VAHIY VE VAHIY TARZLARI
Lügatte sür’atli işaret, kitabet, risalet, ilham ve gizli kelam gibi çeşitli mânâlara gelen[143] vahy; Yüce Allah’ın, dilediğini, peygamberlerine, dilediği tarzlarla bildirmesidir.[144]
Yüce Allah; daha önceki peygamberlere vahyettiği gibi, Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.)a da vahyetmiştir.
Bu gerçek, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle açıklanır:
“Biz, Nuh’a, ondan sonraki peygamberlere variyetliğimiz ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, Yakub’un torunlarına, İsa’ya, Eyyub’a, Yûnus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyeylediğimiz ve Davud’a Zebur’u verdiğimiz gibi, şüphesiz, sana da vahyettik.
Öyle peygamberler (gönderdik ki), onların kıssalarını, önceden, sana bildirdik.
Yine, öyle peygamberler (gönderdik ki), sana onların kıssalarını bildirmedik.
Allah, Musa’ya da, hitap ile konuştu.”[145]
Vahiy, Peygamberimiz (a.s.)a müteaddit tarzlarda gelmiştir.
1) Vahiy tarzlarından birisi, uykuda görülen ve görüldüğü gibi apaçık çıkan rüya tarzı dır. [146] Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.)ın peygamberliği, vahyin bu tarzı ile başlamıştır. [147] Zaten, vahiy peygamberlere uyanık iken geldiği gibi, uyurken rüyada da gelirdi .[148] Peygamberlerin rüyaları, vahiydir. [149]
Nitekim, İbrahim (a.s.)a, İsmail (a.s.) hakkındaki ilahî emr, rüyasında verilmişti.[150]
Çünkü, peygamberlerin gözleri uyuşa da, kalbleri uyumaz.[151]
Peygamberimiz (a.s.):
“Bana: ‘Yâ Muhammedi Gözlerin, uyusun! Kulağın, işitsin! Kalbin, ezberlesin!’ denildi.
Benim gözlerim uyudu. Kalbim ezberledi! Kulağım işitti.[152]
Ey Âişe! Benim gözlerim uyur, kalbim uyumaz!” buyurmuştur. [153]
Uyuyanın uykusunda bazı şeyler görmesine rüya ve hulm (düş) denir.[154]
Fakat, rüyada görülen şeyler, daha çok hayır ve güzel şeyler üzerine olur.
Hulmda ise, görülen şeyler, daha çok çirkin şeyler üzerine olur.[155]
Peygamberimiz (a.s.), rüya ve hulm hakkında şöyle buyurmuşlardır
“Salih rüya Allah’tan, hulm ise şeytandandır.”[156]
“Zamanın sonu yaklaşınca, Müslümanların rüyası hemen hemen yanlış çıkmayacaktır.
Sizin en doğru rüya göreniniz, en doğru söyleyeninizdir!
Rüya, üç çeşittir:
Yüce Allah tarafından, (kuluna) müjde olan salih rüya,
Şeytan tarafından, korku, üzüntü veren rüya,
Kişinin kendi nefsinden, kendisine telkin mahiyetinde vâki olan* rüya!”[157]
Şeytan; Âdem oğullarına karşı beslediği şiddetli düşmanlık sebebiyle, her zaman onlara sataşır, her yönden tuzaklar kurar, her yolla onların işlerini bozmak ister.
Gördükleri rüyalarını da, ya içlerine yanlışlar karıştırmak, ya da onlardan gaflete düşürmek suretiyle, onları belirsiz ve yararsız hale getirir.[158]
Peygamberimiz (a.s.):
“Risalet de, nübüvvet de sona ermiştir!
Benden sonra (gelecek) ne resûl vardır, ne de nebi!” buyurunca, bu ashaba çok ağır geldi.[159]
Bunun üzerine, Peygamberimiz (a.s.):
“Peygamberlikten, birşey kalmamıştır; [160] ama, mübeşşirat** vardır!” buyurdu.
