor ve oynuyorlardı. Arkadaşları Mâruf’a ‘Şunları görmüyor musun? Açıktan açığa Allah’a isyan ediyorlar, onların aleyhinde bedduada bulun’ dediler. Bunun üzerine Mâruf iki elini kaldırıp dedi ki: ‘Yarab! Onları dünyada nasıl sevindirdiysen ahirette de sevindir’. Bunun üzerine arkadaşları Mâruf’a Biz ona dua et demedik ki? Beddua et dedik! Mâruf cevap olarak şöyle dedi: ‘Allah onların ahirette sevinmelerini irade ettiğinde onları tevbeye sevkeder’.
Seleften biri duasında şöyle derdi:
Yarab! Hangi zamanın ehli vardır ki sana isyan etmemiştir? İsyanlarından sonra senin onların üzerindeki nimetin umumî ve rızkın da bol olmamıştır? Seni tenzih ediyoruz. Sen ne halimsin! Senin izzetine yemin ediyorum. Sen nimeti sayarak verir, sonra tamamlarsın. Sonra rızkı indirirsin. Ey rabbimiz! Sanki sen hiç gazaba gelmezsin!
İşte bunlar, korkanların, ümitsizlerin kalbine recânın sevincini celbeden sebeplerin ta kendileridir.
Mağrur ahmaklara gelince, onlara bu şeylerden hiç birini dinletmemek gerekir. Aksine onlar bundan sonra korku hakkında söyleyeceklerimizi dinlemelidirler. Çünkü insanların çoğu ancak korku ile ıslah olur. Kötü köle ve taşkın çocuk gibi ki ancak kamçı ve baston ile istikametim düzeltir, konuşmada sertlik göstermekle doğrulur. Bunun zıddı ise gerek din, gerekse dünya hususunda onlara ıslah kapısını kapatır.
46) Ebu Kasım Muhammed b. Ali b. Ebî Tâlib el-Hâşimî el-Medenî’dir. H.80’den sonra vefat etmiştir.
47) Karkesanlıdır. H. 88’de vefat etmiştir.
48) İbn Merduveyh
49) Kut’ul-Kulûb
50) Künyesi Tâifli Ebu Süleyman’dır. Medine’de otururda.
*Allah Teâlâ’nın İnsanda Yarattığı Hareket Vasıtaları ve Kudret Nimeti
Korku, dinen övülmüş bir sıfattır. Çoğu zaman her korkunun dinen övüldüğü, daha kuvvetli ve daha çok olan korkunun daha fazla övüldüğü zannedilir!
Oysa bu zan yanlıştır. Korku Allah’ın kamçısıdır. Onunla kul-larını, ilim ve amele devam etmeye sevkeder ki ilim ve amelle Allah’a yakınlık rütbesine varsınlar. Hayvan için en uygunu kamçıdan boşalmamasıdır. Çocuk için de böyledir. Fakat bu fazla dövmenin, dinen övülen bir haslet olduğuna delalet etmez. Korkunun da azı, çoğu ve normali vardır. Dinen övülen korku, normal olan korkudur. Korkunun az olanı, kadınların inceliğinin yerine geçen korkudur. Kadın bir ayeti dinlemekle rikkate gelir. Bu ise ağlamayı gerektirir. Şiddetli bir şeyi görme durumunda da durum böyledir. O sebep gözden uzaklaşınca kalp, eski gafletine döner! İşte bu, hayvana küçük bir çubukla vurmak gibidir. Bu vurma gereği gibi acıtmadığı için hayvanı hedefe doğru sürmez ve terbiyesine yeterli olmaz.
Bütün insanların korkusu da böyledir. Ancak ârif ve âlimler hariçtir. Âlimlerden gayem âlimlerin kisvesine bürünmüş, haksız olarak onların ismini almış kimseler değildir. Çünkü böyle kimseler, herkesten daha fazla Allah’ın korkusundan uzaktırlar! Âlimlerden maksadım; Allah’ı, Allah’ın alâmetlerini ve fiillerini bilen âlimlerdir. Böyle bir âlimin ise, şu zamanda varlığı pek nadirdir.
Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: “Sana ‘Allah’tan korkar mısın?’ denildiği zaman sus! Çünkü eğer ‘Hayır! Korkmam’ dersen kâfir olursun. ‘Evet! Korkuyorum’ dersen, yalan söylemiş olursun!”.
Kendisi bu sözüyle azalan günahlardan alıkoyan ve ibâdetlerle bağlayan korkuya işaret etmiştir. Azalarda müsbet bir tesir meydana getirmeyen korku ise, nefse gelen bir şeydir. Ona korku demeye değmez.
Müfrit korku şiddetlenir, normalin hududunu geçer. Hatta ümitsizliğe kadar varır. Bu şekildeki korku da kötüdür. Çünkü bu durum, insanı amelden meneder. Korku da bazen insanı hastalık, zâfiyet, akılsızlık ve dehşete götürür. Bu bakımdan korkudan gaye; kamçıdan ne kastolunuyorsa o olmalıdır. O da amele zorlamaktır. Eğer bu olmasaydı, korku hiçbir zaman kemâl sayılmazdı. Çünkü korku, hadd-i zâtında eksikliktir; zira onun kaynağı cehalet ve acizliktir. Cehâlet ise, kişinin durumunun sonucunu bilmemesidir. Eğer bilseydi korkmazdı. Çünkü insanı korkutan, hakkında tereddüd edilen şeydir.
Acizliğe gelince, o kişinin defetmesine kadir olmadığı mah-zurlu bir şeye maruz kalmasıdır. Öyleyse korku, ademoğlunun ek-sikliğine nisbeten, dînen övülen bir sıfattır. Haddizâtında övülen şey, ilim ve kudrettir. Allah’ın vasıflandırılmasının caiz olduğu herşey, dinen övülen şeydir.
Allah’ın kendisiyle vasıflandırılması caiz olmayan şey ise esasında kemal değildir. Ancak ondan daha büyük olan bir eksikliğe nisbeten o dinen övülür. Nitekim ilacın elemine tahammül etmenin, ölüm ve hastalık eleminden daha kolay olduğu gibi…
Bu bakımdan insanı ümitsizliğe sürükleyen herşey kötüdür. Korku da bazen hastalığa ve beden zâfiyetine götürür. Bazen de aklî muvazeneyi bozmaya, dehşete kapılmaya sürükler! Bazen de ölüme götürür! Bütün bu çeşitleri kötüdür. Bu tür korku, çocuğun ölümüne sebebiyet veren vurmak, hayvanı helâk eden hasta düşüren veya âzalarından birini kıran kamçılama gibidir!
Hz. Peygamber (s.a) recânın sebeplerini ifrat derecesindeki ümitsizliğe veya bu söylediğimiz tehlikelerden birine götüren korku sadmesini tedavi etmek için çokça beyan etmiştir. Bir iş için kastolunan herşeyin ancak meşru hedefe götüren kadarı dinen övülür. Hedefe götürmeyen veya hedefin ötesine taşan ise mezmumdur. Korkunun faydası kıskanmak, takva, mücahede, ibâdet, düşünce, zikir ve Allah’a vardıran diğer sebeplerdir. Bütün bu sebepler aklın selâmeti ve bedenin sıhhatiyle beraber hayatın devamını sağlar. Bu bakımdan bu sebepleri bozan her şey dinen çirkindir.
Soru: Kim (Allah’tan) korkup korkusundan dolayı da ölürse, o şehid gibi faziletlidir. Madem durum böyledir, onun hali dinen nasıl çirkin olabilir?
Cevap: Onun şehidin faziletinde olmasının mânâsı korkudan öldüğünden ötürü bir mertebesinin olmasıdır. Eğer korku değil de başka bir sebeple ölmüş olsaydı o mertebeye varamazdı. O mertebeye nisbeten bu şekil ölüm, onun için fazilet olur. Allah’a ibâdet ve yolundaki ömrünün uzunluğu açısından bakıldığı zaman, bu şekilde ölüm fazilet değildir. Çünkü düşünce, mücahede ve her an mârifetin derecelerinde terakki etmek yoluyla Allah’a giden sâlik için bir veya birkaç şehidin mertebesi vardır! Eğer bu olmasaydı öldürülen çocuğun veya yırtıcı hayvan tarafından parçalanan delinin mertebesi, bir peygamberin veya normal eceliyle ölen bir velînin mertebesinden daha üstün olurdu. Oysa bu muhaldir. Bu bakımdan böyle sanmak uygun değildir. Saadetlerin en üstünü, Allah’a itaat ederek uzun yaşamaktır. Bu bakımdan ömrünü veya aklını veya ömrün tâtilini gerektiren, sıhhatini iptal eden herşey, insan için zarar ve eksikliktir. Tabiî ki bu da birtakım şeylere nisbeten böyledir. Her ne kadar bu kısımlardan bazısı başka şeylere nisbeten fazilet ise de… Nitekim şehâdet mertebesi, altındaki mertebeye nisbeten bir fazilettir. Fakat muttakîler ve sıddîkların derecesine izafeten değildir.
Madem durum budur öyle ise korku, eğer insanın amelinde müsbet bir tesir meydana getirmezse, onun varlığı ile yokluğu birdir. Hayvanın hareket etmesini sağlamayan kamçı gibidir. Eğer tesir ederse, eserinin belirmesi nisbetinde birçok dereceleri vardır. Eğer insanı iffetten başka bir şeye zorlamazsa ki o şehvetlerin is-teklerinden menolunmaktır onun bir derecesi vardır. Eğer tak-vayı meyve olarak verirse, o yüce bir derece olur. (Fakat) onun en yüce derecesi sıddîkların derecelerini elde ettirmesidir. Bu da zâhiri ve bâtını (iç âlemi) Allah’tan başka her şeyden selbetmektir; yani Allah’tan başka şeylere kalbinde yer bırakmamaktır. İşte bu derece, korkunun en fazla övülen derecesidir. Bu sıhhat ve aklın bekasıyla beraber övülen derecedir. Eğer bu aklın ve sıhhatin gitmesine sirayet ederse hastalık olur. Eğer gücü yetiyorsa, bu hastalığı tedavi etmek şahsın üzerine farz olur. Eğer dinen övülen bir kısım olsaydı, ümit ve başka şeyin sebepleriyle ortadan kalksın diye tedavi edilmesi gerekmezdi.
Sehl et-Tüsterî birkaç gün açlığa tahammül eden müridlere derdi ki: ‘Aklınızı (gıdalanmak sûretiyle) koruyun; zira Allah’ın eksik akıllı bir velîsi yoktur!’
*Yiyecek Maddelerinin Kendilerinden Meydana Geldiği Asıllar Hakkında
Havf korku kalbin yanmasından ibarettir. Bu yanma gelecekte beklenilen istenilmeyen bir hâdisenin vukûu sebebiyle meydana gelir. Bu durum, recânın hakikati izah edilirken anlaşılmıştır! Kim Allah’a yakın olursa, hak onun kalbini kapsar, zamanının efendisi olur ve daimî bir şekilde Hakk’ın cemâlini müşâhede eder, onun istikbâle iltifatı kalmaz. Öyleyse onun ne korkusu, ne de ümidi vardır. Onun hali korku ve ümitten daha yücedir. Çünkü korku ve recâ, nefsi saldırganlığından meneden iki gemdirler.
Vâsıtî51 buna işaret ederek şöyle demiştir: ‘Korku, Allah ile kul arasında bir perdedir!’
Yine şöyle demiştir: ‘Hakîkat sırlarda belirdiğinde, orada korku ve reca’nın bir fazileti kalmaz’.
Muhib (aşık) kalbini ayrılına korkusu ve mahbûbun müşâhedesiyle meşgul ettiği zaman, onun bu hareketi, şuhûdunda bir eksiklik olur. Ancak şuhûdun devamı makamâtın gayesidir.
Fakat biz şu anda makamların başlangıçlarından konuşuyoruz. Korkunun hali de ilim, hâl ve amerden tanzim edilir.
İlim, mekruha götüren sebebi bilmek demektir. Bu da meselâ bir padişaha karşı suç işlemiş, sonra o padişahın eline düşmüş ve öldürülmekten korkan bir kimse gibidir. Bu kimse aynı zamanda affedilmeyi ve kurtulmayı da mümkün görür. Fakat öldürülmesini gerektiren sebepleri kuvvetli gördüğünden dolayı kalbi korkudan müteellim olur, O da padişaha karşı işlemiş olduğu suçun çirkinliği, padişahın da kindar, öfkeli ve intikam alıcı olmasıdır.
Padişahı intikam almaya teşvik eden sebeplerin çok olması ve lehinde şefâat talep edenden mahrum bulunmasıdır. Bu insan, hervesileden yoksun, padişahın katında suçunu affettirecek her iyilikten mahrumdur.
Bu sebeplerin birinin diğerini takviye ettiğini bilmek, çok korkmasının ve kalbinin şiddetle müteellim olmasının sebebidir. Bu sebeplerin azlığı nisbetinde korkusu azalır. Bazen de insanın daha önce işlemiş olduğu bir suç yokken korku hâsıl olur. Bu korku, insanın sıfatından neşet eder. Tıpkı yırtıcı hayvanın pençesine düşen kimse gibi…
Bu kimse, yırtıcı hayvanın sıfatından dolayı o hayvandan korkar. Onu korkutan sıfat, yırtıcı hayvanın çoğu kez elde ettiğini paramparça etmek hırsıdır. Her ne kadar bu parçalama yırtıcı hayvanın ihtiyar ve isteğine bağlı ise de…
Korku bazen de kendisinden korkulan şeyin tabiatında bulunan bir sıfattan ileri gelir. Selin akıntısına kapılan veya yangının yakınında bulunan bir kimsenin korkusu gibi… Sudan korkulur. Çünkü apar topar götürmek ve boğmak suyun tabiatıdır. Ateşin tabiatında ise yakmak vardır, Bu bakımdan mekruhun sebeplerini bilmek, kalbin yanmasına ve elem duymasına biricik sebeptir. O yanma, Allah’tan korkmanın ta kendisidir, Bu korku bazen Allah’ı, sıfatlarını, bütün âlemi helâk etse perva etmez ve kendisini alıkoyan hiçbir mâni de bulunmaz, hakikatini bilmekten, bazen günahları işlemek sûretiyle kulun çokça işlemiş olduğu suçtan ve bazen bu iki sebebin birleşmesinden olur. Nefsinin ayıplarını bilmesi ve Allah’ın celâlini, zenginliğini, yaptığından sorumlu olmadığını, insanların ise sorumlu olması hasebiyle korkusu bazen şiddetli olur. Bu bakımdan insanların rabbinden en fazla korkanı, nefsini ve rabbini en iyi bilenidir.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Ben sizin içinizde Allah’tan en fazla korkanınızım. 52 Allah’tan kulları içinde ancak âlimler (hakkıyla) korkarlar.(Fâtır/28)
Sonra mârifet kemâle erdiğinde kalbin yanmasını gerektirir. Sonra kalbin yangını bedene, azalara ve sıfatlara yayılır. Bedendeki etkileri zayıflama, sararma, baygınlıklar geçirme, garip sesler çıkarma ve ağlama şeklinde açığa çıkar. BAzen bundan ötürü insanın safra kesesi parçalanır ve ölümüne sebep olur veya bu yangın dimağına yükselip aklını bozar veya onu ümitsizliğe düşürür.
Azalardaki yayılmasına gelince, bu yayılma, azaları günahlardan alıkoymak ve ibâdetlere yönelmek suretiyle kendisini gösterir. Bunu da daha önce yapmış olduğu kusuru telâfi etmek ve geleceğe hazırlanmak maksadıyla yapar. Bu sırra binaen şöyle denilmiştir: Korkan, ağlayıp gözlerini silen kimse değildir. Aksine yaptığından dolayı ceza çekeceğini bilip terkedendir’.
Hakîm Ebu Kasım53 ‘Herhangi bir şeyden korkan o şeyden kaçar. Allah’tan korkan da Allah’a kaçıp sığınır’ demiştir.
Zünnûn-i Mısrî’ye şöyle denildi:
– Kul ne zaman Allah’tan korkmuş olur?
– Kendini, hastalığın uzamasından korkarak koruyan hastanın
yerine koyduğu zaman Allah’tan korkmuş olur.
Sıfatlara yayılmasına gelince, şehvetleri gemlemesi, lezzetleri bulandırması ile olur. Dolayısıyla nezdinde sevimli olan günahlar, bu sefer çirkin görünmeye başlarlar. Nitekim balın, balı sevenin nezdinde, içinde zehir olduğunu bildiği zaman çirkin göründüğü gibi…
Bu bakımdan şehvetler korku ile gemlenir, âzalar edeplenir. Kalpte sönüklük, korku, zillet ve meskenet hâsıl olur. Kibir, hıkd ve hased kalpten ayrılır. Kalp, bütün himmetini korkuya sarfeder, akibetin tehlikesine bakmaya yönelir ve başkasına bakmaya vakit bulamaz. Onun murakabe, muhasebe, mücahede, nefeslerini fuzulî sarfetmekten çekinmeye, nefsini kötü düşünceler, adımlar ve kelimelerden ötürü muâheze etmeye başlar. Böylece onun hali, yırtıcı bir hayvanın pençesine düşen bir kimsenin haline benzer. Bu kimse pençesinde bulunduğu hayvanın, kendisini bırakıp bırakmayacağını, kendisini parçalayıp parçalamayacağını bilemez. Bu kimsenin zâhir ve bâtını, korktuğu nokta ile meşguldür. O noktadan başka onun kalbinde herhangi bir şey bulunmaz. Bu durum, kendisine korkunun hâkim olduğu bir kimsenin durumudur. Sahabe ve tâbiînden bir cemaatin hali böyleydi.
Murakabe, muhasebe ve mücahedenin kuvveti, kalbin elem ve yanmasından ibaret olan korkunun kuvveti nisbetindedir. Korkunun kuvveti ise, Allah’ın celâlini, sıfat ve fiilerini, nefsinin ayıplarını ve önündeki tehlikeleri bilmesinin kuvveti nisbetindedir.
Amellerde eseri beliren şeylerden olan korkunun en az derecesi, kişiyi mahzurlu şeylerden menetmesidir. Kişiyi mahzurlu şeylerden menetmekten meydana gelen hâle vera denir. Eğer kuvveti artarsa, kendisine haramın katılması mümkün olan şeylerden de sakınır ve böylece haram olmadığını bildiği (birtakım) mübahlardan da sakınır. Bu hâla takva adı verilir; zira takva demek, kendisinde şüphe bulunanı bırakıp, kendisinde şüphe olmayana yönelmek demektir. Bu hareket, bazen kendisini zararsız birtakım hareketleri, zararlının korkusundan terketmeye de sürükler. Bu durura da takvada doğruluktur. Buna, hizmete hazırlanmak da eklendiği zaman, içinde oturmayacağı evi inşa etmez ve yemiyeceğini toplamaz. Kendisinden ayrılacağını bildiği dünyaya iltifat etmez. Allah’tan başka şeylere tek bir nefes dahi sarfetmez bir hale gelir. Bu ise doğruluğun ta kendisidir. Bunun sahibine sıddîk demek uygundur.
Takva doğruluğa; verâ da takvaya, iffet de verâya dahil olur. Çünkü iffet, özel olarak şehvetin isteklerinden kaçınmaktan ibarettir. Madem durum budur; öyleyse korku men olunmak ve harama dalmamak sûretiyle azalara tesir eder. Men olmak sebebiyle ona iffet ismi verilir. İffet şehvetin isteğinden geri durmak demektir.
Bundan daha yücesi verâ dır. Çünkü o daha geneldir; zira verâ, her mahzurlu şeylerden uzak durmak demektir. Takva ise verâ’dan daha üstündür. Çünkü o hem mahzurludan, hem de şüpheliden uzak durmaya verilen isimdir. Onun peşinden sıddîk ve mukarreb ismi gelir. Son rütbenin, kendisinden önceki rütbeye nisbeti, özelin genele olan nisbeti gibidir. Bu bakımdan özeli zikrettiğin zaman, tümünü zikretmiş olursun. Nitekim şöyle dersin: İnsan ya Arap veya Acem aslından gelir! Arap aslından gelen ya Kureyş veya başka soydandır. Kureyş soyundan gelen de ya Hâşim kabilesinden veya başka kabiledendir. Hâşim kabilesinden gelen de ya Alevî (Hz. Ali’nin soyundan) veya başka soydan gelir. Alevî ise, ya Hasenî veya Hüseynîdir.
Meselâ onun Hasenî olduğunu zikrettiğin zaman, onu bütün bu sıfatlarla nitelendirmiş olursun. Onu Alevîlikle vasıflandırdığında Hasenîliğin üstünde olan ve Hasenîlikten daha genel olan bir sıfatla onu sıfatlandırmış olursun.
Böylece sıddîk dediğin zaman şunu demiş oluyorsun: ‘O, müttakî, veri’ ve afiftir!’ Bu isimlerin çokluğundan birinin diğerine zıd birçok mânâya delâlet ettiğini düşünmek uygun değildir. Mânâları lâfızlarda arayıp lâfızları mânâlara tâbi kılmayan bir kimse için durum nasıl karışık olursa, senin için de karışık olur. Bu bakımdan bu, korkunun mânâlarını derleyici noktalara, korkuyu gerektiren mârifet gibi yüce taraftan ihtiva edene, durmak ve ilerlemek yönünden korkudan sâdır olan ameller gibi korkuyu süflî tarafından ihtiva edene işarettir.
51) Sonraları Mısır’a gelen bu zat, H. 310’da orada öldü.
52) Buhârî
53) Adı Ebu Kasım İshak b. Muhammed b. İbrahim Semerkandî’dir. Bir müddet Semerkand kadılığında bulunmuştur.
*Yiyeceklerin İnsanlara Ulaşmasındaki İlahî Nimet
Kesin korku, ancak istenilmeyen bir şeyi beklemekle tahakkuk eder. İkrah edilen de ateş gibi ya esasında istenmez veya istenmeyen bir şeye götürdüğü için istenmez. Nitekim günahlardan ahirette istenilmeyen bir duruma sürükledikleri için ikrah edilir.
Nitekim ölüme götürücü olduklarından dolayı zarar verici meyvelerden hastanın ikrah ettiği gibi…
Bu bakımdan her korkan kimse bu iki kısmın birinden olan istenmeyen şeyi nefsinde canlandırması gerekir. Kalbinde onu beklemeyi kuvvetlendirmelidir ki kalp onu sezince yansın!Korkanların makamı kalplerini istilâ eden sakıncalı mekruhlar hususunda değişik olur. Bu bakımdan hadd-i zâtında mekruh olmayıp da dış bir tesirden dolayı mekruh olan şeyin kalplerine galebe çaldığı kimseler, tevbeden önce ölmenin, tevbeyi bozmanın veya sözünden caymanın, Allah’ın haklarını tam ifa edememenin, kalbin rikkat ve inceliğinin katılığa dönüşmesinin, istikametten inhiraf etmenin, şehvetlerin peşine takılmaktaki âdetin istilâ etmesinin, güvendiği sevaplarına havale edileceğinin, Allah’ın kendisine fazlasıyla vermiş olduğu nimetlerden dolayı aşırı gitmenin, Allah’ın gayrısıyla meşgul olup Allah’dan gafil olmanın, nimetlerin peşipeşine gelmesiyle aldanmaya maruz kalmanın, ummadığı şeylerin Allah tarafından kendisine verildiğinde, ibadette gailelerin inkişaf etmesinin, gıybet, hiyânet, hile ve kötülüğe niyet beslemek hususunda halkın nezdindeki haklarını, hayatının geri kalan kısmında ne olacağını bilmediği şeylerin, azabın dünyada peşinen verilmesinin, ölümden önce rezil olmasının, dünyanın aldatıcı süsleriyle mağrur olmanın, gafil olduğu halde Allah’ın kalbine muttali olmasının, ölüm çağında kötü olmasının veyahut da ezelde kendisi için yazılan mukadderatın korkusunun galip gelmesinden korkan kimselerdir!
İşte bütün bunlar ariflerin korkularıdır. Her birinin özel bir faydası vardır. O da korkutan şeye götürücü sebepten korunma yolunu seçmektir. Bu bakımdan âdetin kendisini istilâ etmesinden korkan bir kimse âdetten kaçınmaya devam eder. Gaflet halindeyken Allah’ın kalbine muttali olmasından korkan bir kimse, kalbini vesveselerden temizlemekle meşgul olur. Diğer kısımlara da bu şekilde gidilir! Bu korkulardan yakîne en fazla galip geleni, sonucun korkusudur. Çünkü son nefeste durum tehlikelidir. Bu kısımların en yücesi ve şahsın mârifetinin kemâline en fazla delâlet edeni, ezelî takdirde yazılmış olanın korkusudur. Çünkü sonuç, ezelde yazılana tâbi olur. Bir sürü sebeplerin araya girmesinden sonra o kökten türeyen bir dal gibidir. Bu bakımdan sonuç, Ümm’ül-Kitab’daki kaza ve kaderin hükmüne göre meydana gelir. O halde sonuçtan korkan bir kimse, geçmişten korkan kimseye nisbeten tıpkı padişahın haklarında bir ferman imzaladığı iki kişi gibidir. O fermanda onların boynunun vurulmasının emredilme ihtimali olduğu gibi, ona vezirlik payesinin verilme emrinin yazılma ihtimali de vardır. Padişahın fermanı halen onların ikisinin de eline varmamıştır.
Bu bakımdan onlardan birinin kalbi fermanın varışı ve açılışı haline ve fermanda yazılı olan şeye bağlı bulunur. Diğerinin kalbi ise padişahın imza ettiği haline ve keyfiyetine bağlı bulunur. ‘Padişah bunu imza ederken benim hakkımda kalbine merhamet mi öfke mi geldi’ düşüncesiyle bağlı bulunur. Bu sebebe iltifat eder. Bu, o sebepten türeyen dala iltifat etmekten daha yücedir. Kalemle imzalanan ezelî kaza ve kadere iltifat etmek de, sonuçta meydana gelen hükme iltifat etmekten daha yücedir. Hz. Peygamber (s.a) birgün minberin üzerinde sağ elini kapatıp şöyle demekle buna işaret etmiştir:
Şu Allah’ın kitabıdır. Allah bu kitabda cennet ehlini, ecdadlarının isimleriyle beraber yazmış bulunuyor. Onların içine ne bir kimse katılır, ne de onlardan biri eksilir.