“Yâ Rasûlallah! Mübeşşirat, nedir?” diye sordular.[161]
Peygamberimiz (a.s.):
“Müslüman kimsenin rüyasıdır,[162] salih rüyadır![163]
Salih rüya, peygamberlik işinin parçalarından bir parçadır. [164]
Salih kişinin gördüğü rüya,[165] peygamberlik işinin kırkaltı parçasından bir parçadır!” buyurdu.[166]
Salih rüyanın peygamberlik işinin kırkaltı parçasından bir parça oluşu; Peygamberimiz (a.s.)ın peygamberlik süresinin, onüç yıl Mekke’de, on yıl da Medine’de olmak üzere, yirmiüç yıl olup, bunun ilk altı aylık kısmının sadık ve salih rüyalar görmekle geçmiş bulunduğuna ve bunun da yirmiüç yılın kırkaltıda birini teşkil ettiğine göredir.[167]
2) Vahiy tarzlarından ikincisi, vahyedilecek kelamın,[168] melek görünmeksizin,[169] Peygamberimiz (a.s.)ın kalbine ilka olunmasıdır.[170]
Yüce Allah; Cebrail (a.s.)da, ilahî hitaba mutahap ve ilahî emri tebliğe memur olduğu hakkında zarurî bir ilim yarattığı gibi, Peygamberimiz (a.s.)ın kalbinde de zarurî bir ilim yaratırdı da, Peygamberimiz (a.s.) kalbine ilka olunan şeyin mücerred bir ilhamdan ibaret olmayıp Cebrail (a.s.)ın Allah’tan getirdiği bir vahiy olduğunu kesin olarak bilirdi.[171]
Peygamberimiz (a.s.)ın:
“Hiç şüphesiz, Ruhu’l-Kudüs (Cebrail (a.s.)) kalbime şunu ilka ve vahy etti ki, hiçbir nefisi [172] eceli dolmadıkça,[173] rızkını tamam olarak almadıkça ölmez!
Öyle ise, Allah’tan sakınınız da, onu güzel ve meşru yollardan arayınız.[174] Helal olanı alınız, haram olanı bırakınız![175]
Rızık gecikirse, onu Allah’a mâsiyetle elde etmeye kalkışmayınız! Çünkü, Allah katındaki şeye, Allah’a itaattan başkası ile nail olunamaz!”[176] hadis-i şeriflerinde olduğu gibi.[177]
3) Vahiy tarzlarından birisi de, vahiy meleğinin insan suretine girerek, vahyedilecek şeyi,[178] bir insanın bir insana tevdi edişi gibi vahyedişidir.[179]
Haris b. Hişam:
“Yâ Rasûlallah![180] Sana vahiy nasıl gelir?” diye sormuştu.
Peygamberimiz (a.s.); ona verdiği cevapta, vahyin bu tarzını şöyle cevaplamıştır:
“Bazı kere, melek, benim için insan suretine girer, benimle konuşur, ben de onun söylediklerini iyice bellerim.[181]
Bu, bana vahyin en kolay gelenidir.[182]
Cebrail (a.s.)ı gördüm.
Gördüklerimden, ona en çok benzeyeni, Dıhye’dir!” buyurmuştur. [183]
Cebrail (a.s.), Peygamberimiz (a.s.)a, çok kere Dıhye’nin suretinde gelirdi.[184]
Vahyin bu tarzında, Ashab-ı Kiramın Cebrail (a.s.)ı gördükleri de olurdu.[185]
Hz. Âişe der ki:
“Dıhyetü’l-Kelbî’nin sakalı, başı ve yüzü, Cebrail’e benzerdi.[186]
Ben şu odamda oturduğum sırada,[187] Resûlullah (a.s.), birden sıçrayıp dışarı çıktı.
Bakınca, yanında bir adam bulunduğunu gördüm ki, kadana atının üzerinde duruyor, başına beyaz sarık sarmış, sarığının bir ucunu iki omuzunun arasına sarkıtmıştı.
Resûlullah (a.s.) ise, elini onun kadanasının yelesinin bittiği yere koymuştu.[188]
Resûlullah (a.s.) içeri girince: [189]
‘Yâ Rasûlallah! Birdenbire sıçradın, beni korkuttun![190]
Sana gizli birşey fısıldadığını gördüğüm kişi, kimdi?’ dedim.
Resûlullah (a.s.):
‘Sen onu gördün mü?’ diye sordu.
‘Evet! Gördüm’ dedim.[191]
‘Sen onu kime benzettin?’ diye sordu.
‘Dıhyetü’l-Kelbîye benzettim! [192] Sen iki elini onun atının yelesinin bittiği yere koymuş olduğun halde, kendisiyle konuştuğumu gördüm!’ dedim.[193]
‘Sen, çok hayır görmüşsün! [194] O, Cebrail’dir!’ buyurdu.[195]
Çok geçmeden, ‘EyÂişe![196] Cebrail sana selam veriyor’ buyurdu.
Ben de:
‘Ve (a.s.)ü ve rahmetullahi ve berekâtüh! Allah, o konuğu da, sahibini de hayırla mükâfatlandırsın!
Ne güzel sahip! Ne güzel konuk!’ dedim.”[197]
Abdullah b. Abbas da der ki:
“Babam Abbas’la birlikte, Resûlullah (a.s.)ın yanında idim.
Resûlullah (a.s.)ın yanında da, bir adam bulunuyor ve onunla fisıldaşıyordu.
Resûlullah (a.s.) babamdan yüz çevirmiş gibi idi (Onunla pek ilgilenmiyordu).
Resûlullah (a.s.)ın yanından, dışarı çıktık. Babam, bana:
‘Oğulcuğum! Amcanın oğlunun, benden yüz çevirir gibi olduğuna dikkat etmedin mi?’ dedi.
Ben:
‘Babacığım! O, yanında bulunan bir adamla fisıldaşıyordu’ dedim.
Bunun üzerine, hemen Resûlullah (a.s.)ın yanına döndük. Babam:
‘Yâ Rasûlallah! Abdullah’a şöyle şöyle söylemiştim. O da, senin yanında bulunan bir adamla fısıl-daşdığını bana haber verdi. Senin yanında bir kimse var mıydı?’ dedi.
Resûlullah (a.s.), bana:
‘Ey Abdullah! Sen onu gördün mü?’ diye sordu. Ben:
‘Evet! Gördüm’ dedim.
Resûlullah (a.s.):
‘İşte o, Cebrail idi. Seninle ilgilenmekten, beni o meşgul etti!’ buyurdu.”[198]
Cebrail (a.s.)ın, ashaba dinlerini öğretmek üzere, tanımadıkları bir beşer suretine girerek Peygamberimiz (a.s.)ın yanına gelişini de, Hz. Ömer şöyle anlatır:
“Resûlullah (a.s.)la ashabından yanındaki bir cemaatla birlikte [199] Mescid’de oturduğumuz sırada, [200] güzel yüzlü, [201] başının saçı kulak yumuşaklarına kadar uzamış, [202] güzel saçlı, [203] saçına güzel koku sürünmüş,[204] üzerindeki[205] elbisesi bembeyaz,[206] saçı simsiyah,[207] genç ve güzel,[208] üzerinde yolculuk eseri görülmeyen, bununla birlikte içimizden hiçbirinin tanımadığı bir adam[209] çıkageldi.[210]
Orada bulunan cemaat, birbirlerine bakıştılar.[211]
Adam:
‘Esselâmü aleykeyâ Rasûlallah!’ diyerek Resûlullah (a.s.)a ve ‘Esselâmü aleyküm!’ diyerek bizlere selam verdi.
Resûlullah (a.s.) onun selâmına karşılık verdi.
Biz de, onunla birlikte, karşılık verdik.[212]
Adam:
‘Yâ Rasûlallah! Ben, sana geldim’ dedi.