Sonra sol elini kapatarak şöyle buyurmuştur:
Bu Allah’ın kitabıdır. Burada isimleriyle ve ecdadlarının isimleriyle cehennemlikleri yazmıştır. Onlara ne biri eklenir, ne de eksilir. Saadet ehli, sanki şekavet edilmiş gibi şekavet ehlinin ameliyle amel eder. Hatta ‘Şekavet ehlinin ta kendileridir’ denilir. Sonra Allah Teâlâ, ölümden önce bir devenin iki sağımı arası kadar bir zaman kalsa bile onları şekavetten kurtarır. Yemin olsun, şekavet ehli sanki saadet ehliymiş gibi saadet ehlinin ameliyle amel eder. Sonra ölümden önce Allah Teâlâ bir devenin iki sağımı arası kadar dahi olsa şekavet ehlini saadet ehlinin zümresinden çıkarır. Said odur ki Allah’ın kaza ve kaderiyle said olmuştur. Şakî ise, Allah’ın kazâ ve kaderiyle şakî olan kimsedir. Ameller ise sonuçlarına bağlıdır!54
Bu taksimat, günahından ve cürmünden korkan kimselerin, celâl ve korkuyu gerektiren vasıflarından ötürü Allah’ın zatından korkan kimselere taksim olunması gibidir. İşte bu sonuncusu, mertebe bakımından en yücesidir. Bu nedenle böyle bir kimse sıddîkların ibadetini yapsa bile korkusu devam eder. Diğeri ise ibâdete devam ettiğinde gurur ile emniyet arasındadır. Bu bakımdan günahtan korkmak salih kimselerin, Allah’tan korkmak ise (muvahhid) birleyici ve sıddîklarm korkusudur. Bu korku, Allah’ın marifetinin meyvesidir. Kim Allah’ı ve sıfatlarını bilmiş ise onun sıfatlarından, suçsuz olsa dahi kendisinden korkması gereken kısımları tanımış olur. Belki âsî kimse hakkıyla Allah’ı tanımış olsaydı günahından değil, Allah’tan korkardı. Eğer o hadd-i zâtında kendisinden korkulan olmasaydı ‘Onu günaha müsahhar kılmaz, günahın yolunu ona kolaylaştırmaz ve sebeplerini halketmezdi’ diye düşünmelidir.
Zira günah sebeplerinin kolaylaştırılması, kulun uzaklaştırılması demektir! Oysa günahtan önce günaha müsahhar kılınmasını gerektiren bir günah kuldan sâdır olmamıştır ki günahın sebeplerini kulun üzerinde icra etsin; ibâdetten önce bir vesile sebkat etmemiştir ki onun vasıtasıyla kendisine ibadetlerin kolaylaştırıldığı kul ibâdete sarılsın veya Allah’a yaklaştırıcı şeylerin yolu ona kolaylaştırılsın. Bu bakımdan âsî bir kimse ister istesin, ister istemesin onun üzerine mâsiyet ile hükmedilmiştir. İtaat eden için de böyledir. Öyle ise Hz. Peygamber’i daha yaratılmadan önce kendisinden sebkat eden bir vesile olmaksızın a’lâ-yı illiyyîn e çıkaran, daha var olmadan önce kendi-sinden sebkat eden ve suç olmaksızın Ebu Cehil’i esfel-i sâfilîn’e düşüren Allah’ın celâl sıfatından ötürü korkmak gerek. Çünkü Allah’a itaat eden bir kimse şu noktadan dolayı itaat eder: İtaatin iradesini kendisine musallat kılmış, itaat kudretini kendisine vermiştir. Kesin irade ve tam kudreti yarattıktan sonra fiil zarurî olur.
İsyân eden ise şu noktadan isyân eder: Kendisine kesin ve kuv-vetli bir irade musallat kılmış, sebepleri ve kudreti kendisine vermiş…
Bu bakımdan irade ve kudretten sonra fiil zarurî olur. Madem durum böyledir, keşke ibadet edenin ikrâmını gerektiren ve ibadetlerin iradesini kendisine vermekle kendisini tahsis eden, diğerinin (âsinin) ihanetini, mâsiyetin isteklerini musallat kılmak sûretiyle rahmetten uzaklaştırmasını gerektirenin kim olduğunu bilseydim? Bu durum nasıl kula havale edilir? Madem havale suç olmaksızın ve vesilesiz ezelî kader ve kazaya dönüşür, bu bakımdan dilediğiyle hükmeden ve iradesini yerine getirenden korkmak her akıllının alacağı en iyi tedbirdir. Bu mânânın ar-kasında ifşası caiz olmayan sırr-ı kader vardır. Onun sıfatlarından korkmayı ancak misâl vermekle anlayabilirsin. Eğer şeriatın izni olmasaydı hiçbir basiret sahibi onu anmaya cesaret edmezdi.
Allah Teâlâ Hz. Dâvud’a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: ‘Ey Dâvud! En azından yırtıcı hayvandan korktuğun gibi benden kork!’55
İşte bu misâl, her ne kadar seni mânânın sebebine vâkıf kılmazsa da mânânın özünü anlatır; zira sebebe vâkıf olmak, kaderin sırrına vâkıf olmak demektir. Bu ise ancak ehline keşfolunur.
Kısacası yırtıcı hayvandan, ona karşı bir suç işlediğin için korkmazsın. Aksine onun sıfatından, yırtıcılığından ve heybetin-den ötürü korkarsın. O, yaptığını pervâ etmeksizin yapar diye korkarsın. Seni öldürdüğünde kalbine rikkat gelmez, elem duymaz, seni bıraktığında da şefkatten ötürü bırakmaz. Sen onun katında ister diri, ister ölü ol, iltifat edilmekten uzaksın, senin gibi bin kişi öldürmekle bir karınca öldürmek, onun katında eşittir; zira bu hareket onun yırtıcılık âleminde bir zarar meydana getirmez. Onun kudret ve satvetini haleldar etmez. En yüce mesel Allah içindir. Fakat Allah’ı zahirî müşahededen daha açık ve kuvvetli olan bâtınî müşâhede ile bilen bir kimse bilir ki Allah Teâlâ ‘Bunlar cennete gidecektir. Şunlar da cenhennemliktir diye pervâ etmem’ sözünde sâdıktır. Allah’ın müstağniliğini ve perva etmediğini bilmek, onun heybet ve korkusu için sana kâfidir.
Korkanların ikinci tabakasını nefislerinde istenilmeyen şeyin temessül etmesi korkutur. O da, ölümün elem ve şiddeti, Nekir ve Münker denilen meleklerin suali veya kabir azabı, kıyametin dehşeti, Allah’ın huzurunda durmanın heybeti, örtünün keşfinden gelen hayânın, küçük büyük herşeyin sualinin heybeti, köprünün ve keskinliğinin, üzerinden nasıl geçileceği endişesinin, ateşten, onun bukağılarından, şiddetlerinden, mukim bir mülk ve nimetlerin evi olan cennetten mahrum olmaktan, derecelerin eksikliğinden veya Allah’tan mahcub olmaktan korkmasıdır. Bütün bu sebepler hadd-i zâtında, istenilmeyen şeylerdir. Şüphesiz ki bunlar korkutucudurlar, fakat buradaki korkanların durumları değişir. Rütbe bakımından en yücesi, Allah’tan mahcub olma ve ayrılma korkusudur. Bu korku âriflerin korkusudur. Ondan önceki korku, her âmil, salih, zâhid ve âlimin korkusudur.
55) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiş, sonra da bu rivayetin müellif tarafından İsrailliyat’tan olduğuna işaret edildiğine dikkat çekmiştir.
Mârifeti kemal derecesine varmayan, basireti açılmayan bir kimse ise, misalin lezzetini duymaz. Uzaklık ve ayrılığın elemini hissetmez. Kendisine ‘Ârif ateşten değil, ancak Allah’tan mahcub olmaktan korkar’ denildiği zaman, bu durumu iç âlemde istenilmeyen birşey olarak görür ve hayrete düşer. Eğer şeriat onu inkârdan alıkoymamış olsaydı, Allah’ın cemâline bakmanın lezzetini de inkâr ederdi. Bu bakımdan bunu itiraf etmek taklidin zaruretinden neşet edip sadece lisan iledir. Aksi takdirde onun bâtını bunu tasdik etmemektedir. Çünkü o işkembe, tenasül aleti ve göz lezzetinden başkasını bilmez. Renklere ve güzel yüzlere bakmayı bilir. Kısacası hayvanların kendisiyle ortak olduğu lezzetleri tanır. Ariflerin lezzetine gelince, onlardan başkası onu idrâk etmez. Bu konunun tafsilâtını ehli olmayan bir kimseye anlatmak haramdır. Ehli olan bir kimse ise, nefsiyle görür, kendisine izahat vermeye ihtiyaç kalmaz. İşte korkanların korkusu bu kısımlara ayrılır.
Allah Teâlâ’dan lütûf ve keremiyle güzel tevfîkini talep ederiz!
54) Tirmizî, (Abdullah b. Âmir’den)
*Yemeklerin Islahı
Korku’nun fazileti bazen düşünmek ve ibret almakla, bazen de ayet ve hadîslerle bilinir.
İbret almanın yolu şudur: Bir şeyin fazileti, insanı ahirette Allah ile mülâki olma saadetine götürmekteki rolüne göredir. Çünkü saadetten başka hedef yoktur. Kulun saadeti de ancak mevlâsıyla mülâki olup ona yaklaşmadadır. Bu bakımdan o mülâkata yardım eden herşeyin fazileti vardır. Fazileti de orada oynadığı role göredir. Anlaşıldı ki ahirette Allah ile mülâki olma saadetinin varlığı, ancak muhabbetini istemekle ve dünyada O’nunla yakınlık kurmakla mümkündür.
Muhabbet de ancak mârifetle, mârifet de düşüncenin devamıyla, ünsiyet de ancak muhabbetle ve zikrin devamıyla elde edilir. Zikir ve düşünceye devam etmek ancak dünya sevgisini kalpten atmakla mümkün olur. Dünya sevgisi de ancak dünyanın lezzet ve şehvetlerini terketmekle kalpten çıkar. Nefsin isteklerinin terkedilmesi, ancak şehvetleri yok etmekle mümkün-dür. Şehvetler de korku ateşiyle yok oldukları gibi, hiçbir şeyle yok olmazlar. Bu bakımdan şehvetleri yakan ateş, korkudur. Zira korkunun fazileti, yaktığı şehvetler nisbetinde ve insanı günahtan alıkoyduğu ve ibadetlere teşvik ettiği nisbettedir. Bu ise, daha önce geçtiği gibi, korku derecelerinin değişikliğine göre değişir.
Korku nasıl faziletli olmasın? Çünkü iffet, verâ, takva ve mücahede ancak korku ile elde edilir. Bunlar ise, Allah’a hakkıyle yaklaştırıcı ve dinen övülen faziletli amellerdir.
Ayet ve hadîslerden öğrenmek yoluyla korkmaya gelince, korku’nun fazileti hakkında vârid olan hükümler sayılmayacak kadar çoktur. Allah Teâlâ’nın korkan kullarına hidayet, rahmet, ilim ve rızasını derlediği, korkunun faziletine delâlet etmek bakımından, sana kâfi gelse gerektir. Bunlar cennet ehlinin ma-kamlarını bir araya getiren noktaların ta kendisidir.
Ayetler
Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardır.(A’raf/154)
Kulları içinden ancak âlimler Allah’tan (hakkıyle) korkar.(Fâtır/28)
Allah Teâlâ, bu kulları korkmalarından ötürü ilimle vasıflandırmıştır.
Allah onlardan razı olmuş,onlar da O’ndan razı olmuşlardır.İşte bu, rabbine saygı gösterene mahsustur.(Beyyine/8)
İlmin faziletine delâlet eden her delil, korkunun faziletine de delâlet eder. Çünkü korku ilmin meyvesidir. Bu sırra binaen Hz. Musa’nın haberinde şöyle vârid olmuştur: ‘Korkanlar için en yüce arkadaş vardır, bu hususta kimse onlara ortak değildir’.
Hz. Musa’nın nasıl en yüce arkadaşın arkadaşlığına sadece korkanları lâyık gördüğüne dikkat et! Bunun hikmeti. şudur: Çünkü onlar âlimdirler. Âlimlerin, peygamberlerle arkadaşlık rütbesi vardır. Çünkü peygamberlerin varisleridirler. En yüce arkadaşın arkadaşlığı ise, peygamberlerin ve onlara iltihak eden âlimlerin derecesidir.
Bu sırra binaen Hz. Peygamber, ölüm hastalığında iken, dünyada bâki kalmak ile Allah’ın huzuruna varmak arasında muhayyer kılındığında şöyle buyurmuştur:Senden en yüce arkadaşı diliyorum!56
Madem durum budur, eğer korkuyu meyve olarak veren şeye bakılırsa, onun ilim olduğu görülür. Eğer korkunun meyvesine bakılırsa o takvadır. İlim ve takvanın faziletleri hakkında vârid olan hükümler ise hiç kimseye gizli değildir. Hatta iyi sonuç takvaya verilir. Nitekim hamdin Allah’a, salâtın Rasûlullah’a mahsus olduğu gibi…
Öyle ki ‘Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’a, iyi sonuç muttakîlere, sâlat da efendimiz Hz. Muhammed’e ve onun bütün âline mahsustur’ denir.
Allah Teâlâ, takvayı nefsine izafe etmek sûretiyle tahsis kılarak şöyle buyurmuştur:
Onların ne etleri, ne kanları Allah’a ulaşmaz. Fakat sizin takvanız O’na ulaşır.(Hacc/37)
Takva ancak korku ile daha önce geçtiği gibi haramlardan sakınmaktan ibarettir.
Allah katında en üstün olanınız, takvası en fazla olanınızdır.(Hucurât/13)
Sizden önce kitab verilenlere de size de ‘Allah’tan korkun!’ diye tavsiye ettik. Eğer inkâr ederseniz (biliniz ki) göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır.(Nisâ/131)
Eğer inanmış iseniz, onlardan korkmayın, benden korkun!(Âlu İmran/175)
Görüldüğü gibi, Allah korkmayı emrediyor, iman için şart koşuyor. Bu nedenle bir mü’minin ne kadar zayıf olursa olsun korkudan ayrılması düşünülemez. Mü’minin korkusunun zafiyeti mârifet ve imanının zâfiyeti nisbetindedir.
Hadîsler
Hz. Peygamber takvanın fazileti hakkında şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ geçmiş ve gelecekleri belli bir günde topladığı zaman, en kenarda kalanları tarafından bile işitilen bir sesle karşı karşıya kalırlar, O ses sahibi der ki: ‘Ey insanlar! Sizi yarattığım günden bugüne kadar sizin için susup (sizi dinledim), siz de bugün benim için susun, (beni dinleyin): Onlar amellerinizdir. Sizin üzerinize vârid olur’.
Ey insanlar! Ben size bir neseb seçtim. Siz de başka bir soy seçip benim seçmiş olduğum nesebi bıraktınız, kendinizin seçtiği nesebi yücelttiniz. Ben ‘Allah katında sizin en şerefliniz, takvası en fazla olanınızdır’ dedim. Siz bunu kabul etmekten imtina edip ille şöyle demekte israr ettiniz: ‘Filan filanın oğludur! Filandan daha zengindir!’
Bugün sizin seçtiğim nesebi bırakıp, benim kılmış olduğum nesebi yücelteceğim. (Öyleyse) muttakîler nerede!? Muttakîler için bir sancak yükseltilir. Muttakîler o sancağı takip ederek Allah tarafından kendileri için takdir edilen makamlarına giderler. Dolayısıyle hesaba çekilmeden cennete girerler.57
Hikmetin başı Allah korkusudur!58 Hz. Peygamber, İbn Mes’ud’a hitaben şöyle demiştir:
Eğer benimle mülâki olmak istiyorsan benden sonra Allah’tan çokça kork!59
Fudayl b. Iyaz der ki: ‘Allah’tan korkan bir insanı, Allah kor-kusu herşeye muttali kılar! Şiblî de şöyle der: ‘Allah’tan korktuğum bir günde daha önce görmediğim hikmet ve ibretten bir kapı bana görünür!’
Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ‘Hiçbir mü’min yoktur ki bir günah işlesin de o günaha iki sevap iltihak etmemiş olsun. O sevaplar cezanın korkusu ve affın ümididir; tıpkı iki aslan arasındaki tilki gibi…
Musa’nın haberinde şöyle vârid olmuştur: ‘Muttakîlerden hiçbiri yoktur ki onunla münakaşa etmeyeyim ve onun elindekini teftiş etmemiş olayım. Ancak verâ sahipleri bu hükmün dışındadır. Çünkü onlardan utanır, onları hesap için durdurmayı hoş görmem’.
Verâ ve takva, şartları korku olan mânâlardan iştikak eden isimlerdir. Korku olmadığı zaman, o mânâlar bu isimlerle isimlenmezler.
Zikr’in faziletleri hakkında vârid olan şeyler de gizli değildir. Allah Teâlâ zikri korkanlara mahsus kılarak şöyle buyurmuştur:
Allah’a saygılı olan hatırlar, (öğüt alır). (Alâ/10)
Rabbinin makamından korkan bir kimse için iki cennet vardır.(Rahmân/46)
Allah Teâlâ (bir hadîs-i kudsî’de) şöyle buyurmaktadır:
İzzetime yemin ederim ki kulum için iki korkuyu ve iki emniyeti bir araya getirmeyeceğim. Eğer kulum dünyada benden emin olursa kıyamet gününde onu korkuturum. Eğer dünyada benden korkarsa kıyamet gününde onu emin kılarım.60
Allah’tan korkan bir kimseden herşey korkar.61
Aklı en fazla olanınız, Allah’tan en fazla korkanınızdır. İbret bakımından en ileride olanınız Allah’ın emrettiğini yerine getirmek ve yasakladığını terketmek hususunda en iyi hareket edeninizdir.62
Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ‘Âdemoğlu miskindir. Eğer fakirlikten korktuğu gibi ateşten korkmuş olsaydı cennete girerdi!’
Zünnûn-i Misrî şöyle demiştir: ‘Allah’tan korkan bir insanın kalbi erir. Allah’a olan sevgisi kuvvet bulur, aklı gelişir’.
Yine Zünnûn şöyle demiştir: ‘Korkunun ümitten daha fazla olması uygundur. Çünkü ümit daha fazla olduğu zaman kalp karmakarışık olur’.
Ebu Hüseyin ed-Derîr şöyle derdi: ‘Saadetin alâmeti şekavetten korkmaktır. Çünkü korku, Allah ile kul arasında gemdir. Kulun gemi koptuğunda helâk olanlarla beraber helâk olur’.
Yahya b. Muaz’a şöyle soruldu:
– Yarın kıyamette insanların en emini kimdir?
– Bugün en fazla korkandır.
Sehl şöyle demiştir: ‘Helâl yemedikçe korkuyu elde edemezsin!’Hasan’a şöyle denildi:
– Ey Ebu Said! Biz ne yapalım? Bizi aklımız uçacak derecedekorkutan kavimlerle beraber oturuyoruz.
– Allah’a yemin olsun! Sizi korkutan bir kavimle arkadaşlık yapmanız, sizi emin kılan bir kavimle arkadaşlık yapmanızdan daha hayırlıdır.
Ebu Süleyman ed-Dârânî dedi ki: ‘Korku herhangi bir kalbten ayrılırsa, o kalp harab olur’.
Hz. Âişe, Hz. Peygamber’e şöyle sorar:
– Ey Allah’ın Rasûlü! ‘Rablerinin huzuruna varacaklarından yürekleri çarparak zekâtlarını verenler'(Mü’minûn/60)
ayetinde bahsi geçen kimseler hırsızlık ve zina yapan kişiler midir?
– Bilakis oruç tutan, namaz kılan, sadaka veren ve bu ibâdetlerin kendisinden kabul edilmeyeceğinden korkan kimsedir.63
Allah’ın azabından emîn olanları tehdit eden haberler sayılamayacak kadar çoktur. Bütün bunlar korkuyu övmektir; zira birşeyi kötülemek, o şeyi yok eden zıddını övmek demektir. Korkunun zıddı ise emîn olmaktır. Nitekim recâ’nın zıddının havf olması gibi…
Emîn olmanın kötülenmesi, zıddı olan korkunun faziletine delâlet eder. Recâ’nın fazileti hakkında vârid olan hükümlerin hepsi korkunun faziletine delildir. Çünkü ümit ile korku ayrılmaz iki haslettir; zira bir sevgiliyi arzulayan bir kimse, elbette onun elden kaçmasından korkar, eğer elden kaçmasından korkmazsa, onu sevmiyor demektir. Bu bakımdan onu beklemekle ümit sahibi olamaz. Korku ile recâ ayrılmaz iki haslettir. Evet! Birinin diğerine bir arada oldukları halde galebe çalması mümkündür. Kalbin hâl-i hâzırda biriyle meşgul olup gafletinden ötürü diğerine iltifat etmemesi de mümkündür.
Bunun böyle olması şu noktadan ileri gelir: Ümit ve korkunun şüpheli olan şeyle ile ilgili bulunmasmdandır; zira malûm olan birşey ne umulur, ne de ondan korkulur. Madem durum budur, varlığı mümkün olan mahbubun yokluğu da şüphesiz ki mümkündür. Bu bakımdan varlığı kalbe rahat verirse ümit olur. Yokluğu kalbi üzerse o da korkudur. Bu iki şey, şüphesiz zıttırlar. Eğer o beklenen şey şüpheli ise durum budur. Şüphenin iki tarafından biri, bir kısım sebeplerin hazır olmasından dolayı başkasına galebe çalar ve buna zan denir. Bu da birinin diğerine galebe çalmasının sebebi olur. Zannın üzerine mahbubun varlığı galebe çaldığında ümit tarafı kuvvet bulur. Ona göre korku gizlenir. Aksi de böyledir. Her durumda ümit ile korku, ayrılmaz iki haslettirler.
Gerçekten onlar hayırlara koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi.(Enbiyâ/90)
Yanları yataklarından uzaklaşır, korkarak ve umarak rab-lerine dua ederler.(Secde/16)
Bu sırra binaen Araplar, korkuyu recâ ile ifade etmiştirler. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Size ne oluyor ki Allah için saygı ummuyorsunuz korkmuyorsunuz? (Nuh/13)
Çoğu kez Kur’an’da recâ terimi korkmak mânâsında kullanılmıştır. Bu da recâ ile korku’nun ayrılmaz iki vasıf olmasından ileri gelir; zirâ Arab’ın âdeti birşeyi onun ayrılmaz parçası ile ifade etmektir. Öyleyse Allah korkusundan ağlamanın fazileti hakkında vârid olan her hüküm, korkunun faziletini belirtmektir. Çünkü o ağlama, korkunun meyvesidir.
Artık kazandıklarının cezası olarak az gülsünler ve çok ağlasınlar.(Tevbe/82)
Ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar vc Kur’an onların derin saygısını artırır.(İsrâ/109)
Şimdi siz bu Kur’an’a mı şaşıyorsunuz ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz ve siz baş kaldırıyorsunuz?(Necm/59-61)
Mü’min bir kulun gözlerinden, sinek başı kadar olsa dahi Allah korkusundan yaş aksa, sonra onun yüzünün kızgınlığından birşeye isabet etse, muhakkak ki Allah onu ateşe haram kılar.64
Mü’minin kalbi Allah’ın korkusundan ürperdiği zaman, yapraklar ağaçtan döküldüğü gibi günahları dökülür.65
Allah korkusundan ağlayan bir kimse sağılan süt memeye tekrar girmedikçe- ateşe girmez. 66
Ukbe b. Amir huzuru saadete varıp Hz. Peygamber’e şöyle sordu:
– Kurtuluş yolu nedir?
– Diline hâkim ol! Evin seni istiâb etsin ve hatana karşıağla!67
Hz. Aişe Hz, Peygamber’e şöyle sordu:
– Ümmetinden hesap görmeden cennete girecek bir kimse varmı?
– Günahını hatırlayıp ağlayan bir kimse hesap görmeden cennete girer.68
Allah’ın korkusundan ötürü gözden akan bir damla yaştan veya Allah yolunda akıtılan bir damla kandan Allah katında daha sevimli bir şey yoktur.69
Ey Allahım! Bana çokça ağlayan iki göz ihsan et ki göz dam-laları akıtmak sûretiyle kalbe şifa versinler.70
Yedi sınıf insan vardır, arşın gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı bir günde Allah Teâlâ onları gölgelendirir.
Hz. Peygamber bu hadîsi uzun uzadıya izah ettikten sonra şöyle demiştir:
O sınıflardan biri de tenhada bulunduğu halde Allah’ı anan ve gözlerinden yaşlar akan bir kimsedir.
56) Müslim, Buhârî
57) Taberânî
58) Beyhakî
59) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiştir.
60) İbn Hibban, Beyhakî
61) İbn Hibban
62) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiştir.
63) Tirmizî, İbn Mâce, Hâkim
64) Taberânî, Beyhakî
65) Taberânî, Beyhakî
66) Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce
67) Daha önce geçmişti.
68) Irâkî rivayetin aslını görmediğim söylemiştir.
69) Tirmizî, (Ebu Ummâme’den)
70) Müslim, Buhârî
*Islah Edicilerin Islahı
Ebubekir Sıddîk (r.a) der ki: ‘Bir müslüman ağlayabildiği kadar ağlasın, ağlayamayan ise kendini ağlamaya zorlasın’.
Muhammed b. el-Münkedir, Allah korkusundan ağladığı zaman göz yaşlarıyla yanaklarını ve sakalını sıvazlardı ve derdi ki: Kulağıma gelen bir hadîs-i şerifte şu hüküm vardır:
Allah korkusundan gelen damlaların değdiği yeri ateş yakmaz!
Abdullah b. Amr b. el-Âs şöyle demiştir: Ey müslümanlar! Allah korkusundan ağlayın. Eğer ağlamanız gelmiyorsa ağlamaya kendinizi zorlayın. Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim, eğer sizden biriniz hakikati bilmiş olsaydı sesi kesilinceye kadar sesli bir şekilde ağlar ve beli kırılıncaya kadar namaz kılardı’.
Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: ‘Allah korkusundan yaşlarla dolan bir gözün sahibinin yüzü kıyamet gününde zillet görmez. Eğer o kimsenin göz yaşları akarsa, Allah Teâlâ o akan yaşların ilk damlasıyla ateşten teşekkül eden denizleri söndürür. Eğer bir ümmetin içinde bir tek kişi ağlasa, onun yüzü suyu hürmetine o ümmet mü’min ise fazla azap çekmez’.
Ebu Süleyman der ki: ‘Ağlamak, Allah korkusundan, ümit ile cezbeye tutulmak ise Allah Teâlâ’nın cemâlinin şevkinden doğar’.
Ka’b’ul-Ahbar der ki: ‘Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin olsun, Allah korkusundan ağlayıp göz yaşlarının yanakları Üzerine akması, bence bir dağ kadar altını sadaka vermekten daha sevimlidir’.
Abdullah b. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: ‘Allah korkusundan bir damla göz yaşı akıtmam, bin dinar sadaka vermemden bana daha hoş gelir!
Hanzele şöyle anlatıyor: Birgün Hz. Peygamberin huzurunda bulunuyordum. Hz. Peygamber bize öyle bir nasihatta bulundu ki kalpler rikkate geldi. Gözlerden şıpır şıpır yaşlar akmaya başladı ve biz nefislerimizi tanımış olduk. Sonra ben eve gittim. Hanım bana yaklaştı. Hanımla birtakım şeyler konuştuk. Hz. Peygamber’in katındaki o hâlim unutuldu ve dünyaya daldık. Sonra Hz. Peygamberin katındaki o durumu hatırladım ve kendi kendime dedim ki: ‘Vallahi münafıklığa girmiş oldun. Çünkü Hz. Peygamberin yanındaki korku ve rikkatin kalmadı’. Bunun üzerine evimden çıktım ve gayri ihtiyari olarak Medine’nin sokaklarından ‘Hanzele münafık oldu’ diye bağıra bağıra mecsidi nebevî’ye doğru yürüdüm. Bu esnada Ebubekir Sıddîk (r.a) ile karşılaştım. Bana ‘Hayır! Hanzele münafık olmadı’ dedi. Böylece Hz. Peygamberin yanına vardım. ‘Hanzele münafık, oldu’ diyordum. Bu sözlerimi duyan Hz. Peygamber ‘Hayır! Hanzele asla münafık olmaz’ dedi. Bunun üzerine dedim ki: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Biz biraz önce senin yanında oturuyorduk. Sen kalplerimizi ürperten, gözlerimizden yaşlar akıtan ve nefsimizi bize tanıtan bir nasihatta bulundun. Bu sohbetimizden sonra evime vardım. Karımla beraber dünya işlerine daldık! Senin yanında elde etmiş olduğumuz mânevî havayı unuttum’. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
Ey Hanzele! Eğer daima o manevî hava içeresinde kalmış olsanız, yollarda yürürken ve yataklarınızın üzerinde uzanırken meleklerle musafaha edersiniz. Fakat ey Hanzele! Bu hâl bazen gelir, bazen kaybolur.71
Ümit, ağlama, takva, verâ ve ilmin fazileti hakkında ve Allah’ın azabından emin olmanın da aleyhinde vârid olan bütün hükümler Allah korkusunun faziletine de delâlet ederler. Çünkü bütün bunlar korku ile bağlantılı bulunurlar, kimi korkunun se-bebi ve kimi de korkudan doğan hallerdir.
71) Müslim, (Daha kısa bir ibareyle)
*Melekleri Yaratmadaki İlahî Nimet
Korku ve ümid’in fazileti hakkında vârid olan haberler pek çoktur. Çoğu kez korku ile ümide bakan bir insan hangisinin daha üstün olduğunda şüpheye düşer. Kişinin ‘Korku mu daha üstündür, recâ mı?’ suali yanlış bir sualdir. Tıpkı ‘Ekmek mi üstündür yoksa su mu?’ diyenin sözüne benzer. Bunun cevabı ‘Aç bir kimse için ekmek sudan daha üstündür. Susamış bir kimse için ise su daha üstündür ve bu iki durum bir arada bulunursa,duruma bakılır Eğer açlık daha galip ise, ekmek daha üstündür. Susuzluk daha galipse, su daha üstündür. Eğer eşit iseler fazilette de eşittirler’ demektir.
Bunun hikmeti şudur: Bir maksat için istenilen herşeyin fazileti kendi nefsine izafeten değil, aksine o maksada izafeten belirir. Korku ile ümit iki ilaçtırlar. Onlarla kalpler tedavi edilir. Bu bakımdan onların fazileti mevcut hastalık nisbetindedir. Eğer kalbe galip olan durum Allah’ın azabından emin olmak ve ona aldanmak ise, korku daha faziletlidir. Eğer galip olan durum Allah’ın rahmetinden ümitsizlik ise, ümit daha faziletlidir. Aynen bunun gibi eğer kul üzerinde galip olan durum, günahkârlık ise, böyle bir kul için korku daha üstündür. Kayıtsız ve şartsız korku daha üstündür demek caizdir.
Fakat ‘Ekmek, sekencebin denilen maddeden daha faziletlidir; zira ekmek ile açlık hastalığı tedavi edilir, sekencebin maddesiyle safra hastalığı tedavi edilir. Oysa açlık hastalığı daha galip ve daha çoktur. Bu bakımdan ekmeğe olan ihtiyaç sekencebin maddesine olan ihtiyaçtan daha fazladır. Öyleyse ekmek daha üstündür’ te’viline binaen böyle denilebilir.
Bu itibarla korku daha faziletlidir. Çünkü halk arasında Allah’ın affına aldanmak ve günahlara dalmak daha yaygın bir haldir. Eğer korku ile ümidin çıkış merkezi tedkik edilirse, ümidin daha üstün olduğu görülür. Çünkü ümit rahmet denizinden, korku ise gazab denizinden alınmaktadır.
Kim Allah’ın sıfatlarından lütûf ve merhameti gerektiren bir sıfatı mülâhaza ederse, o kimsede muhabbet daha galip olur.
Muhabbetin ötesinde bir makam yoktur. Korkunun dayanağı ise şiddeti iktiza eden ilâhî sıfatlardır. Bu bakımdan muhabbetin ümide karışması gibi, muhabbet korkuya karışmaz. Kısacası başkası için kastolunan birşey hakkında en faziletliyi ifade eden efdal terimini değil de en elverişliyi ifade eden aslâh terimini kullanmak daha yerinde olur. Halkın çoğu için korku, ümitten daha elverişlidir. Çünkü günahlar onlara daha galiptir. Günahın açığını ve gizlisini bırakan muttakîye gelince, en doğru hüküm, böyle bir kimsenin korkusu ile ümidini eşit saymaktır. Bu nedenle şöyle denilmiştir; ‘Eğer mü’minin korkusu ile ümidi tartılsa muhakkak eşit çıkar’.
Rivayet ediliyor ki Hz. Ali çocuklarından birine ‘Ey oğul! Allah’tan öyle bir şekilde kork ki bütün yeryüzünde yaşayan insanların sevaplarıyla O’nun huzuruna varsan bile o sevapları senden kabul etmeyeceğini düşün ve Allah’tan öyle bir şekilde ümitli ol ki eğer yeryüzündeki bütün insanların kötülükleriyle O’nun huzuruna gelsen bile seni bağışlayacağını düşün’ demiştir.
Bu sırra binaen Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ‘Eğer bir kişi müstesna bütün insanlar ateşe girecek dense, o kişinin ben olmasından ümidimi kesmem ve yine bütün insanlar bir kişi müstesna cennete girecek dense, muhakkak o kişi olmaktan korkarım!’
Hz. Ömer’in bu sözü, korku ve ümidin son dereceye ulaşmasından kaynaklanır. Ancak bu, birinin diğerine eşit olması açısından böyledir. Hz. Ömer gibi bir zatın korku ve ümidinin eşit olması uygundur.
Âsî bir kimse cehenneme girmekten istisna edilen kişi olduğunu zannettiği zaman, onun bu zanna kapılması mağrur oluşuna delil olur. Eğer ‘Hz. Ömer gibi bir insanın korku ve ümidinin eşit olmaması gerekir. Aksine Ümit kitabının başında geçtiği gibi, ümidi daha ağır olmalıdır. Tohum ve ziraatla misal getirildiği gibi Hz. Ömer’in kuvvetinin, sebeplerin kuvveti nisbetinde olması uygundur’ dersen, malûmdur ki temiz tohumu temiz araziye eken ve onu geliştirmeye çalışan ve bütün şartlarını yerine getiren bir kimsenin kalbinde o ekinin yetişme ümidi daha fazla olur. Böyle bir kimsenin korkusu, ümidine müsavi olamaz. Bu bakımdan muttakîlerin hallerinin de böyle olması uygundur.
Mârifeti, lâfızlar ve misallerden edinen bir kimsenin hataları çoğalır. Biz onu her ne kadar bir misal ile zikretmiş isek de o her yönden bizim bahsettiğimiz hususa benzemez. Çünkü ümidin galip gelmesinin sebebi, tecrübeyle elde edilen bir ilimdir. Zira yerin temizliği, tohumun sağlamlığı, havanın güzelliği ve o yöredeki yok edici sebeplerin azlığı tecrübeyle anlaşılmıştır.
Bizim meselemizin misali, cinsi denenmemiş ve daha önce ziraat hususunda tecrübe edilmemiş bir araziye ekilen bir tohum gibidir. Üstelik o arazinin bulunduğu memlekette şimşeklerin çakmasının ve dolunun yağmasının çok olup olmadığı da bilinmemektedir. Böyle bir yerdeki çiftçinin var kuvvetiyle çalışsa bile ümidi korkusuna galip gelemez.
Bizim meselemizde tohum imandır. Onun sıhhatinin şartları incedir. Yer ise, insanoğlunun kalbidir. O kalbin gizli çirkinliklerden, gizli şirkten, nifak ve riyadan saf bulunmasıdır. Kalpteki gizli şeyleri çözmek gayet zordur. Âfetler ise, şehvetler ve dünya süsleridir. Kalbin bunlara gelecekte iltifat etmesidir. Her ne kadar hâl-i hâzırda kalp bunlardan selîm ise de…
Oysa bu, ne deneme ile bilinir ve ne de tahakkuk eden bir şeydir; zira insanoğlunun önüne muhalefeti mümkün olmayan sebeplerden biri benzeri denenmediği halde çıkar. Çakan şimşekler ve yağan dolular ise, ölüm anındaki dehşetlerdir ve o anda inancın sarsılmasıdır! Bu da denenmeyen şeylerdendir. Ekinin olgunlaşıp biçilmesi ise, kıyametten dönüp cennete varmak anında tahakkuk eder. Bu ise denenmemiştir. Bu bakımdan bütün bu şeylerin hakikatlerini bilen bir insan, eğer kalben zayıf, esasında korkak bir kimseyse, şüphesiz onun korkusu ümidine galebe çalar.
Nitekim ashab-ı kiram ve tâbiînin ileri gelenlerinden bu durum hikâye edilecektir. Eğer o kimse, kalben kuvvetli, kahraman bir zat ve tam mârifetli ise, onun korku ile ümidi eşit olur. Ümidinin korkuya galebe çalması sözkonusu olmaz.
Hz. Ömer (r.a) kalbini inceden inceye tedkik ederdi. Hatta münâfıkları en iyi bilen Hz. Huzeyfe’den ‘Acaba bende münafıklık var mı?’ diye sorardı. Çünkü Hz. Peygamber, Huzeyfe’ye münafıkları bildirmişti. Madem durum budur, öyleyse kalbini gizli nifaktan ve gizlice Allah’a ortak koşmaktan temizlemeye kimin gücü yeter? Eğer kişi, kalbinin bundan temizlenmiş olduğuna inanırsa, bilâ-hare bozulmayacağından nasıl emin olabilir? Ayıbının kendisinden gizlendiğinden nasıl emin olabilir? Eğer buna da güveniyorsa, son nefesine kadar bu durum üzerinde kalacağına dair nereden teminat almıştır?
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kişi elli senelik ömrü boyunca cennet ehlinin ameli gibi, Allah’a ibâdet eder. Öyle ki cennetle arasında bir karış kadar mesafe kalır. (Bir rivayette; onunla cennetin arası ancak bir devenin iki sağımı arası kadar kalır, Allah’ın kaza ve kaderi ilâhisi onun önüne geçer ve cehennem ehlinin ameliyle onun defteri sonuçlanır).72
Devenin iki sağımı arası kadar bir miktar, azalarla amel yapmaya müsait olmayan bir zamandır. O ancak ölüm çağında insanoğlunun kalbinden geçenin sığacağı kadar bir zamandır. Bu durum, kişinin sonunun kötülükle sonuçlanmasını gerektirir! Öyle ise kişi bundan nasıl emin olabilir? Madem durum budur, imanlı bir kimsenin en yüksek hedefi, Allah’tan korkması ile Allah’ın rahmetini ümit etmesinin eşit olmasıdır. Birçok kimsede ümidin galebe çalması aldanmasından ve mârifetinin azlığından kaynaklanır. Bunun için Allah Teâlâ ümit ile korkuyu, övdüğü insanların niteliği olarak bir arada cem’ederek şöyle buyurmuştur:
Korkarak ve umarak rablerine dua ederler. (Secde/16)
Gerçekten onlar hayırlara koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi.(Enbiya/90)
Hz. Ömer gibisi nerede! Bu bakımdan bu zamanda yaşayanlar için uygun olan şey, korkunun ümide galebe çalmasıdır. Fakat korku ve ümitsizlik, onları ameli terketmeye ve Allah’ın rahme-tinden ümit kesmeye götürmemek şartıyla; zira bu dereceye vardırdığı takdirde amelde tembellik ve günahlara dalmaya sebep olur.
Böyle bir durum, korku değil, Allah’ın rahmetinden ümit kesmektir. Korku insanı ibâdet etmeye teşvik eder, şehvetleri bulandırır. Kalbi dünyaya meyletmekten sakındırır. Aldanış evinden kalbi uzaklaşmaya dâvet eder. İşte dinen övülen korku bu korkudur, insanı günahlardan menetmeyen, aksine teşvik eden ve sözden ibaret olan bir durum, korku değildir. Ümitsizliği gerektiren hareket de korku değildir.
Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ‘Kim sadece korkudan Allah’a kulluk yaparsa c, düşünceler denizine garkolur. Kim sadece ümit ile Allah’a kulluk yaparsa, gururun sahrasında şaşakalır. Kim ümit ve korku arasında bulunduğu halde Allah’a ibadet ederse, o, zikirlerin caddesinde yürür’.
Mekhûl şöyle demiştir: ‘Sadece korkudan ötürü Allah’a ibadet eden, Haruriyye mezhebine mensuptur. Sadece ümitle Allah’a kulluk yapan, Mürcie’dir. Sadece muhabbetten ötürü Allah’a kulluk yapan zmdık’tır. Korku, ümit ve muhabetten ötürü Allah’a ibadet eden ise muvahhiddir.73
Madem durum budur, o halde bu üç vasfı bir araya getirmek gerekir. Fakat ölümü görmeden önce korkunun galebe çalması en uygunudur, ölüm anında ise, insan için en uygunu ümidin galebe çalması ve Allah hakkında hüsn-ü zanda bulunmasıdır. Çünkü korku, insanı çalışmaya iteleyen kamçı gibidir. Ölüm anında ise, çalışma sona ermiştir. Bu bakımdan ölüme yaklaşmış bir insanın ne çalışmaya, ne de korkunun sebeplerine gücü yetmez; zira bu, onun kalbinin damarını kesip ölümünün çabuklaşmasına yardım eder!
Ümit ise kişinin kalbini kuvvetlendirir. Umduğu, rabbini ona sevdirir.
Allah’ın dostu olmadığı halde dünyadan ayrılmak, hiç kimse için uygun değildir. Bu bakımdan dünyadan ayrılan Allah’ını sevmelidir. Çünkü Allah ile mülâki olmayı sevenle Allah da mülâki olmayı sever. Ümit ve muhabbet beraber olur. Bu bakımdan Allah’ın keremini ümit eden bir kimse, aynı zamanda, Allah’ın mahbûbudur. Zaten ilim ve amellerden gaye; Allah’ın mârifetidir ki bu mârifet muhabbet ve sevgiyi meyve olarak verir. Çünkü sonuç O’na döner.
Ölümle insan O’nun huzuruna varır. Öyleyse mahbûbunun huzuruna varan bir kimsenin sevinci muhabbeti nisbetinde büyük dur. Mahbûbundan ayrılan bir kimsenin üzüntü ve azabı da şiddetli olur. O halde ölüm anında kalpte ailesinin, evladının, malının, meskeninin, akar ve arkadaşlarının sevgisi galip ise, bu kimsenin bütün sevdikleri dünyadadır.
Bu bakımdan dünya bunun cennetidir; zira cennet bütün sevgilileri bir araya getiren bir kıtadan ibarettir. Öyleyse bunun için ölüm, kendisine ait cennetten çıkış ve kendisiyle istedikleri arasına perde geren bir durumdur. Bu bakımdan kişinin Allah’tan, O’nun zikri, mârifeti ve O’nun hakkında düşünmekten başka mahbûbu olmadığı ve dünya ile dünyanın nimetleri kendisini mahbûbundan meşgul ettiği zaman, dünya onun için hapishanedir! Zira hapishane, hapsolunan bir kimseyi sevdiklerine gitmekten alıkoyan bir yerin ismidir. Bu bakımdan bu kimsenin ölümü, mahbûbunun huzuruna varış ve hapisten kurtuluştur. Hapisten kurtulmuş ve mahbûbuyla engel olmaksızın başbaşa kalmış bir kimsenin hali ise, herkesin malûmudur. İşte ölümünden sonra dünyadan ayrılan herkesin ilk rastladığı sevap ve ceza budur. Bu da Allah Teâlâ’nın salih kulları için gözün görmediği, kulağın işitmediği, beşerin hayâl bile etmediği nimetler ve dünyayı ahirete tercih eden ve dünyaya razı olan, ona tamamen güvenen kullarına da hazırladığı bukağılar ve zincirlerdir.
Bu bakımdan biz Allah Teâlâ’dan, bizi müslüman olarak öldürmesini ve salih kullarının zümresine ilhak etmesini talep ederiz. Bu duanın kabul olunması ancak Allah’ın sevgisini elde etmek ile umulabilir ve Allah sevgisine de ancak başkasının sevgisini kalpten çıkarmak, Allah’tan başka mertebe, mal ve meskenden alâkayı kesmekle varılır. Bu bakımdan bizim için en iyisi Hz. Peygamber’in Allah’ı çağırdığı dua ile dua etmektir:
Ey Allahım! Bana sevgini ve seni sevenin sevgisini, beni senin sevgine yaklaştıran şeyin sevgisini ihsan et. Sevgini soğuk sudan daha fazla, bana sevdir.74
Gaye, ölüm çağında ümidin galebe çalmasının insanoğlu için daha elverişli olmasıdır. Çünkü bu, muhabbeti daha celbedici olur.
Ölümden önce ise, korkunun galip gelmesi daha elverişlidir; zira o, şehvetlerin ateşini daha söndürücü ve dünya muhabbetini kalpten daha fazlasıyla söküp atıcıdır.
Sizden biriniz, ancak rabbi hakkında hüsn-ü zanda bulunduğu halde ölsün.75
Allah Teâlâ da bir hadîs-i kudsî’de şöyle demiştir:
Ben kulumun zannı üzereyim. Bu bakımdan kulum benim hakkımda dilediği şekilde zanda bulunsun!76
Süleyman et-Teymî, ölüm döşeğinde yatarken oğluna ‘Ey oğul! Bana Allah’ın şeriatındaki ruhsatları söyle. Bana ümidi zikret ki ben rabbime hüsn-i zan ile mülâki olayım!’ dedi.
Süfyân es-Sevrî ölüm döşeğinde iken, üzüntüsü alabildiğine arttı. Âlimler onun etrafında toplandılar. Ona ümit veriyorlardı.
Ahmed b. Hanbel, ölüm döşeğinde iken, oğluna, İçinde ümit ve güzel zan bulunan hadîsleri zikret’ dedi.
Bütün bunlardan gaye; Allah’ı, nefsine sevdirmektir.
Allah Teâlâ Hz. Dâvud’a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur.
– Beni kullarıma sevdir!
– Onlara seni ne ile sevdirmiş olayım?
– Onlara nimetlerimi zikretmek sûretiyle beni sevdir.
Madem durum budur, öyleyse saadetin gayesi; şahsın Allah’ı sevdiği halde ölme sidir. Sevgi de ancak mârifetle, dünya sevgisini kalpten çıkarmakla elde edilir. Öyle ki bütün dünya, kişinin gözünde kendisini sevgilisinden ayıran bir hapishane gibi olur.
Salihlerden biri rüya âleminde Ebu Süleyman ed-Dârânî’yi uçtuğu halde gördü. Kendisine bu durumunu sorunca, Ebu Süleyman ed-Dârânî ‘Şimdi kurtuldum!’ diye cevap verdi. Rüya gören sabahladığı zaman ed-Dârânî’nin durumunu sordu. Ona ‘Dün gece vefat etti’ denildi.
72) Bezzar ve Taberânî
73) Sadece bu hallerden biriyle îıallenen, elbette ilim veya sünnet terazisinden çıkar. Fakat hepsini bir araya getirirse ilim ve sünnet üzerinde müstakim olur. (İthaf us-Saade, IX/220)
74) Tirmizî, (Ebu Derdâ’dan)
75) Müslim
76) İbn Ebî Dünya, Hâkim, İbn Hibban, İbn Adîy, Taberânî, Beyhakî
*Allah’ın Nimetlerinin Çokluğu, Kesintisiz ve Sonsuz Oluşu
Recâ, salihlerin makamlarının, talihlerin hallerinin kısımlarmdandır. Vasfa ancak sabit olup ikame edilirse makam ismi verilir. Gelip geçici olana ise hâl ismi verilir. Nitekim sarılığın, altında olduğu gibi kalıcı, korkuda olduğu gibi geçici ve hastalıktaki gibi bu iki kısmın arasında olan kısımlara ayrıldığı gibi, kalbin sıfatları da böyle kısımlara taksim olunur. Kalpte kalıcı olmayana hâl denir. Çünkü devamlı kalmaz. Bu, kalbin bütün sıfatlarında geçerlidir. Bizim şu anda gayemiz recânın hakîkatidir. Recâ da, hâl, ilim ve amelden oluşur. İlim hali meyve veren sebeptir. Hâl ameli gerektirir. Recâ bunların üçüne birden verilen isimdir. İzahı şöyledir: Başından geçen güzel ve çirkin şeyler hal-i hazırda ve geçmişte mevcut ve gelecekte beklenen kısma ayrılır. Bu bakımdan geçmişte mevcut olan kalbine geldiğinde buna zikir ve tezekkür adı verilir.
Eğer hâl-i hazırda mevcut olan hâle ise vecd, zevk ve idrak adı verilir. Vecd adının verilmesi nefsinde mevcut olduğundan dolayı gelir. Eğer kalbine gelecekte bir şeyin varlığı düşerse ve galebe ça-larsa buna da intizar ve tevekku adı verilir. Beklenen mekruh ise ondan ötürü kalpte bir elem hâsıl olursa ona havf (korku) ve işfak adı verilir.
Eğer güzel birşey beklemesinden ötürü kalbin kendisi ile alâkadar olmasından ve kalpte hutur etmesinden kalpte bir zevk belirirse buna da recâ adı verilir. Öyle ise recâ kalp nezdinde mahbub olanı beklemekten gelen sevgi demektir. Fakat o beklemenin muhakkak bir sebebi vardır. Eğer intizar edilmesi sebeplerinin çoğunun var olması için ise ona recâ ismini vermek doğru olur. Eğer sebeplerin karışmasına rağmen bir bekleyişse ona recâ demekten daha fazla ahmaklık ve gurur ismi uygun düşer.
Eğer sebeplerin ne varlığı, ne de yokluğu belli değilse bu bekleyişe sebepsiz olduğu için temenni ismi daha uygun düşer. Recâ ve havf ismi ancak içinde tereddüt olan şeye verilir. Kesin olan şeye ise bu isim verilmez. Çünkü doğuş zamanında güneşin doğuşunu ümit ediyorum, batış zamanında batışından korkuyorum denilemez; zira o zamanlarda doğuş ve batışı kesindir. Evet, yağmurun yağmasını ümit ediyorum ve kesilmesinden korkuyorum denilebilir.
Allah Teâlâ erbabına dünyanın ahiret için tarla olduğunu, kalbin de toprak olduğunu ve imanın toprağa ekilen tohum gibi olduğunu öğretmiştir. İbadetle yerin sulanması ve temizlenmesi, ark ve arazilere su ulaştırmanın yerine geçer. Dünyaya tamamen kendisini kaptıran bir kimsenin kalbi de tohumu bitirmeyen çorak arazi gibidir. Kıyamet günü hasad günüdür. Hiç kimse ektiğinden başkasını biçemez. Ancak imanın tohumundan ekin biter. Tıpkı çorak yerde ekinin az bitmesi gibi. Öyle ise insanın ümidini ziraat sahibinin ümidine kıyas etmek uygundur. Bu bakımdan kim güzel bir toprak talep ederse ve çürük olmayan bir tohumu oraya ekerse sonra gerekli zamanda ona ihtiyacı olan suyu verirse, yerden fuzulî dikenleri ve otları ayıklarsa, tohumun bitmesine mâni olup ekini bozacak şeyleri temizlerse, sonra Allah’tan yıldırımlar ve ifsad edici âfetleri ziraat yetişinceye kadar def etmesini beklerse bu bekleyişe recâ denir.
Eğer tohumu çorak ve kuru bir yere tümsek ve suyun varamadığı bir araziye ekerse, ve ıslahı ile meşgul olmazsa, sonra ondan hasad beklerse bu bekleyişe recâ değil, ahmaklık ve gurur adı verilir.
Eğer tohumu güzel bir araziye ekerse, fakat o arazi susuz olursa, yağmurların yağmadığı bir zamanda yağmur beklerse, fakat aynı zamanda yağmurun yağması da muhtemel ise bu bekleyişe recâ değil temenni adı verilir.