Resûlullah (a.s.):
‘Evet!’ buyurdu.[213]
Adam, Resûlullah (a.s.)ın yanına kadar varıp oturdu.[214]
‘Bana biraz yaklaş yâ Rasûlallah!’ dedi.
Resûlullah (a.s.) biraz yaklaştı.
Adam, tekrar:
‘Yâ Rasûlallah! Biraz daha yaklaş!’ dedi.
Resûlullah (a.s.) biraz daha yaklaştı. [215]
Adam:
‘Yâ Rasûlallah! Biraz daha yaklaş!’ dedi. Resûlullah (a.s.); diz kapaklan onun dizkapaklarına değecek kadar yaklaştı. [216]
Sonra, adam, ona (Resûlullah (a.s.)a) saygı olmak üzere, ayağa kalkıp oturdu. [217]
Adam; iki dizini Resûlullah (a.s.)ın iki dizine bitiştirip dayadı,[218] ellerini kendi dizlerinin üzerine koydu.[219]
‘Yâ Rasûlallah![220] Yâ Muhammed![221] Bana imandan haber ver. İman, nedir?’ diye sordu.
Resûlullah (a.s.):
‘İman; Allah’a, Allah’ın meleklerine, Allah’ın Kitablarına, Allah’ın resûllerine, âhiret gününe, bir de, hayır ve şer, kadere inanmandır!’ buyurdu.[222]
Adam:
‘Ben böyle yaparsam iman etmiş olur muyum?’ diye sordu.
Resûlullah (a.s.):
‘Evet!’ buyurdu.[223]
Adam:
‘Doğru söyledin!’ dedi.[224]
Adamın ‘Doğru söyledin’ diyerek biliyormuşcasına Resûlullah (a.s.)ı tasdik edişine;[225] ‘Hem soruyor, hem de onu tasdik ediyor?!’ diye şaştık.
Adam, bundan sonra:
‘Yâ Muhammed! Bana İslâm’dan haber ver![226] Nedir o?’ diye sordu.
Resûlullah (a.s.):
‘İslâm; Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Resûlullah olduğuna şehadet etmen, namazı kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna gücün yeterse Beytullah’a haccetmen,[227] cünüplükten gusledip yıkanmandır!’ buyurdu.[228]
Adam:
‘Ben böyle yaparsam Müslüman olur muyum?’ diye sordu.
Resûlullah (a.s.):
‘Evet!’ buyurdu.[229]
Adam, yine: ‘Doğru söyledin!’ dedi.[230]
Biz, yine, adamın ‘Doğru söyledin!’ deyişine;[231] hem soruyor, hem de onu tasdik ediyor diye, haline şaştık.[232]
Adam böyle her defasında ‘Doğru söyledin!’ ‘Doğru söyledin!’ dedikçe, cemaat:
‘Biz Resûlullah (a.s.)a bu adamdan daha fazla saygı gösterenini görmedik! Sanki Resûlullah (a.s.)ı tanıyor!’ demekte idiler.[233]
Bundan sonra, adam:
‘Yâ Rasûlallah![234] Sen bana ihsandan haber ver![235] Yâ Muhammed![236] Yâ Rasûlallah![237] İhsan nedir?’ diye sordu.[238]
Resûlullah (a.s.):
‘İhsan;[239] Allah’a, O’nu görüyor gibi, ibadet etmendir. Sen O’nu görmesen de, iyi bil ki, O seni görür!’ buyurdu.[240]
Adam:
‘Ben böyle yaptığım zaman muhsin (ibadeti ihsan derecesinde yapan) olur muyum?’ diye sordu.
Resûlullah (a.s.):
‘Evet!’ buyurdu.[241]
Adam, yine:
‘Doğru söyledin!’ dedi.[242]
Adam böyle her defasında ‘Doğru söyledin!’ ‘Doğru söyledin!’ dedikçe, biz de, ‘Doğrusu, Resûlullaha bundan daha çok saygı gösterenini görmedik!’ diyorduk.
Adam:
‘Yâ Rasûlallah![243] Bana Saat’ten (Kıyametten) haber ver![244] O ne zaman kopacak?’ diye sordu.[245]
Resûlullah (a.s.):
‘Kıyamet hakkında, kendisine soru sorulan, sorandan daha bilgili değildir!’ buyurdu.[246]
Adam:
‘Doğru söyledin!’ dedi.
Resûlullah (a.s.):
‘Kıyametin vakti, Allah’tan başka kimsenin bilmediği beş şeyden biridir!’ buyurdu.[247]
Adam:
‘Öyle ise, bana onun emare ve alâmetlerinden haber ver![248] Kıyametin alâmetleri nedir?[249] Bana onlardan haber ver?’ dedi. [250]
Resûlullah (a.s.):
‘Cariyenin kendi efendisini doğurduğunu; yalınayak, çıplak, yoksul davar çobanlarının (zenginleşip) yüksek bina kurmakta birbirleriyle yarıştıklarını ve övünmeye kalkıştıklarını görmendir’ buyurdu.[251]
Adam:
‘Doğru söyledin!’ dedi.
Sonra da, dönüp gitti.[252]
Resûlullah (a.s.):
‘Adamı bana geri çeviriniz!’ buyurdu.[253]
Hemen kalkıp adamın ardına düştük. Ne kendisinin nereye yönelip gittiğini anlayabildik, ne de izini tozunu görebildik!
Bunu Peygamber (a.s.)a anlattık.[254]
Resûlullah (a.s.):
‘Ey İbn Hattab![255] Ey Ömer![256] Sen bana o sorulan soranın kim olduğunu biliyor musun?1 diye sordu.[257]
‘Allah ve Resûlü bilir!’ dedim.[258]
Bunun üzerine, Resûlullah (a.s.):
‘O, Cebrail idi. Size dininizi öğretmek için gelmişti!1 buyurdu.”[259]
4) Vahiy tarzlarından birisi de, vahyin dehşet saçan bir çan, çıngırak uğultusu gibi uğuldayarak
gelişidir.[260]
Haris b. Hişam’ın:
“Yâ Rasûlallah![261] Sana vahiy nasıl gelir?” sorusuna Peygamberimiz (a.s.)ın verdikleri cevapta, vahyin bu tarzı şöyle açıklanmıştır:
“Vahiy bazan bana çıngırak sesi gibi (müthiş bir madenî ses uğultusu ve alarm ile) gelir ki, vahyin bana en ağır geleni de budur!
Vahiy hali benden kalkınca, meleğin bana söylemiş olduğunu iyice bellemiş bulunurum” buyurmuştur.[262]
Sanıldığına göre; işitilen bu şiddetli ses ya vahiy meleğinin kendi sesi, ya da, kanatlarının uğultusu idi.[263]
Bunun hikmeti de, vahyi telakki ve hıfz için, Peygamberimiz (a.s.)ın kalbini toparlamak ve hazırlamak,[264] kulaklarının ve kalbinin vahiy meleğinin sesinden başkasıyla meşgul olmasına meydan bırakmamak içindi.[265]
Abdullah b. Amr b.Âs:
“Yâ Rasûlallah! Vahyin gelişini sezer misin?” diye sorduğu zaman, Peygamberimiz (a.s.):
“Evet! Sesi işitir ve susarım.
Bana hiçbir sefer bu tarzda vahyolunmamıştır ki, ruhumun alınıyor olduğunu sanmış olmayayım!” buyurmuştur. [266]
Yüce Allah bir emri vahyetmek, vahiy suretiyle dile getirmek istediği zaman, Allah’ın emrinin korkusundan, gökleri, son derece şiddetli bir titreme alır.[267]
Göklerin halkı olan meleklerde, İlahî Kelamı, düz ve sert bir kayaya çarpan demir zincir(in çıkardığı korkunç ses) gibi işitince,[268] Allah’ın Kelamı karşısında duydukları derin haşyetten dolayı kanatlarını çırparlar,[269] baygın düşüp secdeye kapanırlar!