Demek ki recâ, kulun ihtiyarında olan bütün sebeplere başvurulmuş sevimli bir işi beklemeye denir. Bu takdirde kulun ihtiyarı altına girmeyen sebepler başvurulmamış olarak kalmaktadır. O da Allah’ın engelleyici ve bozucu şeyleri fazileti ile bertaraf etmesidir. Bu bakımdan kul, imtihan tohumunu eker, ibâdet suları ile sular, kalbi kötü huylardan temizleyip Allah’tan bu durumu ölüme kadar devam ettirmesini ve mağfirete ulaştıracak güzel so-nucu vermesini beklerse bu hakîkî recâ’dır. Güzel olan da budur. Bu, ölüme kadar mağfiretin sebeplerini tamamlamak için imanı istemeye, onu devam ettirmeye ve böyle yapmaya teşvik eder. Eğer iman tohumundan ibâdet suyunu keser veya kalbi kötü ahlâklarla dolu olarak bırakırsa, dünya lezzetlerine dalarsa, sonra da mağfireti beklerse bu ahmaklık ve gurur’dur.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ahmak odur ki nefsini hevâsına tâbi kılmıştır. Allah’tan (böyle olduğu halde) cenneti temenni etmektedir.
Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı terkettiler. Şehvetlerine uydular. Onlar kötülük bulacaklardır.(Meryem/59)
Onların arkalarından yerlerine geçip kitaba vâris olan bir takım insanlar geldi ki onlar şu alçak dünyanın menfaatini alıyorlar, ‘Biz nasıl olsa bağışlanacağız’ diyorlar.(A’raf/169)
Allah Teâlâ, bostanına girerken bu bostanın ebediyyen helâk olmayacağını, kıyametin kopmayacağını ve eğer Allah’a döndürülürse mutlaka gideceği yerin bundan daha hayırlı bir yer olacağını sanan bostan sahibini de yermiştir.
Madem durum budur, o halde ibâdetlere dalan, günahlardan sakınan kul, Allah’tan nimetin tamamını beklemeye lâyıktır. Nimetin tamamı da ancak cennete girmekle elde edilir. Asi bir kimse ise tevbe eder, eski kusurlarını telafi ederse ancak o zaman tevbesinin kabul edilmesini bekleyebilir.
Günahı istemediği zaman, günah değil, sevap hoşuna gittiği zaman nefsini kınadığı, tevbeye meylettiği zaman tevbesinin ka-bulü için Allah’tan ümit beklemeye lâyıktır. Çünkü günahı hor görmesi ve tevbeye şiddetle taraftar olması tevbeye götürücü sebeplerdendir. Zaten ümit de sebeplerin hazırlanmasından sonradır.
Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah yolunda savaştılar, işte onlar Allah’ın rahmetini umarlar.(Bakara/218)
Yani onlar Allah’ın mağfiretini ummaya müstehak olurlar, fakat ayetten sadece ümitvar olmak kastedilmemiştir. Çünkü onlardan başkası da Allah’ın mağfiretini umarlar. Allah Teâlâ ümidi, müstehak olanlara tahsis etmiştir, Allah’ın hoşuna gitmeyen şeylere dalıp nefsini kınamayan ve tevbeye azimli olmayan bir kimseye gelince, onun ümidi çorak yere tohum ekip, o tohumu sulamayan ve yabani otları temizlemeyen bir kimsenin ümidi gibi ahmaklıktır.
Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ‘Benim katımda nedamet olmaksızın af ümidi ile günahlara dalmak gururun en büyüğüdür. İbadetsiz Allah’a yaklaşmayı ummak ateş tohumu serpip cennet ziraati beklemektir. Günahlarla iştigal edip itaat edenlerin mevkiini talep etmektir.
Amelsiz mükafat beklemektir. İfrata rağmen Allah’tan temennide bulunmaktır. Şair şöyle demiştir: ‘Kurtuluşu umuyorsun, fakat kurtuluş yollarından yürümüyorsun. Muhakkak ki gemi karada yürümez’.
Recâ’nın hakikatini bildiğin zaman, onun birçok sebeplerin cereyanı ve ilmin meyvesi olduğunu anlarsın. Bu ise imkân nisbetinde diğer sebepleri yerine getirme gayretini doğurur. Çünkü tohumu güzel, arazisi temiz, suyu bol olan bir kimsenin ümidi doğru olur. Ümidin doğruluğu araziyi kontrol etmeye, yabani otları ayıklamaya zorlar. Hasat zamanına kadar asla bu vazifede kusur etmez. Çünkü recâ’nın zıddı ümitsizliktir. Ümitsizlik ise insanı çalışmaktan alıkoyar. Bu bakımdan arazinin çoraklığını, suya muhtaç olduğunu, tohumun bitmeyeceğini bilen bir kimse araziyi işlemeyi bırakır, bu yoldaki yorgunluğa da katlanmaz.
Ümit övülen bir şeydir. Çünkü teşvik edicidir. Ümitsizlik ise yerilmiştir. Ümidin tam zıddıdır. Çünkü çalışmaktan alıkoyar. Korku ise ümidin zıddı değildir. Aksine bahsi geleceği gibi onun arkadaşıdır. Zira korku da, haşyet yoluyla başka bir teşvikçidir. Ümidin rağbet yolu ile teşvikçi olduğu gibi.
Bu bakımdan ümit hali, her durumda gayret gösterip ibadetlere devam etmeyi gerektirir. Daima Allah’a yönelmekten duyulan zevk onun eserlerindendir.
Onun münâcatmdan edinilen nimet ona karşı yönelmekten gelen lütuf onun eserlerindendir; zira bu haller padişahlardan veya şahıslardan birşey uman herkeste de belirmelidir. O halde Allah’ın hakkında nasıl belirmez? Eğer burada belirmezse bununla recâ makamından mahrum olmaya gurur ve temenni hâ-line dair delil getirilsin.
Bu bakımdan recâ halinin beyanı ve recâ’nın meyve olarak verdiği ilmin ve ondan sezilen amelin beyanı budur.
Recâ’nın bu amelleri meyve olarak vereceğine delil Zeyd el-Hayl’in hadisidir; Zeyd el-Hayl Hz. Peygamber’e (s.a) şöyle dedi: ‘Senden Allah’ın irade ettiği ve irade etmediği kimselerin alâmetini sormaya geldim’. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ‘Sen nasıl sabahladın?’ Zeyd ‘Hayri ve hayır ehlini sever olduğum halde sabahladım. Hayırdan birşeye kudretim yettiği zaman onu hemen yapar, sevabına inandığım hayırdan birşey elimden kaçtığında üzülürüm ve onu isteyerek sabahlarım’ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
İşte bu, Allah’ın hayır irade ettiği bir kimsedeki alâmetidir. Eğer Allah sana şer dileseydi seni ona hazırlardı. Sonra senin o derecelerin hangisinde helâk olacağına da kıymet vermezdi.
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a), kendisi için hayır irade edilen kimselerin alâmetlerini zikretmektedir. Bu bakımdan kim bu alâmetler olmaksızın hayır irade edildiğine inanırsa, o kimse mağrurdur.
*İkinci rükün şükredilecek nimetler hakkındadır.
Recâ ile amel, korku ile amelden daha yücedir; zira Allah katında kulların en sevimlisi Allah’ı en fazla sevendir. Sevgi ise, recâ ile galebe çalar. Bu, biri cezasından korkarak, diğeri de sevdiği için hizmet edilen iki hükümdarla ölçülebilir. Bu sırra binaen recâ ve güzel zan hakkında birçok terğıbler vârid olmuştur. Özellikle de ölüm vaktinde.
Sakın Allah’ın rahmetinden ümitsiz olmayın! (Zümer/53)
Bu bakımdan Allah Teâlâ, ümitsizliği haram kılmıştır. Hz. Yakub’un haberlerinde vârid olmuştur ki Allah Teâlâ ona vahiy göndererek “Biliyor musun seninle Yusuf’un arasını niçin ayırdım? Çünkü sen ‘Siz gafil olduğunuz bir durumdayken kurdun onu yemesinden korkuyorum’ dedin. Neden kurttan korktun da benden ümidini kestin. Neden Yusuf’un kardeşlerinin gafletini düşündün de benim Yusuf’u koruyacağımı düşünmedin” dedi.
Sizden bir kimse Allah hakkındaki zannını düzelterek ölüme hazırlansın.1
Allah Teâlâ (c.c) (bir hadîs-i kudsî’de) şöyle buyurmaktadır:
Ben kulumun zannı üzereyim. Bu bakımdan kulum istediği şeyi zannedebilir.2
Hz. Peygamber (s.a) ölüm sekeratında olan bir kişinin yanına girdi ve ona şöyle sordu:
-Kendini nasıl hissediyorsun?
-Günahlarımdan korktuğumu, rabbimin rahmetini umduğumu hissediyorum!
– Onların ikisi bu yerde (ölüm çağında) bir kulun kalbinde bir araya gelirse Allah o kula umduğunu verir ve onu korktuğundan emin kılar.3
Hz. Ali ‘Günahlarının çokluğundan korkarak ümitsizliğe kapılan bir kişiye şöyle dedi: ‘Ey kişi, senin Allah’ın rahmetinden ümitsiz olman, günahlarından daha tehlikelidir’.
Süfyan es Sevrî şöyle demiştir: Kim bir günah işlerse ve Allah’ın o günahı affa kâdir olduğunu bilir ve Allah’ın affını dilerse, Allah Teâlâ o günahını bağışlar. Çünkü Allah Teâlâ bir kavmi kınayarak şöyle buyurmuştur:
İşte rabbinize karşı beslediğiniz bu zannınız sizi helâk etti ve ziyana uğrayanlardan oldunuz.(Fussilet/23)
Bu (zan) gönüllerinizde süslendirildi, kötü zanda bulundunuz ve helâki hak eden bir kavim oldunuz.(Feth/12)
Allah Teâlâ kıyamet gününde kuluna der ki: ‘Münkeri gördüğün halde onu reddetmekten seni meneden ne idi?’ Eğer Allah o kuluna delilim telkin ederse, o kul der ki: ‘Yarab, senin affını ümit ettim, halktan korktum (onun için) vazifemi yapmadım’. Allah Teâlâ ‘Seni affettim’ der.4
Bir kişi halka borç verirdi, zengin borçlulara karşı müsamaha gösterir, fakirin borcundan vazgeçip affederdi. Bu kişi hayatında hiçbir güzel amel işlemediği halde Allah’ın huzuruna vardı. Allah Teâlâ ona ‘Senin yaptığın benden daha fazla kime yakışır?’ dedi ve onu, Allah hakkındaki güzel zannından ötürü affetti. Oysa o ibadet yönünden iflas etmişti.
Allah’ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden gizli ve âşikar sarfederler Asla ziyan etmeyecek bir ticaret (sevap) umarlar.(Fâtır/29)
Hz. Peygamber ‘Eğer sizler benim bildiğimi bilseydiniz, muhakkak az güler çok ağlardınız. Tepelere çıkıp göğüslerinizi yumruklar ve rabbinize yalvarırdınız’ deyince Cebrail indi ve şöyle dedi: “Rabbin sana ‘Neden kullarımı ümitsizliğe düşürüyorsun?’ diyor”. Bunun üzerine Hz, Peygamber halkın huzuruna çıkıp onları Allah’ın rahmetine ümitlendirdi ve teşvik etti.
Allah Hz. Dâvud’a ‘Beni sev, beni seveni sev ve beni halkına sevdir’ diye vahiy gönderdiğinde Hz. Dâvud ‘Yarab halkıma nasıl sevdireyim?’ diye sordu. Allah Teâlâ da şöyle buyurdu:
Beni güzellikle zikret, benim nimetlerimi ve ihsanımı zikret, onlara bunu söyle; zira onlar benden ancak güzeli bilirler.
Eban b. Ebi Ayyaş rüya âleminde birisine göründü. O ölmeden önce ümit kapılarını açar, çokça zikrederdi. O kişiye dedi ki: ‘Allah beni huzurunda durdurdu ve şöyle buyurdu: ‘Ümit kapılarını çokça zikretmeye seni teşvik eden ne idi?’ Dedim ki: ‘Seni kullarına sevdirmek istedim’. Allah da ‘Seni affettim’ dedi.
Ölümünden sonra Yahya b, Eksam rüya âleminde göründü. Ona denildi ki: ‘Allah sana ne gibi bir muamele yaptı?’ Dedi ki: ‘Allah beni huzurunda durdurdu ve şöyle buyurdu: ‘Ey fena ihtiyar, sen ne yaptın?’ Beni bir korku tuttu. Sonra dedim ki: ‘Yârab, ben seni bu şekilde halkına tanıtmadım’. Allah Teâlâ ‘Benden nasıl bahsettin?’ dedi. Dedim ki: “Abdürrezzak bana Muhammed’den, o da Zührî’den, o da Enes’den, o da senin peygamberinden, o da Cebrail’den rivayet etti ki sen şöyle demişsin:
Ben kulumun zannı üzereyim. Bu bakımdan kul istediği şeyi benim hakkımda zannetsin.
Ben de senin hakkında bana azap etmeyeceğini zannediyordum”. Bunun akabinde Allah Teâlâ şöyle buyurdu:
Cebrail doğru söylemiş, peygamberim doğru söylemiş, Zührî doğru söylemiş, Muhammed doğru söylemiş, Abdürrezzak doğru söylemiş ve sen de doğru söylüyorsun.
Bunun üzerine Allah Teâlâ tarafından bana cennet hulleleri giydirildi. Cennet vildanları önümde ta cennete kadar yürüdüler. Ben dedim ki: ‘(Ey kavim!) Bu ne büyük bir sevinç, ne büyük mutluluktur’.
İsrailoğulları’ndan biri halkı ümitsiz eder, onlara fazlasıyla şiddet gösterirdi. Allah Teâlâ kıyamet gününde ona şöyle dedi: ‘Bugün seni, dünyada kullarımı rahmetimden ümitsiz bıraktığın gibi rahmetimden ümitsiz kılacağım’.5
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bir kişi cehenneme girer, orada bin sene durup ya Hannân, ya Mennân diye bağırır.Allah Teâlâ Cebrail’e der ki: ‘Git bana kulumu getir’. Kul getirilir, Allah’ın huzurunda durdurulur. Allah Teâlâ kula, ‘Yerini nasıl buldun?’ diye sorar. Kul da ‘Çok kötü bir yer olarak buldum’ der. Allah Teâlâ ‘Bu kulu geriye götürün’ emrini verir. Kul hem yürür, hem de dönüp arkasına bakar. Allah Teâlâ ‘Sen niye dönüp bakıyorsun?’ deyince, kul ‘Beni oradan çıkardıktan sonra bir daha oraya geri göndermeyeceğini ümit etmiştim’ der. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onu cennete götürün’.6
Bu hadîs o kulun ümidinin, onun kurtuluşunun sebebi olduğuna delâlet eder.
Allah Teâlâ’dan lütfü ve keremi ile hüsn-ü tevfîkini dileriz!
1) Müslim
2) İbn Hibbaıı
3) Tirmizî
4) Müslim
5) Beyhâkî
6) Eeyhâkî
*İnsanları Şükürden Alıkoyan Nedenler
Sabrın devası hakkında zikrettiklerimiz, Sabır ve Şükür kitabında şerhettiğimiz deliller, bu gaye için de kâfidir; zira sabır, ancak korku ve ümidi elde ettikten sonra mümkün olur. Çünkü dinî makamların evveli yakîndir. O yakîn ki Allah’a, son güne, cennet ve cehenneme, kesin bir şekilde inanmaktan ibarettir. Böyle bir yakîn, zarurî olarak, ateşten korkmayı ve cenneti ummayı gerektirir. Ümit ile korku insana sabretme gücü verir. Zira cennet, istenilmeyen ve yapılması nefse zor gelen şeylerle çevrilmiştir. Bu bakımdan insan ümidinin kuvvetiyle bu istenilmeyen şeylere tahammül edebilir. Ateş de şehvetlerle çevrilidir. Öyleyse ancak korkunun kuvvetiyle o şehvetleri sökmeye sabredebilir.
Hz. Ali şöyle demiştir: ‘Cennete müştak olan bir kimse, şehvetlerden arınmalıdır. Ateşten korkan bir kimse ise haramlar-dan uzak durmalıdır’. Sonra kişi, korku ile ümitten istifade edilen sabır makamını mücahede makamına çıkarır. Allah’ın zikrine koyulmak, Allah’ın nimetlerini düşünmek makamına götürür. Daima Allah’ı anmak insanı Allah ile yakınlaşmaya, daima düşünmek ise, mârifetin kemâline vardırır. Mârifetin kemâli ve Allah ile yakınlaşmak da insanı muhabbete kavuşturur. Muhabbetin arkasından rıza, tevvekül ve diğer makamlar gelir. İşte dinî konakları seyredenin sülûkünde bu tertip gözetilir. Yakînden sonra, korku ve recâdan başka bir makam yoktur. Onlardan sonra da sabırdan başka bir makam yoktur.
Sabrın sayesinde, zâhir ve bâtında insan Allah için tecerrüd eder ve mücâhedede bulunur. Mücâhededen sonra kendisine yol açılan bir kimse için hidayet ve marifetten başka bir makam yoktur. Mârifetten sonra ancak muhabbet ve ünsiyet makamı vardır. Muhabbetin za-rurî gereği olarak insan, mahbûbunun fiiline razı olmalıdır, O’nun ilgisine güvenmelidir. İşte bu da tevekküldür. Madem du-rum budur, o halde sabrın ilacı hakkında zikrettiklerimiz (delil bakımından burada da) kifayet eder. Fakat biz korkuyu, icmalî bir konuşma ile münferiden zikredelim. Korku, iki yoldan elde edilir. O yolların biri diğerinden daha üstündür.
Korkunun misâli; çocuk evde olduğunda, eve yırtıcı bir hayvan veya yılan girerse, çoğu zaman çocuk korkmaz ve çoğu zaman elini alıp oynamak için yılana uzatır. Fakat çocuğun beraberinde babası bulunduğu za-man, babası yılandan korkar ve kaçar. Bu bakımdan çocuğun babası tirtir titrerken ve yılandan nasıl kurtulacağını hesaplarken çocuk babasına bakarsa onunla beraber ayağa kalkar ve korku çocuğun üzerine de çöker. Kaçmakta babasına uyar.
Öyleyse babanın korkusu basiret ve yılanın sıfatını, zehirini, özelliğini, yırtıcı hayvanın satvetini, perva etmeksizin tuttuğunu paramparça ettiğini bilmesinden ileri gelir. Çocuğun korkusu ise, mücerred taklid olan bir inançtan ileri gelir. Çünkü çocuk babası hakkında güzel düşünür ve babasının ancak korkutucu bir sebepten ötürü korkup kaçtığını bilir. Böylece yırtıcı hayvanın korkutucu olduğunu anlamış olur. Fakat bunun yönünü keşfedemez. Bu misâli bildiğin zaman, Allah’tan korkmanın da iki makam üzere olduğunu anlayabilirsin. O makamlardan biri Allah’ın azabından, ikincisi O’nun zatından korkmaktır.
Allah’ın zatından korkmak, âlimlerin ve kalp erbabının korkusudur. Onlar öyle âlim ve kalp erbabıdır ki Allah Teâlâ’nın sıfatlarından heybet, korku ve sakınmayı gerektireni bilirler. O’nun şu ayetlerinin sırrına muttalidirler:
Allah sizi kendinden sakındırır. (Âlu İmran/28)
Ey mü’minler! Allah’tan O’na yaraşır biçimde korkun ve ancak müslüman olarak can verin!(Âlu İmran/102)
Birincisi, bütün halk tabakasının korkusudur. O korku cennet ve cehennemin esasına inanmak ve ibâdet ile günahtan ötürü insana verileceklerine inanmakla meydana gelir. Bu korkunun zayıflaması gaflet ve iman zâfiyeti sebebiyle meydana gelir. Gaflet ise, ancak Allah’ı hatırlamak, vaaz, kıyamet gününün şiddetleri hakkında düşünmek, ahiretteki azabın çeşitlerini tefekkür etmekle silinir. Korkan insanlara bakmak, onlarla oturmak ve onların hallerini görmekle de silinir.
Eğer o insanların hallerini müşahede etmek elden kaçarsa yine de müsbet bir tesir bırakmaktan hali değildir. Birincisinden daha yüce olan ikinci korkuya gelince, bu tür korku, korkutanın Allah’ın ta kendisi olmasıdır. Bundan şunu kastediyorum. Kul, Allah’tan uzaklaşmak ve mahcup olmaktan korkar O’na yakın olmayı umar.
Nitekim Zünnûn-i Mısrî demiştir ki: ‘Ateşten korkmak gerçek sevgiliden ayrılmanın korkusu yanında engin bir denize damlayan bir damla gibi olur!’Bu korku, âlimlerin korkusudur.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Kullarından ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkarlar.(Fâtır/28)
Âlimler gibi, bütün mü’minler için de bu korkudan bir nasip vardır. Fakat âlimlerin dışında kalanların nasibi, sadece taklidden ibarettir. Çocuğun babasını taklid ederek yılandan korkmasına benzer. Bu korku basirete dayanmaz. Şüphe yoktur ki zayıflar ve yakın bir zamanda silinip ortadan kalkar. Hatta çocuk çoğu zaman afsunlu bir kimsenin yılan tuttuğunu görünce ona bakar, aldanır, babasını taklid ederek yılanı tutmaktan sakındığı gibi, onu taklid etmek sûretiyle de yılanı tutmaya cüret eder.
Taklidden gelen inançlar çoğu zaman zayıftır. Ancak daima kendisini tekid eden sebepleri müşahade etmekle kuvvet bulduğunda ve o sebeplerin gereği olarak ibâdetlere çokça dalıp peşipeşine uzun bir müddet günahlardan sakınan kimse, zarurî olarak Allah’tan korkar. Böyle bir kimse korkuyu celbetmek için herhangi bir ilaca muhtaç değildir. Nitekim yırtıcı hayvanı tanıyan, kendi nefsini de onun pençesinde gören insanın, ondan korkmak için herhangi bir şeye ihtiyacının olmadığı gibi… Aksine ister istemez ve zaruri olarak ondan korkar,
Allah (c.c) Hz. Dâvud’a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: “Yırtıcı hayvandan korktuğun gibi benden (kahrımdan) kork’.
Yırtıcı hayvandan korkmayı öğrenmenin çaresi, yırtıcı hayvanı tanımak ve onun pençesine düşmenin neticesini bilmektir. Bundan başka bir şeye ihtiyaç duymaz. O halde Allah’ı tanıyan, Allah’ın dilediğini perva etmeksizin yaptığını, irade ettiğiyle korkmaksızın hükmettiğini, daha önce geçmiş bir vesile olmadığı halde, melekleri kapısına yaklaştırdığını, daha önce bir suç yokken İblis’i uzaklaştırdığını bilmiş olur. Allah Teâlâ’nın sıfatı, şu sözünün (hadîs-i kudsî) tercümesidir: ‘Bunlar cennettedir, perva etmem. Şunlar da cehennemdedir, pervâ etmem’.
Eğer kalbine ‘Allah ancak günahtan dolayı ceza verir, ancak ibadetten ötürü sevap ihsan eder’ düşüncesi gelirse, Allah Teâlâ’nın taatin sebepleriyle itaat eden bir kimseye yardım etmediğini ve o kimsenin ister dilesin, ister dilemesin itaatta bulunduğunu düşün. Asî bir kimseye de mâsiyetin istekleriyle imdad etmemiştir ki o ister dilesin ister dilemesin, isyân edebilsin; zira Allah Teâlâ gafleti, şehveti ve şehvetin yerine getirilmesine güç yetirmeyi yarattığı zaman, bunlarla zarurî olarak fiil vâki olur. Eğer İblis isyan etti diye onu uzaklaştırdıysa, o halde neden onu isyana zorladı? Onu isyana zorlaması geçmiş bir mâsiyetinden mi kaynaklanıyordu ki o da başkasından ve böylece sonsuza doğru zincirleme gitsin veya kul tarafından illeti olmayan bir öncesi üzerinde mecburî olarak dursun. Aksine ezelde ona böyle hükmetti.
Hz. Peygamber bu mânâyı ifade ederek şöyle buyurmuştur:
Adem ile Musa rablerinin katında tartıştılar. Sonunda Adem Musa’yı mağlûp etti. Musa dedi ki: ‘Sen o Ademsin ki Allah seni kudret eliyle yarattı. Sana ruhundan üfürdü. Meleklerine sana tâzim secdesi ettirdi. Seni cennetine yerleştirdi. Sonra sen günahınla insanları yere indirdin’. Bunun üzerine Adem, Musa’ya şöyle dedi:
– Sen o Musasın ki Allah seni risalet ve kelâmıyla seçti. Sana levhaları verdi. O levhalarda her şeyin beyanı vardır. Seni kurtulmuş olduğun halde kapısına yaklaştırdı. Ben yaratılmadan kaç sene önce Allah’ın Tevrat’ı yazdığını gördün?
– Kırk sene önce!
– Acaba o Tevratta ‘Adem rabbine isyan etti! Bu bakımdan hududu aştı’ hükmünü gördün mü?
– Evet!
– Acaba ben daha işlemeden ve beni yaratmadan kırk sene önce Allah’ın benim üzerime yazmış olduğu bir ameli işlemiş olmamdan dolayı mı beni kınıyorsun?