Ayılıp secdeden başını ilk kaldıran, Cebrail (a.s.) olur.
Yüce Allah ona, vahiylerinden, dilediğini söyler.[270]
Cebrail (a.s.) yanlarına gelinceye kadar, öteki melekler öylece baygın halde kalırlar.
Cebrail (a.s.), bütün göklerdeki meleklere uğrar.[271]
Her göğe uğradıkça,[272] kalblerinden korku kaldırılan[273] o gök halkı olan[274] melekler ona:
“Ey Cebrail![275] Rabbimiz[276] ne buyurdu?” diye sorarlar.
Cebrail de:
“Hakkı buyurdu.[277] En Yüce, en büyük olan O’dur!” der.
Meleklerin hepsi de, Cebrail (a.s.)ın söylediği gibi söylerler.[278]
Birbirlerine de:
“Rabbimiz ne buyurdu?” diye sorarlar ve:
“Hakkı buyurdu. En yüce ve en büyük olan O’dur!” derler.[279]
Yüce Allah, vahyi nereye ulaştırmasını emir buyurmuşsa,[280] Cebrail (a.s.), gökten yere kadar, gökten göğe geçe geçe,[281] götürüp oraya ulaştırır.[282]
Zerkeşî’ye göre; vahyin bu tarzında, vahyin Peygamberimiz (a.s.)ca telakkisi, iki yolla idi.
Onlardan birisi, Peygamberimiz (a.s.)ın beşeriyet sıfat ve suretinden soyunup sıyrılıp, melekiyet sıfat ve suretine bürünerek vahyi Cebrail (a.s.)dan alması;
Diğeri de, Peygamberimiz (a.s.) vahyi alıncaya kadar, meleğin melekiyet sıfat ve suretinden soyunup beşeriyet sıfat ve suretine girmesi idi ki, birincisi, iki halden en güç ve en zor olanı idi.[283]
Ashab-ı Kiramdan bazılarının görüp anlattıklarına göre; vahyin inişi sırasında Peygamberimiz (a.s.)a ağır bir sıkıntı basar;
Yüzü, gül gibi olur;[284]
Gözlerini kapar;[285]
Başını önüne eğerdi.
Yanındakiler de, başlarını önlerine eğerlerdi.[286]
Peygamberimiz (a.s.), o hallerinde, çabuk çabuk nefis alırdı.[287]
En soğuk günde bile, alnından inci taneleri gibi terler dökülürdü.[288]
Vahiy hali sona erinceye kadar, yanındakilerden hiçbiri, başlarını kaldırıp Peygamberimiz (a.s.)ın yüzüne bakmaya kadir olamazlardı. [289]
Vahiy kâtiplerinden Zeyd b. Sabit’in bildirdiğine göre; Peygamberimiz (a.s.)a gelen vahyin ağırlığı veya hafifliği, inen vahyin ağırlığı veya hafifliğiyle mütenasip bulunurdu.[290]
Yani, inen vahiy va’d ve tebşir mahiyetinde ise, Cebrail (a.s.) beşer suretinde gelir, hitap ve telakki Peygamberimiz (a.s.)a bir güçlük vermezdi.
İnen vahiy azap ve korkutmaya taalluk ettiği zaman, dehşet saçan bir çan, çıngırak uğultusu ile gelirdi.[291]
Peygamberimiz (a.s.) deve üzerinde bulunduğu sırada da vahiy geldiği olur; devenin inen vahyin ağırlığına dayanamadığı,[292] bacaklarının iki yana ayrıldığı, büküldüğü, kırılacak gibi olduğu, bazan da çöktüğü görülürdü.[293]
Nitekim, Peygamberimiz (a.s.) Adba adlı devesinin üzerinde bulunduğu sırada Mâide sûresi inmeye başlayınca, vahyin ağırlığından, Adba’nın bacakları az kalsın kınlıverecekti![294]
Zeyd b. Sabit der ki:
“Resûlullah (a.s.)ın yanında oturuyordum. Derken, vahiy durgunluğu gelip, Resûlullah (a.s.) baygınlaştı.
Kendisinin dizi, benim dizimin üzerine düştü.
Vallahi, Resûlullah (a.s.)ın dizinden daha ağır basan birşey bulmamışımdır.
Sonra, üzerinden vahiy hali sıyrılınca:
‘Yaz ey Zeyd!’ buyurdu.
Hemen, bir kürek kemiğinin üzerine, yazdım.
Resûlullah (a.s.)ı, vahiy durgunluğu ve baygınlığı tekrar bürüdü.
Resûlullah (a.s.)ın dizi, benim dizimin üzerine düştü.
Dizinin ağırlığını, öncekinden daha ağır buldum.[295]
Neredeyse, dizim ezilecek sandım.[296] ‘Ayağımın üzerinde artık yürüyemem!’ dedim.[297]
Bir ve tek olan Yüce Allah’ın indirip de kemiğin üzerine eklemiş olduğum o istisna fıkrasına;[298]-varlığım Kudret Elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki-[299] hâlâ bakıyor, onu görüyor gibiyimdir!”[300]
Hz. Ömer de, “Resûlullah (a.s.)a vahiy indirilirken, başucundan, arı uğultusuna benzeyen bir ses işitildiğini” söylemiştir.[301]
5) Vahiy tarzlarından birisi de, vahiy meleği Cebrail (a.s.)ın, Yüce Allah tarafından yaratıldığı aslî şekil ve suretinde, [302] inci ve yakut saçılan[303] altıyüz kanadıyla görünerek.[304] Yüce Allah’ın dilediğini, Peygamberimiz (a.s.)a vahyedişidir.[305]
Bu da, iki kere vuku bulmuş;[306] Peygamberimiz (a.s.), Cebrail (a.s.)ı, yaratılmış olduğu aslî heyet ve suretinde, altıyüz kanadı ile,[307] iki kere,[308] ufku kaplayan,[309] her bir kanadından renk renk inciler, yakutlar saçılır[310] ve vücudunun büyüklüğü[311] yerle gök arasını doldurur bir halde görmüştür.[312]
6) Vahiy tarzlarından birisi de; Yüce Allah’ın, İsrâ ve Miraç gecesinde olduğu gibi.[313] göklerin üstünde,[314] perde arkasından, Peygamberimiz (a.s.)a-uyanık iken-hitapta bulunması, ya da- hadis-i şerifte açıklandığı üzere-uyurken, arada vahiy meleği bulunmaksızın Peygamberimiz (a.s.)la konuşmasıdır.[315]
Peygamberimiz (a.s.) bu hususu şöyle açıklamışlardır:
“Rabbim, bana uykuda en güzel surette geldi.”[316]
“Rabbimi, en güzel surette gördüm![317] Bana:
‘Yâ Muhammedi Mele-i Âlâ (Mukarreb Melekler), birbirleriyle ne hakkında konuşur, soruşurlar; bilir misin?’ diye sordu.[318]
‘Hayır! Bilmiyorum yâ Rab!’ dedim.
Elini, iki küreğimin arasına koydu.
Rabbimin Elinin serinliğini, memelerimin arasında duydum.! [319]
Herşeyin ilmi benim için tecelli etti. [320] Gökte ve yerde olan şeyleri öğrendim. [321] Rabbim:
‘Yâ Muhammedi Mele-i Âlâ (Mukarreb Melekler), birbirleriyle ne hakkında konuşur, soruşurlar; bilir misin?’ diye tekrar sordu.[322]
‘Evet! Bilirim[323] yâ Rab![324] Keffaretler hakkında konuşurlar!’ dedim.