Hz. Peygamber ‘Adem böylece Musa’yı, delil bakımından mağlûb etti’ buyurdu.77
Kim bu hususta hidayetin nûrundan sâdır olan bir mârifetle sebebi tanımış olursa, bu kimse kaderin sırrına muttali olan, âriflerin özelliği bulunan bir bilgiye sahip olmuş olur. Kim bunu dinleyip inanır ve sadece tasdik ederse o, mü’minlerin avam tabakasındandır. Bu iki grup için de korku vardır; zira her kul, kudretin kabzasına düşer. Tıpkı zayıf çocuğun yırtıcı hayvanın pençesine düşmesi gibi…
Yırtıcı hayvan bazen pençesinde bulunan çocuğu bırakır. Bazen de ona hücum edip paramparça eder! Bu durum rastgeledir. Bu tevafuk için tertipli birçok sebepler vardır. Fakat bilmeyen bir kimseye izafe edildiği zaman, buna ittifak adı verilir. Eğer Allah’ın ilmine izafe edilirse, bu takdirde ittifak adını vermek caiz olmaz. Yırtıcı hayvanın pençesine düşen bir kimsenin mârifeti eğer kemâl derecesine varmışsa, bu kimse o yırtıcı hayvandan korkmaz. Çünkü o yırtıcı hayvan, Allah’ın kuvvet ve kudretine boyun eğmiştir. Eğer Allah ona açlığı musallat kılarsa onu parçalar yer. Eğer Allah o hayvana tuttuğu avdan gafil olmayı musallat kılarsa avı bırakıp gider. Bu bakımdan ancak yırtıcı hayvanın yaradanından ve o hayvanın yırtıcı sıfatlarını yaratandan korkulur. Ben Allah’tan korkmanın misâlinin yırtıcı hayvandan korkmak olduğunu söylemiyorum. Perde kalktığı zaman bilinir ki yırtıcı hayvandan korkmak, Allah’tan korkmanın aynısıdır. Zira yırtıcı hayvan vasıtasıyla helâk eden Allah’tır.78
Ahiretin yırtıcıları dünyanın yırtıcıları gibidir. Allah azabın ve sevabın sebeplerini yaratmıştır. Bunların her biri için de ehil olan kimseleri yaratmıştır. Ezelî ve kesin kaza’nın dalı olan kader, onun için yaratılmışsa onu sevkeder. Bu bakımdan Allah Teâlâ cenneti yarattı. Cennet için ehil olanları yarattı, cehennemini yarattı. Cehennem için ehil olanları yarattı. Onlar da ister istemez cehennem sebeplerine müsahhar oldular. Bu bakımdan nefsini, kaderin dalgaları arasında kıvranarak görüp de korkmayan hiç kimse yoktur. Aksine zarurî olarak bu kimseye korku galebe çalar. İşte bunlar kaderin sırrını bilenlerin korkularıdır. Bu bakımdan kusurun kendisini basîret makamına yükselmekten alıkoyduğu
bir kimsenin çıkar yolu, haberleri ve eserleri dinlemek sûretiyle nefsini tedavi etmektir. Bu bakımdan bu kimse, ârif ve korkan kimselerin hallerini ve sözlerini incelemelidir. Onların akıl ve mertebelerini, aldanmış ve ümit beslemiş kimselerin mertebelerine nisbet etmelidir. İşte o zaman âriflere uymanın daha iyi olduğundan şüpheye düşmez. Çünkü onlar peygamberler, velî ve âlim kullardır.
Allah’ın azabından emin olanlar ise Firavunlar, cahiller ve ahmaklardır. Bizim peygamberimize (s.a) gelince, o geçmiş ve geleceklerin efendisidir.79
Aynı zamanda korku bakımından insanların en şiddetlisi idi.80
Hatta bir çocuğun cenaze namazını kıldığında duasında o çocuk için şöyle dediği duyuldu:
Ey Allahım! Şu ölü çocuğu kabir ve ateş azabından koru.81
İkinci bir rivayette ‘Ne mutlu sana! Sen cennetin kuşlarından bir kuşsun’ diyen bir kimsenin sözünü işitti ve öfkelenerek şöyle buyurdu:
Onun öyle olduğunu sana bildiren nedir? Allah’a yemin ederim, ben Allah’ın Rasûlüyüm. Buna rağmen Allah’ın benim başıma ne getireceğini bilmiyorum. Muhakkak ki Allah Teâlâ cenneti ve ona lâyık kimseleri yarattı. Onların içine ne bir kimse katılır, ne de onlardan bir kimse eksilir.82
Hz. Peygamber’in bu sözü (süt kardeşi) Osman b. Maz’un’un cenazesinde söylediği rivayet edilmektedir. Bu zat ilk muhacirlerdendir. Ümmü Seleme bu zatın cenazesine hitaben ‘Cennet sana mutlu olsun!’ dediği zaman Hz. Peygamber ona, yukarıda geçen hükmü bildirmiştir.
Ümmü Seleme, bu hâdiseden sonra şöyle demiştir: ‘Allah’a yemin ederim. Ben, Osman’dan sonra artık kimseyi tezkiye etmem!’83
Muhammed b. Havle el-Hanefiyye84 ‘Allah’a yemin ederim Hz.
Peygamber’den başka babamı bile tezkiye etmiyeceğim! dediğindeşiiler bu zata saldırdılar. Bunun üzerine babası Hz. Ali’nin fazilet ve menkıbelerini zikretmeye başladı.
‘Suffe’ ehlinden bir kişi şehid düştü. Annesi onun için ‘Ne mutlu sana! Cennet kuşlarından bir kuşsun, Hz. Peygamber’e hicret ederek geldin. Allah yolunda öldürüldün’ deyince, Hz. Peygamber, ona cevap olarak şöyle buyurmuştur:
Onun öyle olduğunu sana bildiren nedir? Oysa o faydasız şeyler konuşur. Zararsız şeyleri de menederdi.85
Hz. Peygamber, hasta olan bir ashabının ziyaretine gitti. ‘Cennet senin için mutlu olsun!’ dediğini duyunca Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
– Şu, Allah namına cennet dağıtan kadıncağız kimdir?
– Ey Allah’ın Rasûlü! O benim annemdir.
Hz. Peygamber (o kadıncağıza hitaben) dedi ki:
Onun öyle olduğunu sana bildiren nedir? Halbuki o kendisini ilgilendirmeyen konuda konuşur, kendisini zengin etmeyecek az bir şeyi cimrilik ederek vermez.86
Müslümanlar nasıl korkmasınlar?! Allah’ın peygamberi şöyle buyurmaktadır:
Hûd, Vakıa, Tekvir ve Nebe sûreleri beni ihtiyarlattılar.87
Âlimler bunun sebebinin Hûd sûresindeki uzaklaştırma hâdisesi olduğunu söylemişlerdir:
İyi bilin Hûd’un kavmi Ad, (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun (yok olup gitsin)!(Hûd/60)
İyi bilin ki Semûd (kavmi) defolup gittiler!(Hûd/68)
İyi bilin ki Semûd kavmi nasıl helâk olduysa Medyen halkı da öyle helâk olmuştur. (Hûd/95)
Buna rağmen, Hz. Peygamber biliyordu ki Allah dileseydi insanların hiçbiri O’na ortak koşmazdı; zira Allah dileseydi herkese hidayet verirdi.
Olacak vâkı olduğu (kıyamet koptuğu) zaman onun oluşunu yalanlayacak kimse çıkmaz. O alçaltıcı yükselticidir.:(Vâkıa/1-3)
Yani kudret kalemi, olacak herşeyi yazmış ve kalem kurumuştur! Ezeli takdir tamam olmuş, hatta Vâkıa denilen kıyamet kopmuştur. Bu kıyamet dünyada yüksek olan bir kavmi düşürücü veya dünyada alçak olan bir kavmi yükselticidir.
Tekvir sûresinde kıyametin şiddetleri ve insanoğlunun sonunun inkişafı vardır.
Cehennem alevlendirildiği zaman, cennet yaklaştırıldığı zaman, her can ne yapıp getirdiğini bilir.(Tekvîr/12-14)
O gün kişi, ellerinin (yapıp) öne sürdüğü işlere bakar ve kâfir şöyle der: ‘Ah! Keşke ben toprak olaydım!'(Nebe/40)
Rahman’ın izin verdiğinden başka kimse bir kelime bile söyleyemeyecektir.(Nebe/38)
Kur’ân, başından sonuna kadar, düşünerek okuyan bir kimse için korkularla doludur. Eğer Kur’an’da şu ayetten başkası olmasaydı yine kâfi gelirdi:
Ve ben, tevbe eden, iman edip sâlih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım.(Tâhâ/82)
Zira Allah Teâlâ burada mağfireti dört şarta bağlıyor ki kul onların birinden bile acizdir. Bu ayetten daha şiddetlisi şu ayetlerdir:
Ama kim tevbe eder ve sâlih amel yaparsa, o kurtuluşa erenlerden olabilir.(Kasas/67)
(Böyle yaptık) ki (Allah), o doğrulara doğruluklarından sorsun!(Ahzab/8)
Ey ins u cinn sizin için de boş vaktimiz olacak (sizin de hesabınızı göreceğiz)!(Rahmân/31)
Allah’ın tuzağından (kurtulacaklarına) emin mi oldular? Ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah’ın tuzağından emin olmaz!(Araf/99)
İşte rabbin zulmeden kentleri yakaladığı zaman böyle yakalar. Doğrusu O’nun yakalaması çok acı ve çok çetindir.(Hûd/102)
Takva sahiplerini, binek üzerinde ikrâm ile Rahmân’a götürdüğümüz gün, mücrimleri de yaya ve susuz olarak cehenneme sürdüğümüz (gün)…(Meryem/85-86)
İçinizden hiç kimse yoktur ki mutlak surette ona uğrayacak olmasın! Bu, rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür,(Meryem/71)
Dilediğinizi yapın, çünkü O, bütün yaptıklarınızı görmektedir.(Fussilet/40)
Kim ahiret ekinini istiyorsa onun ekinini artırırız, kim dünya ekinini istiyorsa ona da dünyadan birşey veririz. Fakat ahirette bir nasibi olmaz.(Şûrâ/20)
Artık kim zerre kadar bir hayır işlerse onun mükâfatını görecek! Kim de zerre kadar bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.(Zilzâl/7-8)
Yaptıkları her işin önüne geçmişiz de onu (etrafa) saçılmış toz zerreleri haline getirmişizdir.(Furkan/23)
Asr’a yemin olsun ki insan ziyandadır. Ancak iman edip de salih ameller işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna!(Asr Suresi)
İşte bunlar zarardan kurtulmanın dört şartıdır. Peygamberlerin üzerine feyezan eden nimetlere rağmen korkuları şundandır: Çünkü onlar Allah’ın mekrinden (azabından) emin değildirler; zira ancak ziyan eden bir kavim Allah’ın azabından emin olabilir.
Rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber ile Cebrail Allah korkusundan ağladılar. Bunun üzerine Allah Teâlâ vahiy göndererek şöyle sordu:
– Sizi emin kıldığım halde naden ağlıyorsunuz?
– Senin azabından kim emin olabilir!
Sanki bu iki zat, Allah’ın gaybın âlimi (allâm’ul-guyûb) olduğunu ve işlerinin neticesine vâkıf olmadıklarını bildikleri için Allah’ın ‘Ben ikinizi de emin kılmışım’ sözünün imtihan ve mekr olduğundan emin olamadılar. Hatta korkuları durduğu takdirde Allah’ın azabından emin oldukları sanılır ve sözlerini yerine getirmemiş olurlar gibi düşündüler.
Nitekim Hz. İbrahim mancınık’a konulduğu zaman ‘Allah bana kâfidir’ dedi. Hz. İbrahim’in bu sözü büyük dualardandır. Bunun üzerine Hz. İbrahim imtihan edildi. Ateşe atılırken Cebrail önüne çıktı ‘Senin bana ihtiyacın var mıdır?’ dedi. Hz. İbrahim ‘Sana ihtiyacım yoktur!’ dedi.
İbrahim’in böyle söylemesi ‘Allah bana kâfidir’ sözünü yerine getirmesi demektir.
Allah Teâlâ, Hz. İbrahim’den haber vererek şöyle buyurmuştur:
Ve çok vefalı İbrahim’in…(Necm/37)
Yani ‘Allah bana kâfidir’ sözünün gereğini yerine getiren İbrahim’in…
Allah Teâlâ bunun benzerini Hz. Musa’dan da haber vermiştir:
Dediler ki: ‘Rabbimiz onun bize taşkınlık etmesinden yahut iyice azmasından korkuyoruz’. ‘Korkmayın’ dedi; ‘ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm’.(Tâhâ/45-46)
Sihirbazlar sihirlerini ortaya koydukları zaman, bu ilahî teminata rağmen Musa korkuya kapıldı. Zira Musa Allah’ın azabından emin değildi. Musa için iş karıştı. Hatta Allah yeniden emniyet verdi ve şöyle buyurdu:
Korkma dedik, üstün gelecek sensin sen!
Bedir gününde müslümanların gücü zayıfladığı zaman Hz. Peygamber şöyle dua etti:
Ey Allahım! Eğer bu topluluk helâk olursa, yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmaz! Bunun üzerine Ebubekir, Hz. Peygamber’e ‘Kendini bu kadar harap etme! Çünkü Allah sana va’dettiğini yerine getirecektir’88 dedi.
Hz. Ebubekir’in makamı, Allah’ın va’dine güvenme makamı idi. Hz. Peygamber’in makamı ise, Allah’ın azabından korkma makamıdır. Şüphe yok ki Hz. Peygamber’in makamı, Ebubekir’in makamından daha mükemmeldir. Zira korku, Allah’ın sırlarını, gizîli fiillerini ve mekr ile ifade edilen ve bazı neticeler doğuran sıfatlarının mânâlarını tanı olarak bilmek ve anlamaktan kaynaklanır. Peygamberler de dahil hiç kimse Allah’ın sıfatlarının künhüne ve hakikatine vâkıf olamaz. Kim mârifetin hakikatini, işlerin künhünü idrak etmekten âciz olduğunu bilirse, bu kimsenin kor-kusu oldukça büyür. Bu sırra binaen Hz. İsa’ya şöyle söylemiştir:
Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu İsa, sen mi insanlara ‘Beni ve annemi, Allah’tan başka iki ilah edinin’ dedin?”
Buna karşılık Hz. İsa şöyle demiştir:
Haşa! Sen yücesin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer demiş olsam, sen bunu bilirsin, sen benim nefsimde oları herşeyi bilirsin. Fakat ben senin nefsinde olanı bilmem. Çünkü gaybları bilen yalnız sensin sen!(Mâide/116)
Sonra Hz. İsa şöyle demiştir:
Eğer onlara azap edersen, onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen daima üstünsün, hikmet sahibisin!(Mâide/118)
Hz. İsa, durumu Allah’ın meşiyyetine havale etti. Nefsini tamamen ortadan çıkardı. Çünkü elinde hiçbir şey olmadığını ve bü-tün işlerin Allah’ın isteğine bağlı olduğunu biliyordu. Bu bakımdan o işler hakkında ne kıyas, ne tahmin ve ne de zan ile bir hüküm vermek bile mümkün değildir. Kesin hüküm vermek nerede kalır?
Ariflerin kalplerini paramparça eden bu durumdur; zira en büyük tehlike senin işinin eğer seni helâk ederse pervası olmayan; senin gibi sayısız kimseleri helâk eden ve durmadan dünyada onlara elem ve hastalıklar tattıran, bununla beraber kalplerini küfür ve nifakla hasta eden, sonra ebediyyen onlara azap eden bir zat-ı kibriyanın meşiyyet ve isteğine bağlanmasıdır. Sonra o zat-ı kibriya o kimselerden haber vererek şöyle buyurmaktadır:
Dileseydik herkese hidayetini verirdik. Fakat benden ‘Muhakkak cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla tamamen dolduracağını’ sözü çıkmıştır.(Secde/13)
Rabbinin ‘Andolsun! Cehennemi tamamen insanlardan ve cinlerden dolduracağım’ sözü tam yerine gelmiştir.(Hûd/119)
Ezelde tahakkuk eden bir bir hükümden nasıl korkulmaz! Böyle bir hükmü geri çevirmek hevesine nasıl kapılınır? Eğer hü-küm yeni tahakkuk etseydi onu çevirme çareleri aranabilirdi. Fakat burada ancak teslimiyet ve kalp ile azalar üzerinde beliren zâhirî sebeplerden ezelde geçen gizli sebepleri araştırmak vardır. Kimin için şerrin sebepleri kolaylaşmış, o kimse ile hayrın sebepleri arasında perde girmiş, dünya ile bağlantısı artmış ise, sanki o kimseye kesin olarak şekavetiyle sebkat eden kaderin sırrı keşfolunmuştur; zira herkes ne için yaratılmış ise ona muvaffak olur.
Eğer hayır müyesser olursa, kalp de tamamen dünyadan kesilmiş, zâhir ve bâtını ile Allah’a yönelmiş ise, bu durum korkunun azaltılmasını gerektirir. Eğer kişi bu durumun daimî olacağına güveniyorsa korkusunu azaltmalıdır. Fakat sonucun tehlikesi ve bu durumun daima durmasının çetinliği, korku ateşini daha da alevlendirir. O ateşi söndürmek kişinin gücü haricine çıkar. Bu durumda kişi halin bozulmasından nasıl emin olabilir? Mü’minin kalbi, Rahman olan Allah’ın kudret parmaklarından iki parmağının arasındadır. Oysa kalp, kaynayan kazandan daha şiddetli sarsılır ve değişir.
Çünkü rablerinin azabına güven olmaz! (Meâric/28)
Bu bakımdan insanların en cahili o kimsedir ki ‘Allah’ın azabından emin olmaktan sakın!’ dendiği halde o, Allah’ın azabından emin olur. Eğer Allah ârif kullarına lûtfetmeseydi, onların kalplerini ümit ruhuyla canlandırmasaydı, kalpleri korku ateşinden yanardı. Bu bakımdan ümit, Allah’ın halis kulları için bir rahmettir. Gaflet de bir yönden, halk tabakası için rahmettir; zira eğer perde kalksa, kalpleri evirip çevirenin korkusundan paramparça olur.
Ariflerden biri şöyle demiştir: ‘Eğer benimle elli seneden beri Tevhid ehlidir’ diye tanıdığın bir kimsenin arasına bir direk girse ve o da ölürse, onun tevhid üzere öldüğüne kesinlikle hüküm veremem. Çünkü ben, o direği dolaşırken, kalbinin ne gibi bir değişikliğe uğradığını bilemem!’
Bir kişi şöyle demiştir: ‘Eğer şehidlik evin kapısında ise, İslâm üzerine ölmek de ev içindeki odanın kapısında ise muhakkak ki odanın kapısında İslâm üzerine ölmeyi seçerim. Çünkü ben odanın kapısı ile evin kapısının arasında kalbimde ne gibi değişikliklerin meydana geleceğini bilmiyorum!’
Ebu Derda ‘Bir kimse ölüm anında imanının kendisinden alınmayacağından emin ise, mutlaka onun imanı kendisinden alınır’ diye yemin ederdi.
Sehl derdi ki: ‘Sıddîklar her hareketin neticesinin kötü olmasından korkarlar’. Sıddîklar o kimselerdir ki Allah onları vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:
Verdiklerini rablerinin huzuruna varacakları düşüncesiyle kalpleri korkudan ürpererek verirler.(Mü’minûn/60)
Süfyân es-Sevrî, ölüm döşeğinde iken ağlayıp sızlandı. Kendisine denildi ki: ‘Ey Ebu Abdullah! Recâ makamına yapış! Zira Allah’ın affı senin günahından daha büyüktür’. Karşılık olarak şunları söyledi: ‘Ben günahlarım için mi ağlıyorum? Eğer tevhid üzere öleceğimi bilseydim, dağlar kadar günahlarla Allah’a mülâki olmaktan korkmazdım’.
Korkanların birinden hikâye ediliyor ki arkadaşlarının bazısına vasiyet ederek ‘Ölüm çağma girdiğimde başımın ucunda otur! Eğer tevhid üzerinde öldüğümü görürsen benim bütün servetimi al! Onunla badem ile şeker satın al. Memleketin çocuklarına benim sevabıma dağıt! Bu, kurtulmuş adamın düğün bahşişidir. Eğer tevhid üzere ölmezsem, halka bu durumu bildir ki benim cenazemde hazır bulunmakla mağrur olmasınlar. Beni seven cenazemde hazır bulunsun ki ölümden sonra riya yakama yapışmasın!’
Arkadaşı dedi ki: ‘Senin tevhid üzerine ölüp ölmediğini nasıl bileceğim?’
Allah’tan korkan zat ona bir alâmet söyledi. Böylece o, ölüm anında o tevhid alâmetini gördü, dolayısıyle emrettiği gibi şeker ile bademi satın aldı ve çocuklara dağıttı.
Sehl et-Tüsterî derdi ki: ‘Mürid, günahlarla mübtelâ olmaktan korkar. Arif ise, küfürle mübtelâ olmaktan korkar’.
Ebu Yezîd der ki: ‘Mescide yöneldiğimde belime bir zünnar bağlı olduğunu düşünüyorum ve o zünnarın beni kiliseye veya ateşgedeye götürmesinden korkuyorum. Bu korku camiye girinceye kadar devam ediyor. Camiye girer girmez, belimde bağlı hissettiğim zünnar çözülüyor. İşte günde beş defa bu durumla karşı karşıya gelirim’.
Hz. İsa ‘Ey havariler! Siz günahlardan korkuyorsunuz. Biz peygamberler ise, küfürden korkuyoruz’ demiştir.
Peygamberlerin haberlerinden rivayet ediliyor ki o zevât-ı kiramdan biri, Allah Teâlâ’ya, açlık, bit ve çıplaklıktan uzun seneler şikayet etti. Elbisesi yündendi. Bunun üzerine, Allah Teâlâ, o peygamberine vahiy göndererek şöyle buyurdu: ‘Kulum! Senin kalbini beni inkâr etmekten koruduğuma razı değil misin ki benden dün-yayı istiyorsun?’ Bu ilâhî hitap üzerine, o peygamberi zîşân, yerden toprak alıp başına saçıyor ve diyordu: ‘Evet yarab! Razı oldum. Beni küfürden koru!’
Arifler ayaklarının yerleşmesine ve imanlarının kuvvetine rağmen kötü sonuçtan bu kadar korkarlarsa acaba zayıf kimseler nasıl korkmazlar? Kötü sonucun ölümden önce beliren birçok se-bepleri vardır: Bid’at, nifak, gurur ve kötü sıfatlardan birçoğu gibi… Bu sırra binaen, ashab-ı kirâm nifaktan çok korkmuşlardır. Hatta Hasan Basrî der ki: ‘Nifaktan beri olduğumu bilsem, bu durum benim nezdimde üzerine güneş doğan herşeyden daha sevimli olur’.
Ashab-ı kirâm bu nifaktan iman esasının zıddı olan nifakı kasdetmiyordu. Onların gayesi; imanın esasıyla bir arada olan ni-faktır. Bu bakımdan (bu mânâ ile) kişi aynı zamanda hem münâfık, hem de müslüman olabilir. Bu nifakın birçok alâmetleri vardır. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Dört haslet vardır. O hasletler kimde bulunursa, o kimse katıksız bir münafıktır; isterse o kimse namaz kılsın, oruç tutsun ve ‘ben müslümanım’ desin. Eğer kişide o hasletlerden bili bulunursa, o kişide nifaktan bir şûbe var demektir ki o hasleti bırakıncaya kadar bu durum devam eder. O hasletler şunlardır: Kim konuştuğu zaman yalan söylerse, söz verdiğinde sözünde durmazsa, emin sayıldığı zaman hainlik yaparsa ve başkasıyla iddialaştığı zaman, yalan söylerse işte münafık odur.89
Hadîsin başka bir lâfzında ‘Söz verdiği zaman hile yaparsa’ diye varid olmuştur.
Ashab ve tabiin, nifakı öyle şeylerle tefsir etmişlerdir ki onlardan ancak sıddîk olan bir kimse kurtulur; zira Hasan Basrî ‘Kişinin gizli ve açık durumları değişik olursa, dili ve kalbi ayrı ayrı bulunursa, çıkış ve girişi aynı olmazsa bu nifaktandır’ demiştir. Acaba bunlardan kim kurtulabilir? Hatta Hasan Basrî’nin nifaktan saydığı durumlar bugün insanlar arasında normal ve âdet haline gelmiştir ve bu durumun münker olduğu unutulmuştur. Hatta bu durum, peygamberlik zamanına yakın olan bir zamanda bile cereyan etmiştir. Madem o zamanda cereyan etmiştir, o halde bizim zamanımızda neler olduğunu düşün! Hatta ashab-ı kirâmdan Huzeyfe (r.a) ‘Hz. Peygamberin za-manında kişinin konuşup dolayısıyla münafık olduğu kelimeyi sizlerden bugün günde yirme defa işitmekteyim’ demiştir.
Hz. Peygamberin ashabı şöyle derlerdi: ‘Sizler gözünüzde kıldan daha ince ve kıymetsiz görünen birtakım amellerde bulunursunuz ki biz o amelleri Hz. Peygamberin zamanında büyük günahlardan sayardık’.
Seleften biri şöyle demiştir: ‘Nifakın alâmeti, yapmış olduğun bir şeyi halk yaparsa, çirkin görmendir. Zulümden birşeyi sevmen, hakka buğzetmendir’.
Şöyle denilmiştir: ‘Kişi kendisinde bulunmayan bir sıfattan do-layı övüldüğünde, bu hoşuna giderse bu yaptığı münafıklıktandır’.
Bir kişi İbn Ömer’e dedi ki:
– Biz şu emirlerin huzurlarına giriyoruz! Onların dediklerini tasdik ediyoruz. Onların yanından çıktığımızda aleyhlerinde konuşuyoruz.
– Biz bu durumu Hz. Peygamber döneminde münafıklıktan sayıyorduk!
Daha şiddetlisi şu rivayettir: Birkaç kişi Huzeyfe b. Yeman’ın (r.a) kapısında oturup onun çıkışını bekliyorlardı. Bunlar Huzeyfe’nin hakkında bir şeyler konuşuyorlardı. Huzeyfe onların yanına çıktığında ondan utanarak sustular. Bu manzara karşısında kalan Huzeyfe ‘Konuştuğunuz konuyu devam ettirin!’ dedi. Fakat onlar sustular. Bunun üzerine Huzeyfe ‘Biz sizin bu davranışınızı, Hz. Peygamber’in zamanında nifak kabul ediyorduk!’ dedi.
İşte bunu söyleyen Huzeyfe münafıkları ve nifakın sebeplerini bilmekle meşhur olmuştur.
Huzeyfe derdi ki: ‘Kalbin üzerine, bir an gelir ki kalp imanla dolup taşar. Kalpte iğne ucu kadar nifaka yer kalmaz. Başka bir an ise kalp iman için bir iğne ucu kalmayacak kadar münafıklıkla dolup taşar’.
İşte bununla anlaşıldı ki ariflerin korkusu kötü neticedendir ve yine anlaşıldı ki kötü neticenin sebebi, neticeden önce tahakkuk eden birkaç şeydir. Onlardan biri bid’at, biri günahlar ve biri de nifaktır. Acaba kul ne zaman bütün bunlardan kurtulabilir? Eğer kul bunlardan kurtulduğunu zannederse, onun bu zannı nifaktır. Çünkü ‘Nifaktan emin olan bir kimse, münafığın ta kendisidir’ denilmiştir.
Ariflerden biri diğerine dedi ki: ‘Ben nefsim için nifaktan korkuyorum’. O da cevap olarak ‘Eğer sen münafık olsaydın nifaktan korkmazdın!’ dedi.
Bu bakımdan ârif kişi, kader-i ezelî ve sonuç arasında ve ikisinde de korktuğu halde kıvranmaktadır. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Mü’min kul iki korku arasındadır: Allah’ın kendisine ne gibi bir muamele yapacağını bilmediği geçmiş bir ecel ile Allah’ın hakkında ne gibi bir hüküm vereceğini bilmediği gelecek bir ecel arasındadır. Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim, ölümden sonra artık ayıplanacak yoktur, Dünyadan sonra, cennet veya cehennemden başka bir ev yoktur.90
Yardım edici Allah’tır.
78)Bazı nüshalarda ‘aynısı’ yerine ‘gayrisi’ geçmektedir. Fakat illet ile ma’lûl bu ikinci tabire göre uyuşmaz. Şârih der ki: ‘Düşünüldüğünde bu mi-sâl, hiçbir yönden mümesselün bih’e mutabık değildir!’ En yüce misâl Allah içindir. Allah temsil ve teşbihden yüce ve münezzehtir, (ithaf us-Saade,IX/224).
79) “Ben Ademoğullarının efendisiyim dememde böbürlenmek yoktur”.
(İmam Ahmed, Tirmizî, İbn Mâce)
80) ‘Allah’a yemin olsun, içinizde en fazla Allah’tan korkanınız benim!’
(Müslim)
81) Taberâni
82) Müslim, (Hz. Âişe’den)
83) Buhârî, (Ümm’ül-Ulâ el-Ensârîye’den)
84) Künyesi
85)Beyhakî ve Ebu Ya’lâ.
86)Daha önce geçmişti.77) İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce, (Ebu Hüreyre’den); İbn Humeyd, Ebu Ya’la
87) Tirmizî, Hâkim
88) İbn Şahin, Şerh’üs-Sünne
89) Müslim, Buhârî, (Abdullah b. Amr’dan)
90) Beyhakî, Şuab
*Korku Ve Ümit
Korkunun Hakîkat!, Dereceleri, Kısımları, Fazileti, Korku ve Recâ’dan Hangisinin Daha Üstün Olduğu, İlacı, Kötü Sonucun Mânâsı, Peygamberlerin ve Salihlerin Korku Halleri
*Nimet’in Hakikati ve Kısımları
Lütfu ve sevabı umulan, mekrinden ve azabından korkulan Allah’a hamdolsun! O Allah ki dostlarının kalbini ümit korkusuyla tamir etmiştir. Öyle ki nimetlerinin lâtifeleriyle o dostlarını huzurunun sahasına indirmeye sevketmiştir. Düşmanlarının istikrar yeri bulunan bela (imtihan) evinden onları uzaklaştırmıştır. Korkutma ve şiddetli ihtarının kamçısıyla huzurundan yüz çevirenlerin yüzlerini, sevap kerametinin evine çevirmiştir. Bunları, kınanmaya mâruz kalmamaları için bazen kahr ve şiddet zincirleriyle, bazen de şefkat ve lütfun gemiyle cennetine çekmek için yapmıştır.
Salât ve selâm, peygamberlerin efendisi, halkının en hayırlısı Hz. Peygamber’in (ve diğer peygamberlerin), âlinin, ashabının ve zürriyetinin üzerine olsun!
Muhakkak recâ ve havf iki kanattırlar; Allah’ın dergâhına yakın olanlar, onlarla her güzel makama uçarlar. İki binektirler; ahiret yollarından geçilmesi zor olan yollar onlarla geçilir.
Rahman’ın yakınlığına ve cennetin genişliğine, yollarının uzaklığı, yüklerinin ağırlığı, kalplerinin hoşa gitmeyen şeylerle, azalarının meşakkatlerle sarılı olması sebebiyle ancak recâ (ümit) gemisi (insanoğlunu) yaklaştırabilir. Cehennem ateşinden, elemli azaptan, şehvetlerin lâtifeleriyle ve lezzetlerin acaiplikleriyle sarılı olduğu için ancak korkunun kamçıları ve şiddetin sadmeleri uzaklaştırır. Durum bu iken, ümit ile korkunun hakikatlerini, faziletlerini, zıt olmalarına rağmen onları bir araya getirmenin yolunu belirtmek gerekir. İşte biz onların zikrim iki şıktan meydana gelen bir kitapta topluyoruz. Birinci şık recâ (ümit), ikinci şık da havf (korku) hakkındadır. Birinci şık, ümidin hakikatini, faziletini, devamını ve celbedilmesinde kullanılan yolun beyanını kapsar.
*Nimetin Bela Karşısındaki Fazileti
Aişe (r.a) şöyle rivayet ediyor: Hava bozulduğu ve şiddetli rüzgâr estiği zaman, Hz. Peygamber’in yüzü mosmor kesilir, kalkar odada gezinir, girer çıkardı. Bütün bunları Allah’ın azabının korkusundan yapıyordu.98
Hz. Peygamber Vakıa sûresinde bir ayet okudu, çığlık attı. Musa da bayılarak yere düştü. (A’raf/143)
Hz. Peygamber (s.a) el-Ebtah’da (bir dere) Cebrail’in esas sûretini gördü. Çığlık atarak düşüp bayıldı.
Rivayet ediliyor ki Hz. Peygamber namaza başladığı zaman göğsünden fıkır fıkır kaynayan çanağın sesi gibi bir ses işitiliyordu.”
Cebrail bana her geldiğinde Cebbar olan Allah’tan korktuğundan tir tir titriyordu!100
Şöyle denilmiştir: İblis, mâruz kaldığı felâkete uğradığı zaman, Cebrail ile Mikâil ağlamaya başladılar. Allah Teâlâ onlara vahiy göndererek şöyle dedi:
– Siz ikiniz neden ağlıyorsunuz?
– Yarab! Biz senin azabından emin değiliz.
– İşte böyle olunuz! Benim azabımdan emin olmayınız.
Tâbiînden Muhammed b. Münkedir’den şöyle rivayet ediliyor: ‘Ateş yaratıldığı zaman, meleklerin kalpleri yerinden oynadı. Ademoğulları yaratıldığı zaman, meleklerin kalpleri yerine geldi!’
Enes’ten şöyle rivayet ediliyor: Hz. Peygamber Cebrail’e sordu:
– Neden ben Mîkâil’i gülerken hiç görmüyorum?
– Ateş yaratıldığından bu yana Mikâil gülmemiştir.101
Deniliyor ki Allah Teâlâ’nın bir kısım melekleri vardır. Ateş yaratıldığından beri hiçbiri gülmemiştir. Bu korkulan, Allah’ın kendilerini azap edeceği korkusundan değildir.
İbn Ömer şöyle dedi: Hz. Peygamber ile beraber çıktım. Ensardan birinin bahçesine gelinceye kadar yürüdük. Hurmalardan alıp yemeğe başladı ve dedi ki:
– Ey Ömer’in oğlu! Sen neden yemiyorsun?
– Ey Allah’ın Rasûlü! İştahım çekmiyor.
– Fakat banim iştahım çekiyor. Bu dördüncü günün sabahıdır ki yiyecek bir yemek bulamadım! Eğer rabbimden isteseydim bana Kayser ile Kisrâ’nın mülkünü verirdi. Ey Ömer’in oğlu! Sen, bütün senelik rızkını derleyen ve kalplerinde yakının zayıf olduğu bir kavmin içinde kaldığın zaman durumun ne olacaktır?
İbn Ömer der ki: Allah’a yemin olsun! Biz daha yerimizden kalkmadan şu ayet indi:
Nice canlı var ki rızkını taşıyamaz. Onları da sizi de Allah besler. O semi’dir, alîm’dir!
(Ankebût/60)
Enes der ki: Bunun üzerine, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Allah size malı yığmayı emretmediği gibi, şehvetlerin arkasına kapılmayı da emretmemiştir. Kim fânî hayat için paraları istif ederse (bilsin) ki hayat; Allah’ın kudret elindedir. İyi bilin ki ben ne dinar ve ne de dirhem istif etmem ve yarın için de bir rızık saklamam.102
Ebu Derdâ der ki: ‘Allah’ın dostu İbrahim namaza kalktığı zaman, kalbinin sesi bir milden işitiliyordu. Bu da rabbinin korkusundan ileri geliyordu’.
Mücahid diyor ki: Hz. Dâvud, kırk gün secdede kalıp başını kaldırmadan ağladı. Öyle ki onun göz yaşlarından otlar bitip, başını kapladı. Sonra ‘Ey Dâvud! Sen aç mısın ki sana yedirilsin veya susuz musun ki sana içirilsin? Çıplak mısın ki sana giydirilsin?’ diye seslenildi. Bunun üzerine Hz. Dâvud bir çığlık attı. Ud aleti heyecana gelip korkusundan yandı. Sonra Allah Teâlâ, Davud’un üzerine tevbe ve mağfiretini indirdi. Bunun üzerine, Dâvud şöyle yalvardı: “Yarab! Benim hatamı elime yazdır!’ Bu dilek üzerine, Dâvud’un hatası (zellesi) eline yazdırıldı. Elini bir yemeğe, bir suya veya başka birşeye uzattığı zaman, hatasını görür, ağlardı. Dâvud’a üçte ikisi su dolu bardak götürülürdü. Bardağı ağzına götürdüğü zaman, hatası gözüne çarpardı. Bardak göz yaşlarından dolar, taşardı. Hz. Dâvud ölünceye kadar başını kaldırıp göklere bakmamıştı. Allah’tan haya ettiği için böyle yapıyordu. Münâcâtında şöyle diyordu: İlâhî! Hatamı hatırladığım zaman, yeryüzü genişliğine rağmen bana dar geliyor. Senin rahmetini hatırladığım zaman, ruhum bana geri geliyor. İlâhî! Seni tenzih ediyorum. Senin doktor kullarına, hatamı tedavi ettirmek için gittim. Hepsi de bana seni gösterdiler. Senin rahmetinden ümitsiz olanlara yazıklar olsun!’
Fudayl b. İyaz der ki: Kulağıma Hz. Dâvud’un, birgün hatasını hatırlayıp elini başına koyup bağırdığı halde, yollara koyulup, dağa çıktığını, yırtıcı hayvanların etrafında toplandığını, onlara ‘Ben size sizin için değil hatalarıma çokça ağlamak için geldim. Bu bakımdan o beni ancak ağlamakla istikbal etsin. Hata sahibi olmayan bir kimseyi hatalı Dâvud neylesin!’ dediği geldi. Davud çok ağladığından dolayı kınandığında şöyle diyordu: ‘Bırakın da ağlama günü gelip çatmadan önce, kemikler yırtılmadan, yürekler alev alev yanmadan ve rabbim bana şiddetli, katı, Allah’ın emrine isyan etmeyen ve kendilerine verilen emri harfiyyen tatbik eden melekleri musallat kılmadan önce ağlayayım!’
Hz. Dâvud hataya düştüğü zaman, sesi kısıldı. Bunun üzerine şöyle niyazda bulundu: Yarab! Sıddîkların seslerinin safâveti içinde sesim kalınlaştı’.
Hz. Dâvud, uzun zaman ağladığı halde ağlamasından fayda görmeyince, dünya kendisine daraldı, üzüntüsü arttı ve şöyle dedi:
Ya ilâhî! Ya seyyid! Ben günahımı nasıl unutayım? Oysa ben Zebur’u okuduğum zaman, akan su akmaz, esen rüzgâr esmezdi. Kuş gelip başıma gölge yapardı. Vahşî hayvanlar benim mihrabıma yaklaşırdı. Ey rab! Ey mevlâm! Şu, benimle senin arana giren vahşet nedir?
Bu yalvarış üzerine Allah Teâlâ,ona şöyle vahiy etti:
Ey Dâvud! O söylediğin, taatin ünsiyeti, bu durum ise mâsiyetin vahşetidir. Ey Dâvud! Adem, yaratıklardan biridir. Onu kudret elimle yarattım, ona ruhumdan üfürdüm. Meleklerimi ona secde ettirdim. Kerâmet elbisemi ona giydirdim. Vakarımın tacını onun başına koydum. O yalnızlıktan şikayet etti. Onu kulum Havva ile evlendirdim. Onu cennetime yerleştirdim. O bana isyan etti. Onu zelil ve çıplak olduğu halde, komşuluğumdan uzaklaştırdım. Ey Dâvud! Benden dinle! Hakîkat benim dediğimdir. Sen bize itaat ettin. Biz de sana itaat ettirdik. Sen bizden istedin biz de sana verdik. Bize isyan ettin, sana mühlet verdik. Eğer sen şu isyanına rağmen bize tevbe edersen senden onu kabul ederiz.
Yahya b. Ebi Kesîr şöyle anlatır: Hz. Dâvud okumak istediği zaman ondan yedi gün önce yemek yemez, su içmez, kadınlara yaklaşmazdı. Ondan birgün önce Dâvud için minber sahraya çıkarılırdı. Oğlu Süleyman’a ‘Memleketi, memleketin etrafındaki ormanları, tepeleri, dağları, sahraları, kiliseleri, havraları, hepsini çınlatıcı bir sesle çağır’ derdi.
Bunun üzerine Hz. Süleyman memlekette ‘Dâvud’un nefsi üzerine ağlamasını dinlemek isteyen gelsin!’ diye çağırırdı. Çöllerden, tepelerden vahşî hayvanlar, ormanlardan yırtıcılar, dağlardan haşerat, yuvalardan kuşlar, perdelerin arkasından bâkire kızlar akın ederdi. Halk o gün için toplanırdı. Hz. Dâvud gelip minbere çıkar, İsrailoğulları onun etrafını sarar, her sınıf ayrı ayrı dururdu. Hepsi de onu çember içine alırlardı. Hz. Süleyman onun baş ucunda, ayakta dururdu. Hz. Dâvud, rabbini övmeye başlar, dinleyenler ağlayıp sızlar, bağırırlardı. Sonra Hz. Dâvud cennet ve cehennemi anardı. Dolayısıyle haşerat ölür, vahşî hayvanlardan, yırtıcılardan ve insanlardan da bir grup ölürdü. Sonra Hz. Dâvud kıyametin dehşetlerinden bahseder, kendi nefsi üzerindeki ağlamasına dalardı. Hz. Süleyman, ölenlerin çokluğunu görünce şöyle derdi: ‘Ey babacığım! Dinleyenleri paramparça ettin.
Israiloğulları’ndan birçok kişi öldü! Vahşî hayvanlar ve haşerattan ölenler oldu’. Bunun üzerine Hz. Dâvud duaya başlardı. Hz. Dâvud dua ederken İsrailoğulları’nın âbidlerinden
biri şöyle seslendi: ‘Ey Dâvud! Rabbinden mükâfatı istemekte acele ettin’.
Bunun üzerine, Dâvud bayılarak düştü.
Hz. Süleyman; Hz. Dâvud’a isabet eden zahmeti gördüğünde bir sedye getirir, onu sedyeye yükletir, sonra bir dellâle şöyle çağırmasını emrederdi: ‘Kimin Dâvud’la beraber bir yakını veya akrabası varsa, o bir sedye getirip onu götürsün; zira Dâvud’la beraber olanları, cennet ve cehennemin zikri öldürmüştür’. Kadın sedyeyi getirip yakınını yükletip götürürdü ve yükletip götürürken şöyle derdi: ‘Ey ateşin anmasıyla ölen! Ey Allah’ın korkusu kendi-sini öldüren!’. Sonra Hz. Dâvud kendine gelip ayıldığında kalkıp elini başına koyar ve ibâdethanesine girer, kapısını kilitler, şöyle niyazda bulunurdu: ‘Ey Dâvud’un mâbudu! Sen Dâvud kuluna kızgın mısın?
Durmadan, (bu şekilde) rabbine münâcât ederdi.Süleyman gelip kapıda oturur, içeriye girmek için izin isterdi. Sonra beraberinde bir arpa ekmeği olduğu halde içeri girer ve şöyle derdi: ‘Babacığım! Bununla ibâdetini yapmak için kuvvet bul!’ Bunun üzerine Hz. Dâvud, Allah’ın dilediği kadar, o ekmekten yer, sonra çıkıp İsrailoğulları’nın arasına katılırdı.
Yezid er-Rekkaşi dedi ki: ‘Hz. Dâvud birgün halkla beraber çıkıp kendilerine vaaz etti ve onları korkuttu. Kırkbin kişiyle beraber yola çıktı. Onlardan otuz bin kişi öldü. Ancak onbin kişi geri geldi’.
Hz. Dâvud’un iki cariyesi vardı. Kendisine korku geldiğinde ve yere düşüp korkudan çırpındığında onları, göğsünün ve ayaklarının üzerine otursunlar diye ve azaları parçalanmasın, mafsal-ları birbirinden çıkıp ölümüne sebebiyet vermesin diye edinmişti.
İbn Ömer (r.a) şöyle anlatıyor: Yahya b. Zekeriyya sekiz yaşında iken Beyt-ül-Makdis’e girdi. Âbidlere baktı ki kıl ve yünden yapılmış abalar giymişler. İbret alanlara baktı ki duvarları yarmış, zincirleri geçirmiş. ‘Beyt-ül Makdis’in etrafında o zincirlerle kendilerini bağlamışlardı. Bu manzara onu korkuttu. Bunun üzerine anne ve babasının yanına döndü. Oynayan çocukların yanından geçti. Çocuklar ona ‘Ey Yahya! Gel de oynayalım’ dedi-ler. Yahya onlara ‘Ben oyun için yaratılmadım’ dedi. Yahya ebeveynine geldi. Kendisine kıldan yapılmış bir kaftan giydirmelerini istedi. Onlar Yahya’nın isteğine uydular. Bunun üzerine Beyt-ül Makdis’e döndü. Yahya onbeş yaşına basıncaya kadar gündüz Beyt-ül Makdis’e hizmet eder, orada gecelerdi. Onbeş yaşından sonra çıktı. Dağlara ve derelerin enginliklerine daldı. Ailesi çıkıp onu aradılar. Onu Ürdün denizinin kenarında buldular. Ayaklarını suya daldırmıştı ve neredeyse susuzluk kendisini öldürecekti. Oysa o şöyle diyordu: ‘Senin izzetin ve celâlin hakkı için, senin nezdindeki makamımın neresi olduğunu bilmedikçe soğuk su tatmayacağım’.
Bunun üzerine ebeveyni bir arpa ekmeğiyle iftar etmesini ve o sudan içmesini istediler. O da onların dediğini yapıp yeminin kefaretini verdi. Bunun için o, anne babaya itaatkârlıkla övüldü. Anne ve babası onu ‘Beyt-ül Makdis’e geri götürdüler. Yahya kalkıp namaz kılmak istediği zaman, beraberinde ağaçlar ve toprak ağlayıncaya kadar ağlardı. Babası Zekeriyya, bayılıncaya kadar, onun ağlamasından ötürü ağlardı. O, gözyaşları yanaklarının etini parçalayıp, bakanlara dişleri yanaklarından görününceye kadar ağlardı. Annesi kendisine ‘Ey’ oğul! Eğer izin verirsen dişlerini bakanlardan gizlemek için bir örtü yapayım’ dedi. Bunun üzerine annesine izin verdi. Annesi bir parça keçe aldı. Onun yanakları üzerine yapıştırdı. O, namaz kılmak üzere kalktığı zaman ağlardı. Gözyaşları yanakları üzerindeki keçe parçalarında toplandığı za-man annesi gelir o keçeyi sıkardı. Göz yaşlarının, annesinin kolları üzerine aktığını görünce şöyle dedi: ‘Ey Allahım! Şu gözyaşlarımdır. Şu da annem… Ben kulunum. Sen erham’ür râhimînsin’.
Babası Zekeriyya birgün kendisine şöyle dedi: ‘Ey oğul! Ben ancak rabbimden seni, seninle gözlerimin kuruması için istedim’. Bunun üzerine Yahya şu cevabı verdi: ‘Cebrail bana haber verdi ki cennet ile cehennem arasında bir düzlük vardır. O düzlüğü ancak ağlayan kimseler geçebilir’. Bunun üzerine Zekeriyya şöyle dedi: ‘Ey oğul! O halde ağla!’
Hz. İsa şöyle demiştir: ‘Ey havâriler topluluğu! Allah Teâlâ’nın korkusu ve Firdevs cennetinin sevgisi, meşakkat üzerine sebret-meyi insana bahşeder. Dünyadan uzaklaştırırlar. Hakikî olarak sizlere derim ki: ‘Arpanın yenmesi ve köpeklerle beraber mezbeleliklerde yatmak bile Firdevs için azdır!’.
Şöyle denilmiştir: Hz. ibrahim hatasını hatırladığı zaman bayılırdı. Kalbinin sesi bir mil uzaktan işitilirdi. Bunun üzerine Cebrail kendisine gelir ve şöyle derdi:
– Rabbin sana selâm ediyor ve şöyle soruyor: ‘Halilinden korkan hiçbir halil gördün mü?’
– Ey Cebrail! Ben hatamı hatırladım. Halilliğimi unuttum. İşte bunlar peygamberlerin (Allah’ın salât ve selâmı onların üzerine olsun) halleridir. Bu halleri düşünmekle seni başbaşa bırakalım. Çünkü onlar Allah’ı en fazla bilen sıfatına en fazla vâkıf olan kim
selerdir. Salât onlara ve Allah’a yakın olan her kulun üzerine ol sun! Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekildir!
98) Müslim ve Buhârî
99) Bezzar, (İbn Abbas’tan)
100) Ebu Davud, Tirmizî, Nesâi
101) İbn Ebî Dünya
102) İbn Merduveyh, Beyhaîd
*Sabır ile Şük’rün Bir Yerde Birleşmeleri
Soru: Bu söylemiş olduklarının çoğu, kötü sondan korkmaya dönüşür. Peki su-i hatimenin mânâsı nedir?
Cevap: Su-i hâtime, iki derecelidir. Biri diğerinden daha korkunçtur.
Korkunç ve dehşetli olan derece, ölümün dehşetleri anında ve korkularının belirdiği çağda, kalbe ya şüphenin veya inkârcılığın galip gelmesidir. Bu bakımdan ruh, ya inkârcılığın galebe çaldığı halde veya şüphe halinde kabzolunur. Dolayısıyle kalbe galebe çalan inkârcılık düğümü, insanoğlu ile Allah arasında, ebedî bir perde olur. Bu ise, daimî bir uzaklık ve sonsuz bir azabı gerektirir. Daha hafif olan mertebe ise, ölüm çağında kalbe dünya işlerinden birisinin, şehvetlerinden bir şehvetin sevgisinin galip gelmesidir.
Dolayısıyle kişinin ruhu, o halde iken kabzolunur. Bu bakımdan kalbinin bununla müstağrak olması, başının dünyaya dönük ve yüzünün dünyaya müteveccih olduğunu gösterir. Ne zaman kişinin yüzü Allah’tan çevrilirse, Allah ile arasına perde gerilir. Perde gerildiği zaman, azap iner; zira Allah’ın alev alev yanan ateşi ancak Allah’tan mahcup olanları çepeçevre sarar. Kalbi dünya sevgisinden selîm olan ve himmeti Allah’a yönelen bir mü’mine ise, ateş şöyle haykırır: ‘Ey mü’min! Geç çünkü senin nûrun benim alevlerimi söndürecek’. Bu bakımdan ne zaman mü’minin ruhu dünya sevgisinin galebe çaldığı bir halde kabzolunursa, durum tehlikelidir. Çünkü kişi neyin üzerinde yaşıyorsa, onun üzerinde ölür. Ölümden sonra kalp için ölüm çağında galebe çalan sıfatın zıddı olan bir sıfatı kazanmak mümkün değildir; zira kalplerde ancak azaların amelleriyle tasarruf edilir. Oysa ölümden ötürü azalar iptal olunmuşlardır.
Dolayısıyle ameller de iptal olunmuştur. Bu bakımdan herhangi bir ameli ölümden sonra ümit etmek boşunadır. Dünyaya gelip telâfi etmek de hayaldir. Bu durumda üzüntü oldukça artar. Ancak imanın aslı ve Allah sevgisi kalpte uzun bir müddet kökleştiğinde ve salih amellerle de kuvvet bulduğunda bu durum ölüm çağında kalpte beliren bu hali siler. Eğer kişinin imanı zayıf ise kişi, uzun zaman ateşte kalır. Eğer bir habbe miktarından fazla olmasa bile, binlerce sene sonra olsa dahi elbette onu ateşten çıkarması umulur.
Soru: Senin söylediklerin ölümden sonra hemen ateşin gelip kişinin gırtlağına sarılmasını gerektirir. Acaba neden Allah onun azabını kıyamete kadar geciktirir ve ona uzun müddet mühlet verir?
Cevap: Kabir azabını inkâr eden bir kimse bid’atçı, Allah’ın nûrundan perdelenmiş, Kur’an ve iman nûrundan mahrum olmuş bir kimsedir. Sıhhatli hüküm basiret sahipleri nezdinde, hadîslerle sabit olan hükümdür.
Kabir, ya ateş çukurlarından bir çukur veya cennet bahçelerinden bir bahçedir.91
Bazen azap gören bir kimsenin kabrine cehennemden yetmiş kapı açılır! 92
Nitekim bu husus hakkında hadîsler vârid olmuştur. Bu bakımdan onun ruhu, eğer son nefesi kötülükle kapanmış ise, üzerine bela indiği halde ondan ayrılır. Azabın çeşitleri vakitlerin çeşitlerine bağlıdır.
Bu bakımdan Nekir ve Münker’in sorgusu, kabre konulduğu zamandır. Azap da bundan sonradır. Azaptan sonra hesaptaki münakaşa gelir. Kıyamet gününde bütün bunlardan sonra, şahidlerin huzurunda, rezil olmak gelir. Ondan sonra da köprüyü geçmek tehlikesi vardır. O da şudur: Zebanilerin tutuşu ve azaba doğru sürükleyerek götürmeleri ve hadîslerde vârid olan diğer durumlar…
Öyleyse şakî bir kimse, durmadan bütün hallerinde azabın çeşitleri arasında kıvranmaktadır. O, bütün hallerde azap görmektedir, meğer ki Allah’ın rahmetiyle korunmuş ola! İmanın merkezini toprağın yiyip bitirdiğini sanma, toprak va’dedilen zaman gelinceye kadar sadece âzâları yer bitirir. İşte o zaman da dağılmış parçalar toplanır, imanın merkezi olan ruh, o parçalara döner, ölüm çağından yeniden o bedene dönünceye kadar o ruh, ya arşa asılı yeşil kuşların’havsalalarında eğer said iseler veya eğer şâkî ise bu durumun tam tersi bir durumda olurlar.