‘Nedir onlar?1 diye sordu.[325]
‘Dereceler, kefaretler, camiye ve cemaatlara yürüyerek gidiş,[326] namazlardan sonra namazları bekleyiş,[327] iyiliklere doğru adım atış…’ dedim.[328]
‘Doğru söyledin yâ Muhammed![329]
Kim böyle yaparsa, temiz olarak yaşar, temiz olarak ölür, günahtan temizlenir, anasından doğduğu gibi olur![330]
Yâ Muhammedi Namaz kıldığın zaman:
‘Ey Allah’ım! Bana hayırlı işler işletmeni,
Kötülükleri bıraktırmanı,
Yoksulları sevdirmeni,
Beni yarlıgamanı,
Bana acımanı,
Benim tevbemi kabul etmeni,
Kullarını ibtilâya uğratmak istediğin zaman da, beni fitne ve ibtilaya uğramamış olarak huzuruna almanı,
Selamı yaymak,
Yem ek yedirmek,
Herkes uyurken geceleyin kalkıp namaz kılmak derecelerini bana nasip etmeni Senden dilerim!’ de!’ buyurdu.”[331] 7) Vahiy tarzlarından birisi de, Yüce Allah’ın, Peygamberimiz (a.s.)ı hiçbir kulun hiçbir zaman erişemediği Yakınlık Makamına, ilahî kabul ve ikrama nail kılması;[332] arada vahiy meleği bulunmaksızın, kendisine doğrudan doğruya hitap buyurmuş olmasıdır.[333] Ki, bu da, Miraç gecesinde olduğu gibi, uyanık iken vahiy buyurulacak şeyi er ya perde arkasından ya da doğrudan doğruya, yüz yüze olarak
vahiy buyurulmak sûretiyle[334] vuku bulmuştur.
Abdullah b. Abbastan sahih bir senedle[335] rivayet edildiğine göre; bu mülakatta, Peygamberimiz (a.s.), Rabbini görmüştür![336]
Yine ondan sahih bir senedle rivayet edilen hadiste de;
İbrahim (a.s.)ın hainliğine,
Musa (a.s.)ın kelîmliğine,
Muhammed (a.s.)ın Rabbini gördüğüne, şaşırmayacağını söylemiştir.[337]
Peygamberimiz (a.s.) da, bir hadis-i şeriflerinde, bu hususta açıklamalarda bulunmuşlardır:
“Göklerin ve yerin işlerinden bana emrolunan şeylerden boşaldığım zaman:
‘Yâ Rab! Benden önce, kendisine ikramda bulunmadığın hiçbir peygamber yoktur.[338]
Yâ Rab! İbrahim’i halil, Musa’yı da kelîm edindin.[339]
Davud için dağları, Süleyman için rüzgâr ve şeytanları musahhar kıldın! İsa için de ölüleri dirilttin!1 dedim.
‘Benim için, ne yaptın?’ diye sordum.
Yüce Allah:
‘Sana, bunların hepsinden daha üstününü vermedim mi?
Senin ismini Kendi ismimle birlikte anmadıkça, Kendi ismimi anmadım!1 buyurdu.”[340]
“Ve refa’nâ leke zikrek=Senin namını yükselttik”[341] âyetindeki nam yüksekliği; kelime-i tevhid ve kelime-i şehâdette,[342] ezanda, Kur’ân-ı Kerîm’de[343] Peygamberimiz (a.s.)ın isminin de Yüce Allah’ın ismiyle birlikte anılmasıdır diye tefsir edilmiştir.[344]
Mekke’nin fethinde, Bilal-ı Habeşî Kabe’nin üzerine çıkıp Mekke’de ilk ezanı okurken “Eşhedü enne Muhammeden resûlullah!” şehadetini işiten Ebu Cehil’in kızı Cüveyriye de:
“Hayatıma yemin ederim ki;[345] Allah Muhammed’in namını yükseltti.[346] Allah seni şereflendirdi ve senin namını yükseltti![347] Senin adın, şanın yükseldi!” demekten kendini alamamıştır.[348]