Soru: İnsanı kötü sona sürükleyen sebep nedir?
Cevap: Bu işlerin sebeplerini tafsilâtlı bir şekilde saymak mümkün değildir. Fakat onların derleyici noktalarına işaret etmek mümkündür. Şek ve inkâr üzerinde kötü sona ermenin sebebi iki şeye inhisar eder:
Birincisi
Birincisi takvanın, zâhidliğin ve amellerdeki salâhın bütünüyle beraber düşünülen bir sebeptir. Zâhid olan bid’atçı gibi; zira zâhid olan bid’atçının sonu gerçekten tehlikelidir. Amelleri salih olsa bile durum değişmez. Ben burada herhangi bir mezhebi kasdetmiyorum ki onun bid’at olduğunu söylemiş olayım; zira bunun beyanı oldukça uzar. Bid’attan gayem; kişinin Allah’ın zati, sıfatları ve fiileri hakkında hakikatin hilâfına inanmasıdır. Bu bakımdan kişi bunlara bâtıl bir şekilde ya kendi reyiyle, aklının verdiği istikametle böyle inanıp hasmını susturmak için kullandığı görüşe dayanır. Ona aldanarak davranır veya hali böyle olan bir kimseyi taklid ederek böyle inanır. Bu bakımdan ölüm yaklaştığında, ölüm meleğinin alnı göründüğünde kalp, içindeki vesveselerden ötürü sarsıldığı zaman, çoğu kez ölümün o dehşetleri anında daha önce cahilce inandığı şeylerin bâtıl olduğu kendisine görünür; zira ölüm hali, perdenin kalkma halidir. Ölümün dehşetlerinin başlangıçları da ölümdendir. Bu bakımdan bazen bunlarla birtakım şeyler inkişaf eder.
Öyleyse onun nezdinde daha önce inandıkları bâtıl çıktığı zaman ki bunlara kesinlikle inanır ve bu inançlar nefsinde yakîn derecesine gelmiştir o zaman sadece bu inancında nefsinin kendisini yanılttığını ve bu yanıltmanın bozuk düşüncesi ile kısa aklının mahsulü olduğunu sanmayarak daha geniş ufuklara açılır. İnandığı herşeyin temelinin çürük olduğunu zanneder. Zira bu zavallının nezdinde Allah ve onun Rasûlüne inanmak ve diğer sıhhatli akidelerle bozuk akidesinin arasında bir fark yoktur! Bu bakımdan cehaletinden neşet eden birtakım inançlarının bozuk olmasının o anda kendisine keşfolunması diğer itikatlarının da bozuk olduğuna inanmasına veya en azından onlardan şüpheye düşmesine sebep olur. Eğer kazara ruhu bu durumda iken kabzolunursa, akidesi kalbinde sabit olmazdan ve imana dönmezden önce ölüp giderse, böyle bir kimsenin hayatı kötülükle sonuçlanmış ve ruhu şirk üzerinde çıkmıştır. Allah Teâlâ bizi korusun! İşte şu ayetlerden kastolunan ancak böyleleridir:
(Çünkü) hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah’tan karşılarına çıkmıştır.(Zümer/47)
De ki: Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayacakları haber vereyim mi? Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de güzel bir iş yaptıklarını sanan kimseleri?(Kehf/103-104)
Nasıl ki rüya âleminde, istikbalde vakî olacak hadiseler uyku sebebiyle dünya meşgaleleri hafiflediği için inkişaf ediyorsa, ay-nen onun gibi ölüm dehşetlerinde birtakım şeyler inkişaf eder; zira dünyanın meşgaleleri, bedenin şehvetleri, kalbi melekûta bakmaktan alıkoyan yegâne sebeplerdir. Dolayısıyle kişi levh-i mahfuzda olan şeyleri mütalaa eder. Böylece ona işlerin hakikati inkişaf eder. Bu bakımdan bu halin benzeri, keşfin sebebi olur. Keşfte de diğer inançlarda da şüphenin sebebi olur. Kim Allah’ın zatı, sıfatları ve
fiilleri hakkında bâtıl birşeye inanırsa, onun bu inancı taklidden veya reyinden ve aklî görüşünden ileri geliyorsa, o kimse bu tehlikenin içindedir demektir. Zâhidlik ve salihlik bu tehlikeyi bertaraf etmeye kâfi değildir. Bu tehlikeden katıksız ve hak olan inanç kur-tarır. Bülh (saf) bir kimse ise bu tehlikeden uzaktır. Bülh ile icmâlen fakat sarsılmaz bir şekilde Allah’a, Rasûlüne ve son güne iman eden bedevileri, köylüleri ve halk tabakasını kastediyorum. O halk tabakaları ki tedkik ve tahkike girişmezler. Tek başlarına dinî konuları kurcalamazlar. Kelâmcıların sınıflarına da değişik sözlerini taklid etmek hususunda kulak vermezler. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Cennet ehlinin çoğu, bülh (saf) olan kimselerdir.
Yine bu sırra binaen selef, halkı dinî konuları tedkik ve kelâm ilmine dalmaktan ve bu işleri kurcalamaktan menetmiştir. Halka, Allah’ın indirmiş olduğu hükümlere, ayet ve hadîslerin zâhirlerine, Allah’ı herhangi bir şeye benzetmeyi reddederek inanmayı emretmişlerdir. Onları tevillere dalmaktan menetmişlerdir. Çünkü sıfatları tedkik etmekteki tehlike oldukça büyüktür. Boğazlar geçilmez bir vaziyettedirler. Yollar patika yollarıdır. Akılların Allah’ın celâlini idrâk etmekten yoksun oldukları da malûm…
Yakîn nûruyla Allah’ın hidayeti kalplerden ancak, o kalplerin üzerine teraküm eden dünya sevgisinden dolayı uzaklaşmıştır. Müdekkiklerin akıllarının sermayesiyle söyledik-leri şeyler karışık ve biri diğerini nakzedicidir. Kalpler ise, neşenin başlangıcında onlara ilka edilen bir şeye yakınlık duyar ve ona bağlanır. Halk arasındaki kabaran taassublar ise ecdaddan irsî olarak kalan veya işin başında muallimlerden hüsn-i zan ile öğrenilen akideleri perçinleştiren çivilerdir.
Sonra tabiatlar dünya sevgisine meftundurlar, ona yönelirler. Dünyanın şehvetleri onların gırtlaklarına sarılmıştır. Onları düşünceden alıkoyarlar. Allah ve sıfatları hakkında reyle, akılla konuşma kapısı açıldığı zaman, insanların fikirleri ayrılır, tabiatları değişir ve onlardan her cahil kemâl iddia eder veya hakkın künhünü ihâta edememesine rağmen her biri aklına geleni söyler. Bu durum, onları dinleyenlerin kalplerini de tesir altına alır. Uzun beraberlikten dolayı bu durum onlarda kökleşir. Kurtuluş kapısı tamamen kapanır. Bu bakımdan halk tabakasının selâmeti salih amellerle meşgul olmalarındadır. Güçlerinin haricinde olan şeylere burunlarını sokmamalarındadır. Fakat şu zamanda dizgin oldukça gevşek bırakılmış, hezeyan alabildiğine yayılmıştır. Her cahil zannından ve tahmininden ötürü tabiatına uygun geleni seçmekte ve bunun ilim ve yakîn olduğuna, imanının katıksız olduğuna inanmaktadır. Bununla vukû bulan tecrübe ve tahminin ‘ilm’el-yakîn’ ve ‘ayn’el yakîn’ olduğunu zanneder. Oysa gelecek bir zamanda gerçeği görecektir. Böyle kimseler hakkında perde kalktığında şu şiirlerin söylenilmesi uygundur:
Günler iyi göründüğünden dolayı onların hakkında hüsn-ü zanda bulundun.
Kaderin getireceğinin kötülüğünden korkmadın. Geceler seninle geçici olarak sulh ettiler, ona aldandın. Oysa gecelerin safaveti nezdinde bulanıklık peyda oldu.
Her kim Allah’a, Rasûlu ne ve kitablarına olan katıksız imandan ayrılırsa, araştırma denizine dalarsa, o kimse bu tehlikeler ile karşı karşıyadır. O kimsenin misâli, denizin dalgaları arasında olduğu halde, gemisi parçalanan bir kimsenin misâlidir. Dalgalar onu birbirinin kucağına atarlar. Sahile çıkması pek nâdir olur, bu ihtimal de uzaktır. Helâk, böyle bir kimse hakkında daha galiptir!
Kim araştırmacıların akıllarının sermayesi olarak çıkardık-ları bir inancın üzerine, ya onların kör taassubları içerisinde yazmış oldukları delilleriyle veya o deliller olmaksızın inerse böyle bir kimse, inancı bozuk bir kimsedir. Eğer buna güveniyorsa, bu kimse Allah’ın azabından emin olan bir kimse olur! Eksik aklına aldanmış demektir. Araştırmaya dalan herkes, bu iki durumdan kurtulamaz. Ancak kulun hududunu geçip velayet ve nübüvvet âleminde doğan mükâşefe nûruna vardığı zaman bu tehlike sözkonusu olmaz. Oysa bu makama varmak da ‘kibrit-i ahmer’ gibi pek enderdir. Nerede elde edilir? Bu tehlikeden ancak avam tabakasının Allah’a, peygamberine ve kitablarına sâfi bir şekilde inananları veya ibadet ve ateşin kendilerim meşgul ettiği kimseler selâmet kalabilirler. Bu kimseler, bu fuzulî işe dalmazlar. İşte neticenin kötü olmasına tesir eden tehlikeli sebeplerden biri budur.
İkincisi
İkinci sebebe gelince, o aslında imanın zâfiyetidir. Sonra dünya sevgisinin kalbi istilâ etmesidir. Ne zaman iman zayıf düşerse Allah sevgisi zayıflar. Dünya sevgisi kuvvet bulur. Öyle bir vaziyete gelir ki kalpte Allah sevgisinin yeri kalmaz. Ancak söz olarak kalır ve nefsin muhalefetinde müsbet bir rolü görünmez. Şeytanın yolundan dönmekte herhangi bir etki yapmaz. Bu bakımdan bu durum, şehvetlerin arkasında gitmeyi ve alabildiğine dalmayı gerektirir.
Hatta kalp kararır, katılaşır, simsiyah kesilir. Nefislerin zulmeti kalbin üzerinde birikir. Kalpte bulunan iman nûru söner. Öyle ki bu durum, kalbin üzerinde bir mühür ve pas meydana getirir. Ne zaman ki ölümün dehşetleri gelirse, dünya sevgisi daha da artar ve dünyadan ayrılmanın ürpetileri görülür. Tek sevgilisi dünya olduğu için kalp, dünya ayrılığından gelen ürpertiden dolayı elem duyar ve bunu Allah’tan görür. Böylece Allah tarafından kendisine takdir edilen ölümü hoş görmemekle kalbi hoplar ve bunu hoş görmemesi de Allah’tan geldiği içindir. Bu bakımdan böyle bir kimsenin kalbine, sevgi yerine Allah’tan nefret etmek yerleşir. Nitekim zayıf bir şekilde çocuğunu seven bir kimsenin çocuğu kendisinden daha sevimli ve babasının kalbini daha yakıcı olan mallarını aldığı zaman, babanın o zayıf sevgisi nefrete dönüşür. Eğer adam o sırada ölürse, ameli kötülükle sonuçlanmış demektir! Ebedî bir helâk ile yok olmuştur. Bu tür sonuca götüren sebep, dünya sevgisinin galebe çalması ve dünyaya meyletmesidir. İmanının zâfiyetine rağmen dünya ile sevinmesidir. Tabiîdir ki imanın zâfiyeti, Allah sevgisinin zâfiyetini gerektirir.
Bu bakımdan kalbinde, Allah’ın sevgisini dünya sevgisinden daha galip gören bir kimse velev ki dünyayı da seviyorsa bu tehlikeden daha uzaktır. Dünya sevgisi her hatanın başıdır. O müzmin bir hastalıktır. O sevgi halk tabakalarını tesiri altına almıştır. Bütün bu felâket Allah’ın mârifetinin az bilinmesinden ileri gelir; zira Allah’ı ancak tanıyan bir kimse sever.
De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, hanımlarınız, soylarınız, kazandığınız mallar, düşmesinden korktuğunuz ticaretiniz, hoşunuza giden meskenler, size Allah ve Rasûlünden ve O’nun yolunda cihaddan daha sevgilisi ise, artık Allah’ın emri (azabı) gelinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.(Tevbe/24)
Öyleyse kimin, kalben Allah’ı inkâr tehlikesi halinde ve kalbiyle Allah’ın fiilini hoş görmeyip kendisiyle aile efradının, malının ve diğer sevdiklerinin arasını ayırdığından dolayı nefre-tini gösterir bir durumda ruhu cesedinden ayrılırsa, bu kimsenin ölümü, sevmediğinin huzuruna varmak ve sevdiğinden ayrılmaktır! Bu bakımdan bu kimse efendisini sevmeyen ve ondan kaçan bir kulun efendisinin huzuruna varışı gibi Allah’ın huzuruna varır. Bu kimse cebren efendisinin huzuruna getirilirse, karşılaşacağı mahcubiyet ve azap hiç kimse için gizli değildir.
Sevgi üzerinde ölene gelince o, mevlâsının cemâline müştak, emrine itaatkâr bir kölenin mevlâsının huzuruna varışı gibi varır. Öyle bir köle ki çalışmaların zorluklarına katılır, mevlâsının hu-zuruna varmak için yolculuğun zorluklarına göğüs gerer. Bu kölenin sadece mevlâsının huzuruna varmakla ne kadar sevineceği herkesin malûmudur. Bir de mevlâsının ikramına, nimetlerin gariplerine müstehak olması vardır ki o da ayrı…
Birinci sonuçtan daha az tehlikeli olan ikinci sonuca gelince ki bu sonuç kişinin ebediyyen ateşte kalmasını gerektirmez bu sonucun da iki sebebi vardır: Bu sebeplerden biri iman ne kadar kuvvetli olursa olsun günahlarının çokluğudur.
İkincisi günahlar ne kadar az olursa olsun imanın zâfiyetidir. Bu kötü sonuç şundan ileri gelir: Günahları işlemenin sebebi; şehvetlerin galebe çalması, âdet ve ülfiyetin çokluğundan dolayı kalpte yerleşmesidir. İnsanoğlunun hayatı boyunca sevdiği herşey ölüm anında onun kalbine yeniden gelir! Eğer onun meyli ibadetlere ise; ölüm anında onun üzerine Allah’ın taatinin zikri galebe çalar. Eğer onun meyli günahlara daha fazla ise, günahların zikri ölüm anında kalbe galip gelir. Bu bakımdan çoğu zaman ruhu, dünya şehvetlerinden bir şehvetin veya günahlardan bir günahın galebe çaldığı anda kabzolunur. Böylece kalbi onunla bağlanır ve Allah’a karşı mahcup olur.
Ancak zaman zaman günah işleyen kimseye gelince, o bu tehlikeden daha uzaktır. Hiç günah işlemeyen bir kimse ise, bu tehlikeden daha da uzaktır. Kendisine günahların galebe çaldığı ve günahları ibâdetlerinden daha fazla oları, ibâdetlerden daha çok günahlarla kalbi sevinen bir kimse ise, bu tehlike onun hakkında oldukça belirgindir.
Biz bunu bir misalle anlatalım: Malûmdur ki insan rüyasında hayatı boyunca bildiği hallerden bir kısmını görür. Hatta insan rüyada ancak uyanık iken gördüklerinin benzerini görür. Hatta erginlik çağına yaklaşan bir kimse eğer uyanık iken cinsî münasebette bulunmamış ise cima ettiğini görmez. Eğer uzun bir müddet bekâr kalsa, ihtilâm olduğu zaman yine cima ettiğini görmez. Sonra malûmdur ki hayatını fıkıh ilmine sarfeden bir kimse, ilimle ve âlimlerle ilgili hallerden, ömrünü ticarette sarfedip de ticaretle ilgili halleri gören bir kimseden daha fazlasını rüyasında görür. Tüccar bir kimse ticaret ve sebepleriyle ilgili olan halleri, doktorun veya fakîhin gördüklerinden daha fazla görür. Çünkü uyku halinde, ülfiyetin uzunluğundan dolayı, kalple münasebeti olan şey veya sebeplerden bir sebeple meydana gelen şey zuhur eder. Ölüm de uykuya benzer. Fakat ölüm uykudan daha üstündür. Fakat ölümün dehşetleri, ölümden önce insanoğlunda me’lûf olan bir şeyin hatırlanmasını ve onun kalbe düşmesini iktiza eder. Onun zikrinin kalpte hasıl olmasını sağlayan sebeplerden biri de uzun zaman ona ülfîyet vermektir. Bu bakımdan günah ve ibâdetlere uzun zaman ülfiyet vermek de müreccih bir sebeptir. Böylece salih kimselerin rüyaları da bozuk kimselerin rüyalarına zıttır. Öyleyse ülfîyetine galebe çalması, kişinin kalbinde fâhiş bir zarure-tin temessül etmesine sebeptir. O sûrete nefis meyleder ve çoğu kez ruh bu halde kabzedilir ve bu da kötü sona sebep olur. Her ne kadar imanın esası baki ve dolayısıyla kötü sondan kurtulmak bu kimse için umulursa da…
Nasıl ki uyanıklık halinde, tehlikeli olan ancak Allah’ın bildiği özel bir sebepten dolayı tehlikeli oluyorsa, aynen onun gibi rüyaların da Allah katında sebepleri vardır. Biz o sebeplerin bir kısmını bilmiyoruz. Nitekim kalbe gelen bir şeyin ya benzerlikten veya zıtlıktan veya beraberlikten dolayı o şeye uygun düşen başka birşeye intikal ettiğini bildiğimiz gibi…
Benzerlikten temin edilen uygunluk, bir güzele bakıp, başka bir güzeli hatırlamaktır. Zıtlıkla temin edilen uygunluk ise, bir güzele bakıp bir çirkini hatırlamak ve bu iki zıddın arasındaki korkunç uçurumu düşünmektir. Beraberlikle meydana gelen uygunluğun ise tasviri şöyledir: Daha önce bir insanın beraberinde görmüş olduğu bir ata bakar, o insanı hatırlar, bazen de düşünce, bir şeyden diğer bir şeye intikal eder. Fakat bu şeylerin arasındaki münasebetin yönü bir türlü çözülmez. Bu ancak bir veya iki vasıta ile hasıl olur. Meselâ; bir şeyden ikinci bir şeye, o ikinci şeyden de üçüncü bir şeye intikal, etmek gibi… Sonra ikinci şey unutulur. Böylece üçüncü ile birinci arasında münasebet olmaz. Fakat ikinci ile üçüncü arasında münasebet yardır. İkinci ile birincinin arasında da münasebet vardır.İşte bunun gibi uykuda da hâtıraların intikali için bu cinsten sebepler vardır ve ölüm dehşetleri anında da durum böyledir.
Bu duruma binaen ilim Allah’ın nezdindedir terziliğin bütün zamanını meşgul ettiği kimsenin ölüm anında başına işaret ettiğini, sanki iğnesini alıp onunla dikmek istediğini, yüzük ve aleti olan parmağını ağzına götürüp ıslattığını, izan üzerinde tuttuğunu, onu ölçtüğünü, sanki onun tafsilâtını veriyormuş gibi yaptığını, sonra elini makasa uzattığını görürsün. Kim kalbine gelenlerin günah ve şehvetlerden intikal edip ibâdetlere yönelmesini istiyorsa, bu kimsenin çıkar yolu, nefsini günah ve şehvetlerden kesmek için hayatı boyunca mücâhede etmektir, şehvetleri kalpten sökmeye çalışmaktır. İşte elden gelen bu kadardır. Hayıra uzun zaman devam etmek, düşüncesinden şerri tahliye etmek de ölüm dehşetlerinin hali için zahiredir. Çünkü kişi dünyada neyin üzerinde yaşamış ise onun üzerinde ölüp, onun üzerinde haşrolunur.
Bir bakkala ölüm çağında şehâdet kelimeleri telkin edilir. O da beş, altı, dört derdi. Çünkü onun nefsi, ölümden önce uzun zaman uğraştığı hesapla meşgul idi.
Selef âriflerinden biri şöyle demiştir: ‘Arş, nûr olarak pırıl pırıl parlayan bir cevherdir. Bu bakımdan kul hangi hâl üzerinde olursa, onun üzerinde bulunduğu suretin benzeri arşta halkedilir. Ne zaman ki bu şahıs ölüm dehşetlerine girerse, o sûret arştan ona gösterilir. Bu bakımdan çoğu kez nefsini günah üzerinde görür. Böylece kıyamet gününde de bu durum ona keşfolunur ve dolayısıyle nefsinin hallerini görür. Kelimelerle vasıflandırılmayacak derecede korkar ve mahcup olur’.
Arifin söylediği doğrudur. Doğru rüyanın sebebi de buna yakın bir şeydir; zira uyuyan bir kimse, müstakbelde, levh-i mahfuz’dan bazı şeyleri idrâk eder. Bu, peygamberliğin parçalarından bir parçadır. Madem durum budur, kötü sonuç kalbin hallerine ve kalbe gelen şeylerin ihtilâcına dönüşmüştür. Kalpleri evirip çeviren ancak Allah’tır. Düşüncelerin kötülüğünü isteyen tesadüfler ise, tamamen kulun iradesine dahil değildir. Her ne kadar uzun alışkanlığın orada bir tesiri varsa da…
Bu bakımdan onunla âriflerin kötü sonuçtan korkuları artar; zira eğer insan, rüyada salihlerin ibâdet ve taatlerinin ahvâlinden başkasını görmek istemiyorsa, bu durum onun için çetindir. Her ne kadar salihliğin ve salihliğe devam etmenin çokluğunun bu istekte müsbet bir tesiri varsa bile yine de hayalin dalgalan tamamen kontrol altına girmez. Her ne kadar galip, uykuda belirenin uyanıklık halinde kişide galip olan, olan da halin münasebeti ise de…
Hatta ben şeyh Ebu Ali el-Farmedî’den93 dinledim. Bana müridin şeyhine karşı edepli olmasının vâcib olduğunu ve müridin kalbinde şeyhin bütün söylediklerine karşı bir inkârın olmaması, diliyle şeyh ile mücadele etmemesi gerektiğini anlatıyordu. Bu es-nada dedi ki: ‘Ben şeyhim Ebu Kasım el-Kirmanî’ye94 bir rüyamı hikâye ederek dedim ki: “Seni rüyamda gördüm. Bana birşey için ‘şöyledir’ dedin. Ben de ‘Neden öyle olsun!’ diye sordum”. Bunun üzerine şeyh Ebu Kasım, beni bir ay bırakıp benimle konuşmadı ve dedi ki: ‘Eğer senin içinde (şeyhinden) delil istemenin caiz olma fikri ve sana söylediğimi inkâr etme düşüncesi caiz olmasaydı uyku halinde senin dilinden bu çıkmazdı.’95
Gerçek şeyhin dediği gibiydi; zira insanoğlu rüyada, uyanıklık halinde kalbine galebe çalan şeyin zıddını çek az görebilir. İşte kötü sonuç sırlarından muamele ilminde zikredilmesi müsamaha edilen miktar budur. Bunun ötesi ise mükâşefe ilmine dahildir. Anlaşıldı ki kötü sondan emin olmak ancak şöyle mümkün olabilir: ‘Eşyayı olduğu gibi, cahillik olmaksızın görmek ve bütün ömrünü günah işlemeksizin Allah’ın ibadetine sarfetmektir’.
Eğer bunun muhal veya çetin olduğunu biliyorsan, elbette arif-lerin kalbine galebe çalan korku, sana galebe çalmalıdır ki onun sebebiyle uzun uzadıya ağlayıp figan edesin ve ondan ötürü üzüntün ve sarsılman devam etsin.
Nitekim biz ileride peygamberlerin ve selef-i salîhinin hallerinden bu durumu hikâye edeceğiz ki bu senin kalbinde ateş korkusunu artıran sebeplerden biri olsun! Sen bununla ömrün, bütün amellerinin eğer ruhun teslim edildiği son nefeste sağlam kalmazsa, zâyi olacağını anlamış oldun ve yine an-ladın ki bu son nefesin, düşünce dalgalarının sürülmesiyle bera-ber selâmet kalması gerçekten zordur.
Mutarrıf b. Abdillah96 şöyle demiştir: ‘Ben, helâk olan bir kimsenin nasıl helâk olduğuna hayret etmiyorum. Fakat kurtulan bir kimsenin nasıl kurtulduğuna hayret ediyorum!’
Hâmid el-Leffaf da şöyle demiştir: Melekler mü’min kulun ruhunu huzur-u ilâhî’ye yüceltip götürürken, melekler o ruha hayret ederler ve derler ki ‘Bu kimse, içinde bizim hayırlılarımızın bile fesada uğradığı şu dünyadan nasıl kurtuldu?’
Süfyan es-Sevrî birgün ağlıyordu. ‘Neden ağlıyorsun?’ denildi. Cevap olarak şöyle dedi: ‘Bir zaman günahlar için ağladım. Şimdi İslâm için ağlıyorum’.
Kısacası; gemisi denizin enginliğine düşen, üzerine dehşetli rüzgârlar hücum eden, dalgaların kendisini kucaktan kucağa attığı bir kimse için kurtuluş uzak bir ihtimaldir! Oysa mü’minin kalbi, ızdırap bakımından, denizin dalgalarından daha büyüktür. Ölüm çağında kalbe gelen korkutucu, kötü bir düşüncedir ki sadece kalbe o gelir.
O da öyle bir düşüncedir ki Hz. Peygamber (s.a) onun hakkında şöyle demiştir:
Muhakkak kişi cennet ehlinin ameliyle elli sene amel eder. Öyle ki onunla cennet arasında ancak bir devenin iki sağımı arası kadar mesafe kalır. Daha önce hakkında verilen ilâhî karardan ötürü sonucu tehlikeli olarak kapanır.
Devenin iki sağımı arası, o kişinin şekavetini gerektirecek amelleri işlemeye yetmeyecek kadar kısa bir zamandır. Hatta onlar, gelip geçen ve şimşeğin çakması gibi hızlı olan düşüncelerdir.
Sehl et-Tüsterî şöyle anlatıyor: “Rüyamda cennete girdim ve orada üçyüz peygamber gördüm. Onlara ‘Dünyada en fazla neden korkuyordunuz?’ diye sordum, onlar ‘Kötü sonuçtan korkuyorduk dediler”. İşte bu büyük tehlikeden dolayıdır ki şehâdet mertebesi imrenecek bir mertebe ve ânî ölüm istenilmeyecek bir ölümdür.
Anî ölüm şundan ötürü istenilmez: Çoğu kez kötü bir düşüncenin galebe çaldığı ve kalbi istilâ ettiği bir âna tesadüf eder. Oysa kalp de ya mârifet nûruyla dolu veya kerahyeti ve istememezlikten dolayı böyle düşüncelerden boşalabilir.
Şehâdet mertebesi ise, kalpte Allah sevgisinden başkasının kalmadığı, dünya, aile efradı, mal, evlât ve bütün şehvetlerin sevgi-sinin kalpten çıktığı halde ruhun kabzedilmesinden ibarettir; zira çarpışanların saflarına nefsini ölüme hazırlayarak hücum etmek, ancak Allah’ın sevgisini, rızasını talep etmek, düyasını verip ahi-retini satın almak ve Allah ile yapmış olduğu alış verişe razı ol-mak halinde o mertebeye ulaşılır.
Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır.
(Tevbe/111)
Satıcı bir kimse, şüphesiz ki sattığı malı gözünden çıkarır, sevgisini kalbinden atar. Sadece karşılığının sevgisi kalpte kalır. Böyle bir hâl bazı durumlarda kalbe galebe çalar. Fakat ruhun kabzolunması, bazen bu hallere tesadüf etmez. Fakat savaşmak ruh’un böyle bir halde çıkışma sebep teşkil eder. Bu durum, kahramanlıkla düşmana galip gelmeyi, ganimet elde etmeyi ve güzel şöhret elde etmeyi kasdetmeyen bir kimse içindir; zira yukarıda saydığımız menfî (olumsuz) niteliklerden uzak olmayan bir kimse, savaş meydanında öldürülse bile, hadîslerin delâlet ettiği gibi, şehâdet mertebesinden uzaktır! Sana kötü sonucun mânâsı ve kötü sonuç hakkında korkutan şeyin ne olduğu belirdiğinde, o sonucu iyi geçiştirmeye hazırlanmakla meşgul ol, Allah’ın zikrine devam et, kalbinden dünya sevgisini çıkar, azalarını günah işlemekten koru, kalbini günahları düşünmekten uzaklaştır. Mümkün olduğu kadar günahları ve günah ehlini müşahede etmekten sakın; zira bu da kalpte menfî tesir yapar. “Fikrini ve düşüncelerini ona meylettir. Sakın işi geciktirip ‘Ben gelecekte, sonuç gelip çattığı zaman buna hazırlanacağım’ deme; zira senin nefeslerinin her biri senin sonucundur. Çünkü o nefeste ruhunun uçup gitme ihtimali vardır. Bu bakımdan her göz açıp kapanışta kalbini kontrol et. Bir an dahi ihmal etme. O ânın senin sonun olması mümkündür. Bu durum uyanıklık halinde devam ederse böyledir. Uyuduğun zamana gelince, ancak zâhir ve bâtının uyanık olduğu halde uyu!
Allah’ın zikri kalbine galebe çaldıktan sonra uyku sana galip gelsin. Zikrin kalbine galebe çaldığı zaman dedim de diline galip geldiği demedim. Çünkü sadece dil ile söylenen zikrin tesiri zayıftır. Kesinlikle bil ki uyku çağında senin kalbine ancak uyku-dan önce galebe çalan bir durum galip gelir. Uyku halinde ancak uyanıklık halinde galip olan, kalbine galebe çalar. Ölüm ile ölümden sonra dirilmek, uyku ile uyanıklığa benzer. Nasıl ki kul, ancak uyanıklık halinde kendisine galip olanın üzerinde uyanıyorsa, aynen onun gibi kişi neyin üzerinde yaşıyorsa, ancak onun üzerinde ölür. Neyin üzerinde ölmüş ise, onun üzerinde haşrolunur. Kesinlikle ve yakînen tahakkuk etti ki ölümden sonra dirilmek, se-nin hallerinden iki haldir, tıpkı uyku ile uyanıklık gibi…
Eğer sen yakîn gözü ve basiret nûruyla bunu müşahede edecek bir kimse değilsen, kalbin inancıyla tasdik ederek buna inan! Nefeslerini murâkebe et. Bir göz açıp kapayıncaya kadar Allah’tan gafil ol-maktan sakın; sen bütün bunları yapsan bile (yine de) büyük bir tehlike içindesin. Bunları yapmazsan acaba durumun nasıl olur?
Bütün insanlar helâk olmuşlardır; ancak âlimler müstesna! Alimlerin de hepsi helâk olmuştur; ancak ilimleriyle amel edenler müstesna! Amel edenlerin de hepsi helâk olmuştur; ancak ihlâs sahipleri müstesna! İhlâs sahipleri de büyük bir
tehlike üzerindedirler.97
Dünyadan zarurî ihtiyacın kadarıyla kanaat etmedikçe, senin için bu durum müyesser olamaz. Senin zarurî ihtiyacın ise yiyecek, giyecek ve meskendir. Bunların dışında kalan diğer şeylerin tümü fuzulîdir. Yemekten zarurî olan miktar belini doğrultan, mideni doyuran miktardır. Bu bakımdan istemeyen ve mecbur ka-lan bir kimsenin yediği gibi yemelisin. Tuvalete gitme rağbetinden, yemekteki rağbetin daha fazla olmamalıdır. Zira yemeği mideye sokmakla çıkarmanın arasındaki fark yoktur. Bu iki şey de insan tabiatında zarurîdir. Nasıl ki def-i hacet, kalbini meşgul edecek değerde değil ise, aynen onun gibi yemeğin de kalbini meşgul etmesi uygun değildir. Eğer hedefin; karnına giren şey ise, kıymetin de karnından çıkan şeydir. Def-i hacette olduğu gibi yemekten maksadın Allah’ın ibâdetinde kuvvetli olmaktan başka birşey olmamalıdır. Bunun alâmeti üç şeyde belirir: Yiyeceğin vaktinde, miktarında ve cinsinde…
Vakte gelince, vaktin en azı, gece gündüz (yirmi dört saat) bir defa yemektir. Bu bakımdan bu şahıs oruca devam eder.
Miktarına gelince, midenin üçte birinden fazlasını doldurmamaktır.
Cinsine gelince, mümkün ve mevcut olanla kanaat edip yemeklerin lezzetlilerini aramamaktır. Eğer bu üç duruma gücün yetiyorsa, lezzetlerin şehvetinin zorluğu omuzundan düşerse bundan sonra şüphelileri terketmeye gücün yeter ve ancak helâlden yeme imkânına sahip olursun. Çünkü helâl azdır ve bütün şehvetlere yetmez.
Elbisene gelince, elbiseden gaye sıcak ile soğuğu defetmek ve avreti örtmek olsun. Bu bakımdan başından soğuğu defeden bir şeyden velev ki bir danik karşılığında (para birim) satın aldığın bir kalensüve (külâh) olsun başkasını istemen fuzulî bir istek olur. Zamanın orada zâyi olur. Ona bir defa tamah etmek yüzünden çalışıp zahmet çektiğinde daimî meşguliyet yakana yapışır. İkinci bir defa tamah etmek haram ve şüphedendir. Sıcak ve soğuğu bedeninden defedecek diğer şeyleri buna kıyas et! Bu bakımdan giyinme ihtiyacını yerine getiren şeyle eğer cinsinin kötülüğünden ötürü iktifa etmezsen, ondan sonra senin dönecek bir yerin yok demektir. Hatta sen karnı ancak toprak ile dolan kimselerden olursun. Mesken de böyledir. Eğer o meskenin maksadıyla iktifa edersen, tavan olarak gök, taban olarak yer sana kâfidir. Eğer sıcak yeya soğuk sana galebe çalarsa camilere sığın. Eğer özel bir mesken talep ediyorsan, bu oldukça uzar. Ömürünün çoğu buna sarfedilir! Oysa ömrün senin sermayendir. Sonra özel bir mesken elde edilirse bile duvardan, seninle başkalarının gözü arasında perde olmasından başka birşey, tavandan da senden yağmurları defedici olmaktan başka birşey talep edersen, duvarları yükseltmek, tavan-ları süslemek hevesine kapılırsan bu takdirde öyle bir çukura düşmüş olursun ki ondan çıkman uzak bir ihtimal olur!
İşlerin zarurî kısımlarının hepsi böyledir. Eğer zarurî miktarla iktifa edersen, Allah’a kulluk yapmak vaktini bulursun. Ahiretin için azıklanmaya gücün yeter. Sonucun için hazırlanabilirsin. Eğer zaruret hududunu aşar, nefsinin istek ve temennilerine dalarsan, hedefin çeşitli dallara ayrılır, seni hangi derede helâk edeceğine Allah Teâlâ perva etmez! Bu bakımdan senden daha fazla nasihata muhtaç olan (benim gibi) bir kimseden bu nasihati kabul et!
Tedbir, azıklanma ve ihtiyatın geniş sahası bu kısa ömürdür. Onu tehir ettiğinde veya gaflet ettiğinde iraden olmadan ânî olarak götürülürsün. Dolayısıyla hasret ve pişmanlık senden ayrılmaz. Eğer korkunun zafiyetinden ötürü ve sonucun hakkında niteliğini belirttiğimiz mesele korkmana kifayet etmediğinden dolayı irşad olunduğun bu yola devam etmezsen, sana korkanların hallerinden, kalbinden katılığı az nisbette de olsa gideren bir miktarını zikredeceğiz. Muhakkak sen peygamberlerin, velîlerin ve âlimlerin (r.a) akıl, amel ve Allah’ın nezdindeki derecelerinin, senin aklın, amelin ve derecenden daha az olmadığını biliyorsun. Bu bakımdan basiretinin körlüğüne ve onların halleri hakkındaki kalp gözünün körlüğüne rağmen düşün! Neden onlar o kadar korkmuşlar? Neden uzun bir zaman üzüntüye kapılıp ağlamışlar? Hatta bazıları çığlıklar atmış, bazıları dehşete kapılmış, bazıları bayılarak düşmüş, bazıları ölü olarak yere serilmiş! Eğer bu durum kalbine tesir etmezse bu vaziyet, hiç de şaşılacak bir şey değildir. Çünkü gafillerin kalpleri taş gibi veya taştan daha katıdır!
Çünkü öyle taşlar var ki içinde ırmaklar fışkırır; öylesi var ki çatlar da bağrından su kaynar, öylesi de var ki Allah korkusundan aşağı düşer. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir!(Bakara/74)
91)Tirmizî
92) Irâkî rivayetin aslını görmediğini söylemiştir.
93) Tam adı Ebu Ali Fâdıl b. Muhammed b. Ali el-Farmedî’dir. Farmid, Tûs’a bağlı bir köydür. H. 377’de Tûs’.da vefat etmiştir.
94) Künyesi Ebu Kasım Abdurrahman b. Ali el-Kirmânî et-Tûsî’dir.
Horasan’a bağlı bu beldenin asıl adı Gürcan’dır. Araplar Kirman okurlar. Bu zat, Farmedî’nin şeyhidir, Nisbeti Ebu Yezid el-Bistâmî’nin ruhaniyyetinden almıştır. Tarikat-ı Aliyye-yi Nakşibendiye’nin büyük simalarındandır.
95) Bu cevaz ve vücûb şer’î değil, tarîkat âdâbındandır.
96) Basralı olan bu zat tâbiîn-i kiramdandır.
97) Sehl et-Tüsteri’nin sözüdür, hadîs-i şerîf değildir. (İthaf’us-Saade, IX/243)
*Sabır mı Daha Faziletlidir Şükür mü?
Ebubekir Sıddîk (r.a) bir kuşa hitaben ‘Ey kuş! Keşke senin gibi olsaydım. Beşer olarak yaratılmasaydım!’ demiştir.
Ebu Zer ve Talha ‘Isınlan bir ağaç olmak isterdim!’ demişlerdir.
Hz. Osman ‘Öldüğüm zaman dirilmemek isterdim!’ demiştir. Hz. Aişe ‘Unutulmuş olmayı isterdim!’ demiştir.
Hz. Ömer Kur’an’dan bir ayet dinlediği zaman, korkusundan bayılarak düşerdi. Birkaç gün hastadır diye ziyaret edilirdi. Birgün yerden bir saman çöpü alarak şöyle dedi: ‘Keşke ben bu çöp olsaydım. Keşke ben anılır birşey olmasaydım. Keşke ben unutulmuş olsaydım. Keşke annem beni doğurmasaydı’.
Hz. Ömer’in yanağında göz yaşlarından iki siyah iz vardı. O şöyle demiştir: ‘Kim Allah’tan korkarsa öfkesini dindirmez, tüm Allah’tan ittika ederse, her istediğini yapmaz. Eğer kıyamet olma-saydı muhakkak sizin gördüğünüzün hilâfı olacaktı!’
Hz. Ömer ‘Güneş durulduğu (ve ışığı söndürüldüğü) zaman’ ayetini okuyup ‘Defterler açıldığı zaman’ (Tevkir/10) ayetine varınca bayılıp düştü. Birgün başkasının evinin yanından geçti. Ev sahibi namaz kılıyor ve Tûr suresini okuyordu. Hz. Ömer durup dinledi. Kişi ‘Rabbinin azabı muhakkak vukû bulacaktır. Onu geri çevirecek hiçbirşey yoktur (Tûr/7-8) ayetine gelince, merkebinden indi, duvara yaslandı. Bir zaman durduktan sonra evine dönüp bir ay hasta yattı. Halk durmadan onu ziyaret etti ve hastalığının sonucunu bilmiyorlardı.
Hz. Ali (r.a), sabah namazından selâm vererek çıktığında üzüntüye kapılmış bir halde mübarek elini evirip çeviriyor ve şöyle diyordu ‘Ben Hz. Muhammed’in ashabını gördüm. Bugün onlara benzer bir kişi görmüyorum. Onlar tozlu topraklı, benizleri sapsarı ve gözlerinin arasında keçinin dizlerinde olduğu gibi izler olduğu halde sabahlardı. Onlar bütün geceyi secde ve kıyam etmek sûretiyle Allah’ın kitabını okuyarak alın ve ayakları arasında uyuklarlardı! Sabahladıkları zaman, Allah’ı anarlar, ağaçların rüzgârlı bir günde, sağa sola eğildiği gibi uzanırlardı. Elbiselerini ıslatacak kadar gözlerinden yaşlar akardı. Yemin olsun, sanki ben şu kavmi gafil olarak gecelemiş görüyorum!’
Hz. Ali bunları söyledikten sonra kalkıp meclisten ayrıldı. Artık İbn Mülcem denilen adam tarafından vuruluncaya kadar güldüğü görülmedi.
İmrân b. Hüseyin der ki: ‘İstiyordum ki bir kül olaydım. Şiddetli bir günde rüzgârlar beni saçıp savursaydı!’
Ebu Ubeyde Âmir b. Cerrah (r.a) şöyle demiştir: Bir koç olup ailemin beni kesip etimi yeyip suyumu içmelerini isterdim’.
Ali Zeynelâbidîn b. Hüseyin’in abdest aldığı zaman, beti benzi sararırdı. Ehli kendisine ‘Abdest anında sende meydana gelen bu durum nedir?’ diye sorunca, şöyle demiştir: ‘Siz kimin huzurunda duracağımı biliyor musunuz?’
Musa b. Mes’ud der ki: ‘Biz Süfyan es-Sevrî’nin yanına oturduğumuzda sanki ateş bizi çepeçevre sarmıştı. Bu da onun gözümüze görünen korku ve üzüntüsünden ileri geliyordu’.
Mudir el-Karî birgün ‘İşte kitabınız! Aleyhinize konuşuyor, gerçeği söylüyor. Çünkü biz yaptıklarınızı yazıyorduk!’ (Câsiye/29) ayetini okuduğunda Abdülvahid b. Zeyd bayılıncaya kadar ağladı. Ayıldığında şunları haykırdı: ‘Senin izzetine yemin olsun. Gücüm yettiği müddetçe artık ebediyyen sana isyan etmeyeceğim. Bu bakımdan tevfîkinle taatin üzerinde bana yardımcı ol!’
Onun yanında bir ayet okunduğu zaman gür bir çığlık atar ve birkaç gün ne yaptığını bilmez olurdu. Hatta ‘Husâm’ kabilesinden bir kişi onun yanına vardı ve kendisine ‘Takva sahiplerini binek üzerinde ikram ile Rahman”ın huzuruna toplayacağımız gün, mücrimleri de yaya ve susuz olarak cehenneme süreceğiz’. (Meryem/85-86) ayetini okuduğunda dedi ki: ‘Ben mücrimlerde-nim, muttakîlerden değilim. Ey hafız! Bu ayeti bana ikinci bir defa okur musun?’ Bunun üzerine hafız ayeti ikinci bir defa okudu. Adamdan bir çığlık koptu ve ahirete iltihak etti.
Yahya el-Bekka’nın103 yanında “Sen onların rablerine arzedildiklerini (hesaba çekildiklerini) göreydin’ (En’âm/30) ayeti okunduğunda bir çığlık atarak bayıldı ve dört ay hasta yattı. Onu Basra’nın civarında yaşayanlar bile ziyarete geldiler.
Mâlik b. Dinar der ki: Ben Kâbe-i Muazzama ‘yi ziyaret ederken ibadet eden bir cariye gördüm. Kâbe’nin örtüsüne sarılmış şöyle diyordu: ‘Yarab! Nice şehvetler vardır ki lezzetleri gitti, mesuliyetleri kaldı. Yarab! Acaba ateşten başka senin vereceğin bir cezan yok mudur?’ Bunu hem söylüyor, hem ağlıyordu. Fecir doğuncaya kadar bu hale devam etti.
Mâlik dedi ki: Bunu gördüğüm zaman elimi başıma koyup çığlık kopararak şöyle dedim: ‘Ey Mâlik! Annen senin matemini tutsun! (İşte bu kadından ibret al)!’
Rivayet ediliyor ki Fudayl b. Iyaz, Arefe günü, halk dua ederken, o ciğeri yanmış ve ilk evladını kaybetmiş bir anne gibi, güneş bâtıncaya kadar ağladı. Güneş battıktan sonra sakalını tutup başını göğe kaldırdı ve şöyle dedi: ‘Eğer affetmişsen de onun (kendi nefsini kastediyor) senden duyduğu mahcubiyeti ne korkunç!’ Bunları söyledikten sonra halka katıldı.
İbn Abbas’a (r.a) korkanların hali sorulunca şöyle dedi: “Onların kalpleri, korkudan ötürü yaralıdır. Gözleri yaşlıdır. Onlar ‘Biz nasıl sevinelim? Zira arkamızda ölüm vardır! derler. Kıyamet ise “bizim va’dolunduğumuz yerdir. Cehennem üzerinde yolumuz vardır. Rabbimiz olan Allah’ın huzurunda duracağımız yer vardır”.
Hasan Basrî, katıla katıla gülen bir gencin yanından geçip onun bir kavimle beraber bir mecliste oturduğunu gördü ve şöyle dedi:
– Ey genç! Sen sırat köprüsünü geçtin mi?
– Hayır!
– Sen cennet veya cehenneme gideceğini biliyor musun?
– Hayır!
– O halde, bu gülmek nereden geliyor?
Râvî diyor ki o genç, o günden itibaren gülerken görülmedi.
Hammâd b. Abdirabbihi, oturduğu zaman bacakları üzerinde otururdu. Kendisine ‘Bağdaş kurarak otursan olmaz mı?’ diye soruldu. O da ‘Bağdaş kurarak oturmak, Allah’ın azabından emin olanın oturuşudur. Ben ise, emin değilim! Çünkü Allah’a isyan etmişimdir’ diye cevap verdi!
Ömer b. Abdülâziz ‘Allah Teâlâ, bu gafleti kullarının kalbine bir rahmet-i ilâhîsi olarak bırakmıştır ki kullar, Allah’ın korkusundan ölmesinler’ demiştir.
Mâlik b. Dinar derdi ki: ‘Ben isterdim ki öldüğüm zaman etrafımdakilere emredeyim. Beni bağlasınlar, boynuma zincirler taksınlar. Sonra kaçan kölenin efendisine götürüldüğü gibi rabbimin huzuruna götürsünler’.
Hatem el-Esamm şöyle derdi: ‘Elverişlidir diye hiçbir yere aldanma! Çünkü cennetten daha elverişli yer yoktur. Oysa Adem’in başına gelen felâket cennette geldi. İbadetin çokuğu ile aldanma! Çünkü, İblis, uzun ibadetten sonra o düçar olduğu felâkete maruz kaldı. İlminin çokluğu ile aldanma! Çünkü Bel’am b. Baura Allah’ın. İsmi azamini biliyordu. Buna rağmen neye uğradığını dikkatle izle! Salih kimseleri görerek mağrur olma. Allah katında Hz. Muhammed Mustafa’dan daha büyük dereceli bir kimse olmadığı halde, kâfir akrabalarıyla düşmanları onun mülakatından fayda görmediler’.
Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: ‘Muhakkak ki ben, hergün burnuma birkaç defa bakıyorum. Bunu da yüzümün kararması korkusundan yapıyorum’.
Ebu Hafs dedi ki: ‘Kırk seneden beri Allah Teâlâ’nın bana öfke nazarıyla baktığını düşünüyorum. Benim amellerim de buna delâlet eder’.
İbn Mübârek, birgün arkadaşlarının huzuruna çıktı ve şöyle dedi: ‘Ben dün akşam Allah’a karşı cüretkârlık yaptım. Ondan cennet istedim’.
Muhammed b. Ka’b el-Kurazî’nin annesi, oğluna dedi ki:
– Ey oğul! Ben seni küçük iken de büyük iken de iyi bilirim. Sanki sen helâk edici bir yoldasın. Gördüklerimden anladığım kadarıyla bunu da gecen ve gündüzünde yapmış
olduklarından hissediyorum.
– Anneciğim! Allah Teâlâ’nın, ben günah işlerken muttali olup da benden nefret ettiğini, ‘izzet ve celâlime yemin ederim seni affetmeyeceğim’ dediğini işitmediğimden ben nasıl emin olabilirim?
Fudayl b. Iyaz der ki: ‘Ben ne gönderilmiş bir peygamberin haline, ne de dergâh-ı izzete yakın olan bir meleğin haline ve ne de salih bir kulun haline gıpta ederim. Acaba bunlar kıyamet gününü görmeyecekler mi? Ancak ben, yaratılmamış bir kimsenin haline gıpta ediyorum’.
Rivayet ediliyor ki; Ensar-ı kiramdan bir gencin içine ateş korkusu girdi, durmadan ağlıyordu, bu durum onu evde hapsetti. Bunun üzerine, Hz. Peygamber gelip onun yanına girdi, boynuna sarıldı ve o genç o anda ölerek yere düştü. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Arkadaşınızın cenazesini techiz edin! Ateş korkusu, onun ciğerini parçalamıştır.104
İbn Meysere105 yatağına yattığı zaman şöyle derdi: ‘Keşke annem beni doğurmasaydı’.
Bunun üzerine annesi kendisine ‘Ey Meysere! Allah Teâlâ sana ihsân etmiştir. Seni İslâm dinine hidayet etmiştir’ dedi.
O cevap olarak ‘Evet! Fakat Allah Teâlâ bize ateşe varacağımızı bildirdi! Ateşten çıkacağımızı ise bildirmedi’ dedi.
Ferkad b. Yakub es-Sebhî’ye şöyle soruldu: İsrailoğulları’ndan kulağına gelen en acaip şeyi bize haber verir misin?’ Cevap olarak şöyle dedi: Kulağıma geldiğine göre, ‘Beyt’ulMakdis’e beşyüz bakire kız girdi. Elbiseleri yün ve mesuh idi. Onlar Allah Teâlâ’nın vereceği sevap ve cezayı müzakere ettiler ve hepsi bir günde öldüler’.
Atâ es-Sülemî korkan kullardan biriydi. Hiçbir zaman Allah’tan cenneti istemezdi. Ancak Allah’tan af isterdi. Ona, hastalığında denildi ki: ‘Senin canın hiçbir şey istemiyor mu?’ O dedi ki: ‘Cehennem korkusu, kalbimde şehvet için yer bırakmamıştır’. Deniliyor ki: Atâ ne başını kaldırıp göğe bakmış ne de kırk sene boyunca gülmüştür. Birgün başını kaldırdı, ürktü, düştü. Karnında büyük bir kopma meydana geldi. Gecenin bir kısmında mesh olma korkusundan bedenini yokluyordu. Onlara bir rüzgâr veya bir şimşek veya bir yiyecek kıtlığı isabet ettiği zaman derdi ki: ‘Bu musibet, benden dolayı, halka isabet etmiştir!’
Derdi ki: ‘Eğer Atâ (yani kendisi) ölseydi halk rahata kavuşurdu’.
Atâ der ki: Utbet’ül Gulâm ile beraber yola çıktık. İçimizde ihtiyar ve gençler vardı. Bunlar yatsı abdestiyle sabah namazını kılarlardı. Uzun zaman ayakta kaldıklarından dolayı ayakları şişti. Gözleri çukurlaştı. Derileri kemiklerine yapıştı. Damarları tambur teli gibi kaldılar. Derileri kavun kabukları gibi olduğu halde sabahlarlardı. Sanki mezardan çıkmışlardı. Allah’ın itaat eden kullarına nasıl ikrâm ettiğini, âsî kullarını nasıl perişan ettiğini anlatırlardı. Yürüdükleri sırada, onlardan biri bir yerden geçerken bayılarak düştü ve arkadaşları etrafında toplanıp ağla